Читать онлайн книгу «Fahrenheit 451» автора Рэй Дуглас Брэдбери

Fahrenheit 451
Fahrenheit 451
Fahrenheit 451
Ray Bradbury

Ray Bradbury
Fahrenheit 451




Fahrenheit 451:
Kitap kâğıdının tutuşup yanma sıcaklığı…
Bu kitabı Don Congdon’a, minnetle adıyorum.


Sunuş

Neil Gaiman
Bazen yazarlar henüz var olmayan bir dünya üstüne yazar. Bunu yapmamızın yüzlerce sebebi vardır. (Geriye değil ileriye bakmak iyidir. İnsanlığın seçmesini umduğumuz veya seçmesinden korktuğumuz bir yolu aydınlatma ihtiyacı duyarız. Geleceğin dünyası günümüzün dünyasından daha büyüleyici veya ilginçtir. Sizi uyarmaya ihtiyacımız vardır. Cesaretlendirmeye. İncelemeye. Hayal etmeye.) Yarından sonraki gün ve ondan sonraki tüm yarınlar üstüne yazmanın sebepleri, yazan insanlar kadar çok ve çeşitlidir.
Bu bir uyarı kitabıdır. Sahip olduğumuz şeylerin değerli olduğunu ve değer verdiğimiz şeylerin bazen kıymetini bilmediğimizi hatırlatır.
Henüz var olmayanın dünyasını yazma dünyasını (buna bilimkurgu veya spekülatif kurgu diyebilirsiniz; istediğiniz şekilde adlandırabilirsiniz) mümkün kılan üç ifade vardır ve bunlar basit ifadelerdir:
Ya şöyle olsa…?
Keşke…
Bu böyle sürerse…
“Ya şöyle olsa…?” ifadesi bize değişiklik verir, bizi hayatımızdan uzaklaştırır. (Ya yarın uzaylılar dünyaya inse ve bize istediğimiz her şeyi, ama bir bedel karşılığında verseler?)
“Keşke…” ifadesi yarının görkemli yönlerini ve tehlikelerini keşfetmemizi sağlar. (Keşke köpekler konuşabilseydi. Keşke görünmez olsaydım.)
“Bu böyle sürerse…” ifadesi üçü arasında en tahmin edici olanıdır, her ne kadar gerçek bir geleceği tüm karmakarışıklığı ve kargaşasıyla tahmin etmeye çalışmasa da. “Bu böyle sürerse…” ifadesi, bunun yerine günümüz hayatından bir unsuru, net, bariz ve normalde tedirgin edici bir şeyi alır ve o şey, o tek şey büyüse, her tarafa yayılsa, düşünme ve davranış tarzımızı değiştirse ne olacağını sorar. (Bu böyle sürerse, dünyanın her yerinde metin iletileriyle veya bilgisayarlarla iletişim kurulacak ve iki insanın birbiriyle doğrudan, makine kullanmadan konuşması yasaklanacak.)
Bu uyarı niteliğinde bir sorudur ve uyarı niteliğinde dünyaları keşfetmemizi sağlar.
İnsanlar spekülatif kurgunun geleceği tahmin etmekle ilgili olduğunu – yanlış bir şekilde— düşünür, oysa bu doğru değildir; veya doğruysa bile, spekülatif kurgu bu işi hiç becerememe eğilimindedir. Gelecekler birçok unsur ve bir milyar değişkenle birlikte gelen muazzam şeylerdir ve insan ırkının geleceğin ne getireceğine ilişkin tahminleri dinledikten sonra bambaşka bir şey yapmak gibi bir alışkanlığı vardır.
Spekülatif kurgunun gerçekten iyi olduğu alan gelecek değil şimdiki zamandır… şimdiki zamanın tedirgin eden veya tehlikeli bir öğesini alıp genişleterek ve ondan yola çıkıp tahminde bulunarak, bu öğeyi bu zamanın insanlarının yaptıkları şeyi farklı bir açıdan ve farklı bir yerden görmelerini sağlayacak şekilde dönüştürmektir. Uyarı niteliğindedir.
Fahrenheit 451 spekülatif kurgudur. Bir “Bu böyle sürerse…” öyküsüdür. Ray Bradbury bizim geçmişimiz olan kendi şimdiki zamanı hakkında yazıyordu. Bizi bir şeyler konusunda uyarıyordu; bunların bazıları barizdir, bazılarınıysa aradan yarım yüzyıl geçtikten sonra görmek daha zor.
Dinleyin.
Birileri size bir öykünün neyle ilgili olduğunu söylerse, muhtemelen haklıdırlar.
Öykünün yalnızca bununla ilgili olduğunu söylerlerse, kesinlikle yanılıyorlardır.
Herhangi bir öykü pek çok şeyle ilgilidir. Yazarla ilgilidir; yazarın gördüğü, uğraştığı ve içinde yaşadığı dünyayla ilgilidir; seçilen sözcüklerle ve bu sözcüklerin kullanım tarzıyla ilgilidir; öykünün kendisiyle ve öyküde olup bitenlerle ilgilidir; öyküdeki insanlarla ilgilidir; polemiktir; kanıdır.
Bir yazarın bir öykünün neyle ilgili olduğuna ilişkin fikirleri her zaman için geçerli ve doğrudur: Sonuçta kitap yazılırken yazar oradaydı. O her sözcüğü bulmuştur ve bir başka sözcük yerine belirli bir sözcüğü kullanmasının sebebini bilir. Ama yazar döneminin ürünüdür ve kitabının tam olarak nelerle ilgili olduğunu o bile göremez.
1953’ten beri yarım yüzyıldan fazla zaman geçti. 1953 Amerikası’nda, göreceli olarak yeni olan radyo aracı şimdiden oldukça gözden düşmüştü… hükümdarlığı otuz sene kadar sürmüştü, ama şimdi yeni ve heyecan verici olan televizyon aracı yükselişteydi ve radyonun dramlarıyla komedileri ya tamamen sona eriyor ya da kendilerini “aptal kutusunda”, görselliğin katılmasıyla yeniden icat ediyorlardı.
Amerika’nın haber kanalları, çocuk suçlular… tehlikeli araba kullanan ve heyecan için yaşayan ergenler konusunda uyarıda bulunuyordu. Soğuk Savaş sürmekteydi… Rusya ve müttefikleriyle Amerika ve müttefikleri arasında süren bu savaşta kimse bomba veya mermi atmıyordu, çünkü bomba atmak dünyayı Üçüncü Dünya Savaşı’na, geri dönüşü olmayan bir nükleer savaşa sokabilirdi. Gizli Komünistleri saptamak için senato soruşturmaları yapılıyor, çizgi romanların kökünü kazımak için adımlar atılıyordu. Ve akşamları aileler televizyonun başında toplanıyordu.
1950’lerde şu espri yapılıyordu: “Eskiden kimin evde olduğunu ışıklarının açık olmasından anlayabilirdiniz; şimdiyse ışıklarının kapalı olmasından anlaşılıyor.” Televizyonlar küçüktü, siyah beyazdı ve net bir görüntü elde etmek için ışıkları kapamak gerekiyordu.
Ray Bradbury, “Bu böyle sürerse… artık kimse kitap okumayacak,” diye düşündü ve böylece Fahrenheit 451 başladı. Bradbury daha önce, sırf yürüyor diye polis tarafından tutuklanan bir adamla ilgili olan “Yaya” adlı bir öykü yazmıştı. Bu öykü Bradbury’nin kurmakta olduğu dünyanın parçası haline geldi, on yedi yaşındaki Clarisse McLellan da kimsenin yürümediği bir dünyadaki bir yaya oldu.
Bradbury, “Ya şöyle olsa… itfaiyeciler evleri kurtarmak yerine onları yaksa?” diye düşündü; şimdi öykünün içine girmenin yolunu bulmuştu. Bir kitabı yakmak yerine alevlerden kurtaran, Guy Montag adlı bir itfaiyeci yarattı.
“Keşke… kitaplar kurtarılabilse,” diye düşündü. Bütün fiziksel kitapları yok ederseniz, onları nasıl kurtarabilirsiniz?
Bradbury “İtfaiyeci” adlı bir öykü yazdı. Bu öykü daha uzun olmayı talep ediyordu. Bradbury’nin yarattığı dünya daha fazlasını talep ediyordu. UCLA’in Powell Kütüphanesi’ne gitti. Bodrumda saatlik olarak, yan tarafındaki kutuya bozuk para atmak suretiyle kiralanabilen daktilolar vardı. Ray Bradbury parasını kutuya atıp öyküsünü yazdı. Hayal gücü zayıfladığında, desteğe ihtiyaç duyduğunda, bacaklarını çalıştırmak istediğinde kütüphanede gezinip kitaplara bakıyordu.
Sonra öyküsü tamamlandı.
Los Angeles İtfaiye Teşkilatı’nı arayıp, kâğıdın kaç derecede yandığını sordu. Birisi ona, "Fahrenheit 451,” dedi. Bradbury kitabının ismini bulmuştu. Bu bilginin doğru olup olmaması önemli değildi.
Kitap yayımlandı ve övgü topladı. İnsanlar kitaba bayılmıştı ve onun üstüne tartışıyorlardı. Sansürle, zihin kontrolüyle, insanlıkla ilgili bir roman, diyorlardı. Devletin hayatlarımızı kontrol etmesiyle ilgili. Kitaplarla ilgili.
Kitap, François Truffaut tarafından filme çekildi; ancak filmin sonu, Bradbury’nin romanının sonuna kıyasla daha karanlık görünür… sanki kitapları hatırlamak Bradbury’nin hayal ettiği gibi bir güvenlik ağı değil, kendi içinde bir başka çıkmaz yoldur belki.
Fahrenheit 451’i çocukken okudum: Guy Montag’ı anlamadım, yaptığı şeyleri yapmasının sebebini anlamadım, ama onu harekete geçiren kitap sevgisini anladım. Kitaplar hayatımdaki en önemli şeydi. Duvar-ekranlı dev televizyonlar, televizyondaki insanların benimle konuşacağı ve elimde senaryo olursa iştirak edebileceğim fikri kadar fütürist ve inanılmazdı. Fahrenheit asla favorilerim arasında olmadı; olamayacak kadar karanlık, karartıcıydı. Ama Gümüş Çekirgeler’de (Mars Yıllıkları’nın Büyük Britanya baskısının adıydı bu) “Usher II” adlı bir öykü okuyunca, yazarların ve hayal gücünün yasaklı olduğu dünyayı vahşi bir çeşit bildik neşeyle tanıdım.
Fahrenheit 451’i ergenlik dönemimde tekrar okuduğumda, özgürlükle ve kendi başına düşünmekle ilgili bir kitaba dönüşmüştü artık. Kitaplara ve kitap kapaklarının arasındaki muhalifliğe değer vermekle ilgiliydi. Biz insanların kitap yakmakla başlayıp sonunda insanları yakmasıyla ilgiliydi.
Kitabı bir yetişkin olarak tekrar okuduğumda, onun karşısında bir kez daha hayrete kapıldığımı gördüm. Evet, o bütün bunların hepsi… ama aynı zamanda bir dönem romanı. Tasvir edilen, dört duvarlı televizyon aslında 1950’lerin televizyonu: senfoni orkestralı ve seviyesiz komedyenli varyeteler, pembe diziler. Eğlencesine hızlı araba süren çılgın ergenlerin, bazen ısınan ve sonu gelmez bir soğuk savaşın, işleri ve kocalarınınki dışında kimlikleri yok gibi görünen kadınların, tazılar (hatta mekanik tazılar) tarafından kovalanan kötü adamların dünyası, 1950’lerden olabildiğince beslenen bir dünya olduğunu hissettiriyor.
Bugün veya yarından sonraki gün bu kitabı bulan genç bir okuyucunun önce bir geçmişi, sonra da bu geçmişe ait bir geleceği hayal etmesi gerekecek.
Ama yine de kitabın özü değişmedi ve Bradbury’nin ortaya attığı sorular geçerliliğini ve önemini koruyor.
Neden kitaplardaki şeylere ihtiyacımız var? O şiirlere, denemelere, öykülere? Yazarlar bu konuda görüş birliğinde değildir. Yazarlar insandır, yanılabilir ve aptaldır. Sonuçta öyküler yalandır; asla var olmamış insanları ve asla başlarına gelmemiş şeyleri anlatırlar. Neden onları okuyalım ki? Neden umursayalım?
Anlatıcı ve öykü çok farklı şeylerdir. Bunu unutmamalıyız.
Fikirler – yazılı fikirler— özeldir. Öykülerimizi ve düşüncelerimizi nesilden nesle aktarmamızın yoludurlar. Onları yitirirsek ortak tarihimizi yitiririz. Bizi insan yapan şeyin çoğunu yitiririz. Ayrıca kurgu empati kurmamızı sağlar: Bizi başka insanların zihnine sokar, dünyayı onların gözünden görme armağanını verir. Kurgu, doğru şeyleri bize anlatıp duran bir yalandır.
Ray Bradbury’yi hayatının son otuz yılında tanıdım ve öyle şanslıydım ki. Espriliydi, kibardı ve her zaman (hayatının sonunda, yaşlılıktan körleştiğinde ve tekerlekli sandalyeye mahkûm olduğunda bile, o zaman bile) şevkliydi. Bir şeyleri umursardı, tamamen ve bütünüyle. Oyuncakları, çocukluğu ve filmleri umursardı. Kitapları umursardı. Öyküleri umursardı.
Bu kitap bir şeyleri umursamakla ilgilidir. Kitaplara yazılmış bir aşk mektubudur, ama bence bir o kadar da insanlara ve 1920’lerin Waukegan, Illinois’unun dünyasına, Ray Bradbury’nin çocukluğunu geçirdiği ve çocuklukla ilgili kitabı Karahindiba Şarabı’nda Green Town olarak ölümsüzleştirdiği dünyaya yazılmış bir aşk mektubudur.
Başladığımızda dediğim gibi: Birileri size bir öykünün neyle ilgili olduğunu söylerse, muhtemelen haklıdırlar. Öykünün yalnızca bununla ilgili olduğunu söylerlerse, kesinlikle yanılıyorlardır. Dolayısıyla size Ray Bradbury’nin uyarı niteliğindeki, takdire şayan kitabı Fahrenheit 451 hakkında söylediğim her şey eksik olacak. Bu kitap bunlarla ilgili, evet. Ama bundan fazlası aynı zamanda. Bu kitap sayfalarının arasında bulacağınız şeylerle ilgili.
(Son bir not olarak şunu söyleyeyim ki, e-kitapların gerçek kitap olup olmadığını tartıştığımız bugünlerde Ray Bradbury’nin sondaki kitap tanımının genişliğine bayılıyorum; kitaplarımızı kapaklarına göre yargılamamamız gerektiğini ve bazı kitapların kusursuzca insan şeklindeki kapakların arasında var olduğunu söyler.)

    Nisan 2013
    Çizgili kâğıt verirlerse, yan çevirip yaz.
    – Juan Ramón Jiménez

Birinci Kısım
ŞÖMİNE VE SEMENDER
Yakmak bir zevkti.
Bir şeylerin yendiğini görmek, karardığını ve değiştirildiğini görmek özel bir zevkti. Pirinç hortum başı yumruk olmuş ellerindeyken, bu büyük piton zehirli kerosenini dünyaya tükürürken, kendisinin başı kanla zonklarken ve tarihin paçavraları ile kömürleşmiş kalıntılarını alaşağı eden elleri tutuşturmanın ve yakmanın tüm senfonilerini çalan muhteşem bir orkestra şefinin elleri gibiyken. Hissiz başında 451 numaralı sembolik kaskıyla ve gözleri şimdi olacakların düşüncesiyle turuncu alevlere bürünmüşken ateşleyiciyi çalıştırmasıyla birlikte ev akşam göğünü kırmızı, sarı ve siyaha boyayan obur bir ateşle havaya sıçradı. Adam bir ateşböceği sürüsünün ortasında uzun adımlarla yürüdü. Kitaplar evin sundurmasında ve çimenliğinde güvercin kanatlarını çırparak ölürken, adam marşmelov geçirilmiş bir çubuğu tıpkı eski fıkradaki gibi fırına sokmayı her şeyden çok istiyordu. Yakma işi sebebiyle kararmış rüzgâr parlak girdaplar halinde havaya yükselen kitapları önüne katıp götürürken.
Montag hafifçe yanan ve alevler karşısında gerilemek durumunda kalan insanların vahşi sırıtışıyla sırıttı.
İtfaiye binasına döndüğünde, aynada göreceği kendine, yanık şişe mantarıyla karartılmış yüzüyle zenci kılığına girmiş o göstericiye göz kırpabileceğini biliyordu. Sonradan, uykuya dalarken, yüz kaslarının hâlâ koruduğu vahşi gülümsemeyi karanlıkta hissedeceğini biliyordu. O gülümseme asla gitmemişti; Montag’ın hatırladığı kadarıyla asla, asla gitmemişti.
Böcek siyahı kaskını asıp parlattı; ateşe dayanıklı ceketini düzgünce astı; güzelce duş aldıktan sonra elleri ceplerinde ıslık çalarak itfaiye binasının üst katına çıktı ve delikten içeri düştü. Son anda, tam felaket kaçınılmaz gibiyken, ellerini ceplerinden çıkarıp altın sarısı direğe tutunarak düşüşünü durdurdu. Gıcırdayarak kaydıktan sonra, topuklarıyla alt katın beton zemini arasında iki buçuk santim kalmışken durdu.
İtfaiye binasından çıktı ve gece yarısı sokağında metroya doğru yürüdü; hava tahrikli sessiz tren yerin altındaki yağlanmış borudan sessizce, çıt çıkarmadan geçerek Montag’ı banliyöye çıkan, krem rengi fayanslı yürüyen merdivene, bol miktarda ılık hava püskürterek bıraktı.
Montag yürüyen merdivenin onu dingin gece havasına taşımasına izin verirken ıslık çaldı. Köşeye doğru yürürken, belirli bir şey hakkında düşünmüyordu pek. Ama köşeye yaklaşınca birden yavaşladı… sanki durup dururken rüzgâr esmiş gibi, sanki biri adını seslenmiş gibi.
Son birkaç gecedir, yıldızların ışığında evine doğru yürürken, buradaki köşenin hemen ardında uzanan kaldırımla ilgili son derece şüphe uyandırıcı hislere kapılmıştı. Köşeyi dönmesinden hemen önce orada biri olduğunu hissetmişti. Hava özel bir çeşit dinginlikle yüklü oluyordu, sanki biri orada sessizce beklemiş ve Montag’ın gelmesinden sadece bir saniye önce gölgeye dönüşüverip onun geçmesine izin vermiş gibi. Belki de Montag’ın burnu hafif parfüm kokusu alıyordu; belki de ellerinin tersinin ve yüzünün derisi, bu noktada durmuş birinin tam oradaki havanın sıcaklığını bir anlığına on derece yükselttiğini hissediyordu. Anlamak mümkün değildi. Montag o köşeyi her dönüşünde beyaz, kullanılmayan, yer yer göçmüş kaldırımı görüyordu sadece; bir gece, bir şeyin bir çimenlikten hızla geçtiğini ve kendisinin gözlerini odaklamasına veya konuşmasına fırsat kalmadan ortadan kaybolduğunu görmüştü belki, o kadar.
Ama bu gece, neredeyse duracak kadar yavaşladı. Onun yerine köşeyi dönmek için dışarı uzanan içsel zihni çok hafif bir fısıltı duymuştu. Nefes sesi mi? Yoksa orada çok sessizce durarak bekleyen biri atmosferi mi sıkıştırmıştı yalnızca?
Montag köşeyi döndü.
Güz yaprakları ay ışığıyla aydınlanan kaldırımda öyle bir şekilde savruluyordu ki, orada rüzgârla yaprakların kendisini ilerletmesine izin veren kızın hareketli bir bandın üstünde sabitmiş gibi görünmesine yol açıyordu. Kız ayakkabılarının dönen yaprakları hareket ettirmesini seyretmek için başını yarı eğmişti. İnce, süt beyazı yüzünde her şeye yorulmak bilmez bir merakla dokunan bir çeşit sevecen açlık vardı. Solgun yüzünden neredeyse şaşkınlık akıyordu; koyu gözleri dünyaya öyle odaklanmıştı ki, hiçbir hareketi gözden kaçırmıyorlardı. Elbisesi beyazdı ve fısıldıyordu. Montag yürüyen kızın ellerinin hareketlerini ve şimdi sonsuzca küçük bir sesi, kızın kaldırımın ortasında durup bekleyen bir adama çarpmasına sadece bir an kaldığını keşfedince beyaz yüzünü çevirmesiyle çıkan sesi duyar gibi oldu.
Tepedeki ağaçlar kuru yağmurlarını büyük bir gürültüyle yağdırdı. Kız durdu ve şaşkınlıkla geri çekilecekmiş gibi göründü… ama bunun yerine öylece durup Montag’ı öyle koyu, parlak ve canlı gözlerle inceledi ki Montag kendini muhteşem bir laf etmiş gibi hissetti. Ama ağzının yalnızca merhaba demek için kımıldadığını biliyordu ve kız onun kolundaki semender ile göğsündeki anka diski tarafından hipnotize edilmiş gibi görününce, Montag tekrar konuştu.
“Elbette… sen yeni komşumuzsun, değil mi?”
“Siz de…” Kız gözlerini Montag’ın taşıdığı mesleki sembollerden kaldırdı. “…itfaiyeci olmalısınız.” Sesi giderek alçaldı ve sustu.
“Bunu ne tuhaf söyledin.”
Kız yavaşça, "Ben… gözlerim kapalı bile olsa anlardım,” dedi.
Montag gülerek, “Nereden… kerosen kokusundan mı?” diye sordu. “Karım hep yakınır. Ne kadar yıkarsan yıka, asla tamamen çıkmaz.”
Kız huşuyla, "Evet, çıkmaz,” dedi.
Montag kızın hiç kımıldamadan onun etrafında turladığını, onu tepeden tırnağa incelediğini, usulca sarstığını ve ceplerini boşalttığını hissetti.
“Kerosen bana parfüm gibi gelir,” dedi, çünkü sessizlik uzamıştı.
“Sahiden öyle mi gelir?”
“Elbette. Neden olmasın ki?”
Kız bunu düşünmek için kendine zaman tanıdı. “Bilmem.” Evlerine giden kaldırıma döndü. “Evime gidiyorum… sizinle birlikte yürümemin mahzuru var mı? Ben Clarisse McClellan.”
“Clarisse. Guy Montag. Gel haydi. Bu saatte neden ortalarda dolanıyorsun? Kaç yaşındasın?”
Ilık ve serin rüzgârlar esen gecede, gümüşiye boyanmış kaldırımda yürüdüler; havada taze kayısı ve çilek kokusu vardı belli belirsiz… Montag etrafa bakındı ve mevsimin bu geç vaktinde bunun tamamen olanaksız olduğunu fark etti.
Şimdi yalnızca onunla yürüyen kız vardı, yüzü ay ışığında kar gibi parlaktı ve Montag kızın onun sorduğu soruları düşündüğünü, verebileceği en iyi yanıtları aradığını biliyordu.
“Eh, on yedi yaşındayım ve deliyim,” dedi kız. “Amcam bu ikisinin hep el ele gittiğini söyler. İnsanlar yaşını sorunca, on yedi yaşındayım ve deliyim de hep, dedi. Gecenin bu vakti, yürüyüş yapmak için güzel değil mi? Ben bir şeylerin kokusunu almayı, bir şeylere bakmayı severim; bazen bütün gece ayakta kalıp yürürüm ve güneşin doğuşunu seyrederim.”
Tekrar sessizce yürüdüler ve sonunda kız düşünceli bir edayla konuştu: “Anlarsın ya, senden hiç korkmuyorum.”
Montag şaşırdı. “Neden korkasın ki?”
“Öyle çok kişi korkuyor ki. İtfaiyecilerden korkuyorlar yani. Ama sen altı üstü bir insansın…”
Montag kızın gözlerinde kendini, o iki parlak ve ışıltılı su damlasının içinde asılı kalmış karanlık ve küçücük halini gördü; ağız kenarlarındaki kırışıklıklara varana dek tüm ayrıntılar, her şey oradaydı… sanki kızın gözleri onu yakalayıp bir arada tutabilecek iki mucizevi, menekşe rengi kehribar parçasıydı. Kızın şimdi ona dönük olan yüzü, içinde yumuşak ve daimi bir ışık olan narin süt kristaliydi. Elektriğin histerik ışığı değildi bu… neydi peki? Tuhaf bir şekilde rahatlatıcı, nadide ve hafifçe titreşen mum ışığıydı. Montag çocukken bir keresinde, elektrik kesildiğinde annesi son mumu bulup yakınca, çabucak geçen bir saatliğine yeniden keşif yaşamıştı; öyle bir aydınlık vardı ki mekân engin boyutlarını yitirerek onlara rahatça sokulmuştu ve onlar, baş başa ve dönüşmüş olan anneyle oğul elektriğin çok çabuk gelmemesini ummuşlardı…
Sonra Clarisse McClellan konuştu:
“Bir soru sorabilir miyim? Ne kadar zamandır itfaiyecilik yapıyorsun?”
“Yirmi yaşımdan beri… on yıldır.”
“Yaktığın kitapları okuduğun oluyor mu?”
Montag güldü. “Bu kanuna aykırı!”
“Ah. Elbette.”
“İyi bir iş. Pazartesileri Millay, çarşambaları Whitman, cumaları da Faulkner kitaplarını yakıp kül ederiz; sonra da külleri yakarız. Resmi sloganımız bu.”
Biraz daha yürümelerinden sonra kız, “Çok eskiden itfaiyecilerin yangınları başlatmak yerine söndürdüğü doğru mu?” diye sordu.
“Hayır. Evler hep yangına dayanıklıydı, inan bana.”
“Tuhaf. Bir keresinde duyduğuma göre, çok eskiden evler kazayla yanarmış ve itfaiyecilere alevleri söndürmeleri için ihtiyaç duyarlarmış.”
Montag güldü.
Kız çabucak başını çevirip göz attı. “Neden gülüyorsun?”
“Bilmem.” Montag tekrar gülmeye başladıktan sonra durdu. “Neden sordun?”
“Espri yapmadığım halde gülüyorsun ve anında yanıt veriyorsun. Sana ne sorduğumu durup düşünmüyorsun hiç.”
Montag yürümeyi kesti. Kıza bakarak, “Sen cidden tuhafsın,” dedi. “Hiç saygın yok mu?”
“Hakaret etmişim gibi olmasını istemiyorum. Ben sadece insanları izlemeyi fazla seviyorum sanırım.”
“Peki bu sana hiçbir şey ifade etmiyor mu?” Montag kömür rengi yenine dikilmiş 451 sayısına pat pat vurdu.
Kız, “Ediyor,” diye fısıldadı. Adımlarını hızlandırdı. “Şu taraftaki bulvarlarda yarışan jet arabalarını seyrettin mi hiç?”
“Konuyu değiştiriyorsun!”
“Sürücülerin çimenlerin, çiçeklerin ne olduğunu bilmediklerini düşünürüm bazen; çünkü onları asla yavaş giderken görmezler,” dedi kız. “Bir sürücüye yeşil bir bulanıklık göstersen ‘Ah evet! Bunlar çimen!’ der. Pembe bir bulanıklık? ‘Bu bir gül bahçesi!’ Beyaz bulanıklıklar evlerdir. Kahverengi bulanıklıklar ineklerdir. Amcam bir keresinde bir otobanda yavaş araba sürmüştü. Saatte altmış beş kilometreyle gitti diye onu iki gün hapiste tuttular. Bu hem komik hem üzücü, değil mi?”
Montag huzursuzca, "Fazla şey düşünüyorsun,” dedi.
“Benim ‘oturma odası duvarları’nı seyrettiğim veya yarışlara, Eğlence Parklarına gittiğim nadirdir. O yüzden çılgınca şeyler düşünmeye bol bol zamanım oluyor sanırım. Şehrin ötesindeki altmış metrelik reklam panolarını gördün mü? Bir zamanlar reklam panolarının uzunluğunun sadece altı metre olduğunu biliyor muydun? Ama arabalar çok hızlı geçmeye başlayınca, sürücüler reklamları görebilsin diye panoları genişletmek zorunda kaldılar.”
“Bunu bilmiyordum!” Montag birden güldü.
“Bahse girerim ki bilmediğin bir şey daha biliyorum. Sabahları çimenlerin üstünde çiy oluyor.”
Montag bunu bilip bilmediğini o an hatırlayamayınca oldukça sinirlendi.
“Ve bakarsan…” —Kız başıyla göğü gösterdi— “…ayda bir adam var.”
Montag bakmayalı epey olmuştu.
Yolun geri kalanını sessizce yürüdüler; kız düşüncelere dalmıştı… Montag ise gergin, rahatsız bir halde susuyor ve kıza suçlayıcı bakışlar atıyordu. Kızın evine vardıklarında, evin bütün ışıkları yanmaktaydı.
“Neler oluyor?” Montag’ın bir evde bu kadar çok ışık yandığını gördüğü nadirdi.
“Ah, annemle babam ve amcam oturmuş konuşuyorlar, o kadar. Sokaklarda gezinmek gibi, ama daha nadir. Amcam bir keresinde de sokaklarda gezindiği için – sana söylemiş miydim?– tutuklanmıştı. Ah, biz çok tuhafız.”
“Peki ne hakkında konuşuyorsunuz?”
Kız buna güldü. “İyi geceler!” Bahçe yolunda yürümeye başladı. Sonra bir şey hatırlamış gibi dönüp geri geldi ve Montag’a hayretle, merakla baktı. “Mutlu musun?” diye sordu.
Montag, “Ne miyim?” diye haykırdı.
Ama kız gitmişti bile… ay ışığında koşuyordu. Evinin ön kapısı usulca kapandı.
“Mutlu muymuşum! Ne saçma!”
Montag gülmeyi kesti.
Elini ön kapısının eldiven deliğine soktu ve dokunuşunun onu tanımasını bekledi. Ön kapı kayarak açıldı.
Montag sessiz odalara Tabii ki mutluyum. Ne sanıyor ki? Mutlu olmadığımı mı? diye sordu. Holde durup yukarıdaki havalandırma ızgarasına bakarken birden ızgaranın ardında bir şeylerin gizli olduğunu hatırladı; o şeyler şimdi yukarıdan kendisine bakıyordu sanki. Montag gözlerini çabucak kaçırdı.
Bu tuhaf gecede ne tuhaf bir görüşme yapmıştı. Buna benzer bir şey hatırlamıyordu; bir sene önce, bir ikindi vakti parkta yaşlı bir adamla karşılaştığı ve konuştukları zaman hariç…
Montag başını iki yana salladı. Boş bir duvara baktı. Kızın yüzü oradaydı, bellekte gerçekten çok güzeldi: Hatta hayret verici ölçüde güzeldi. Yüzü incecikti, bir gece yarısı karanlık bir odada küçük bir saatin hayal meyal görülen kolu gibiydi… hani uyanıp da saate bakmak istersiniz ve saatin size vakti dakikasına ve saniyesine dek söylediğini görürsünüz, beyaz bir sessizlik içinde parlamaktadır, tamamen kendinden emindir ve ilerideki karanlıklara, ama aynı zamanda yeni bir güneşe doğru da hızla ilerleyen gece hakkında ne söylemesi gerektiğini bilir.
Montag o diğer benliğe, bilinçaltındaki bazen saçmalayan ve iradeden, alışkanlıktan, vicdandan tamamen bağımsız o budalaya, “Ne?” diye sordu.
Tekrar duvara baktı. Kızın yüzü de aynaya ne çok benziyordu. Bu imkânsızdı; ne de olsa insan kendi ışığını ona yansıtan kaç kişi tanırdı ki? İnsanlar daha çok – benzetme yapmak isteyen Montag mesleğinden ilham aldı— meşaleye benzerdi, bir esintiyle sönene dek yanarlardı. Başka kişilerin yüzlerinin insana kendi yüz ifadesini, içini ürperten en gizli düşüncelerini yansıtması ne kadar nadirdi?
O kızın özdeşleşme gücü ne inanılmazdı; bir kukla gösterisini hevesle izleyen ve her gözkapağı titreşimini, her el ve parmak hareketini başlamasından bir saniye önce öngören bir seyirci gibiydi. Ne kadar süre birlikte yürümüşlerdi? Üç dakika? Beş? Oysa bu süre şimdi ne kadar uzun geliyordu. O kız, Montag’ın karşısındaki sahnede ne devasa bir figürdü; zayıf vücudu duvara ne etkileyici bir gölge düşürüyordu! Montag kendisinin gözü kaşınsa kızın gözlerini kırpıştırabileceğini hissediyordu. Kendisinin çene kasları hafifçe gerilirse de kız ondan çok önce esnerdi.
Aslında şimdi düşünüyorum da, gecenin köründe sokakta beni bekler gibiydi sanki… diye düşündü.
Yatak odası kapısını açtı.
Ay battıktan sonra bir anıtmezarın mermer zeminli soğuk odasına girmek gibiydi bu. İçerisi zifiri karanlıktı, dışarıdaki gümüşi dünyadan eser yoktu, pencereler sımsıkı kapalıydı, oda büyük şehrin hiçbir sesinin giremeyeceği bir mezar dünyasıydı. Oda boş değildi.
Montag kulak kabarttı.
Havada dans eden, sivrisinek sesini andıran hafif, zarif vızıltı; özel, pembe, sıcak yuvasında keyif çatan gizli bir eşekarısının elektriksi mırıltısı. Bu müzik sesi, Montag’ın ezgiyi takip edebileceği kadar yüksekti neredeyse.
Gülümsemesinin donyağından bir deri, fazla uzun süre yanmış, çökmüş ve söndürülmüş düşsel bir mumun maddesi gibi kayıp gittiğini, eridiğini, katlanıp kendi içine göçtüğünü hissetti. Karanlık. Montag mutlu değildi. Mutlu değildi. Bu sözcükleri kendine söyledi. Bunun işin doğrusu olduğunu anladı. Mutluluğunu maske gibi takıyordu, o kız da maskeyi kapıp çimenlikte koşarak gitmişti ve onun kapısını çalıp maskeyi geri istemenin yolu yoktu.
Montag ışığı açmayıp, bu odanın nasıl göründüğünü hayalinde canlandırdı. Karısı yatağa uzanmıştı, üstü açıktı ve soğuktu, bir mezar kapağının üstünde sergilenen bir ceset gibiydi, görünmez çelik tellerle tavana sabitlenmiş gözleri kımıldatılamazdı. Kulaklarının içinde, sımsıkı geçirilmiş küçük Denizkabuklarından, yüksük radyolardan gelen, onun uyumayan zihninin kıyısına vuran bir elektronik ses, müzik ve konuşma, müzik ve konuşma okyanusu vardı. Oda sahiden de boştu. Her gece gelen dalgalar Mildred’ı büyük ses gelgitleriyle alıp götürüyor, gözleri fal taşı gibi açık kadını sabaha doğru salındırıyordu. Son iki yılda Mildred’ın o denizde yüzmediği, ona üçüncü kez seve seve dalmadığı bir gece olmamıştı.
Oda soğuktu, ama buna karşın Montag nefes alamadığını hissetti. Perdeleri ve Fransız pencereleri açmak istemiyordu, çünkü ayın odaya girmesini istemiyordu. Bu yüzden, kendini bir saat içinde havasızlıktan ölecek bir adam gibi hissederek, açık ve ayrı, dolayısıyla da soğuk yatağına el yordamıyla gitti.
Ayağının yerdeki nesneye çarpmasından bir saniye önce, öyle bir nesneye çarpacağını bildi. Köşeyi dönüp de kızı az kalsın yere sermesinden önce hissettiği duygunun benzeriydi bu. İleriye titreşimler gönderen ayağı hareket ederken, yolundaki küçük engelden gelen yankıları aldı. Ayağı tekmeledi. Nesne boğuk bir tıngırtıyla karanlığın içine yuvarlandı.
Montag dimdik durup tamamen özelliksiz gecede, karanlık yatakta yatan kişiye kulak kabarttı. Burun deliklerinden çıkan nefes öyle hafifti ki yaşamın ancak en uzak uçlarını, küçük bir yaprağı, siyah bir kuştüyünü, tek bir saç telini kımıldatıyordu.
Montag dışarıdan ışık gelmesini hâlâ istemiyordu. Ateşleyicisini çıkardı, onun gümüş diskine kazılı semenderi hissetti, onu yaktı…
Elinde tuttuğu küçük ateşin ışığında, iki aytaşı aşağıdan ona baktı; dünyanın hayatının onlara dokunmadan aktığı berrak bir derede gömülü iki solgun aytaşı.
“Mildred!”
Mildred’ın yüzü, üstüne yağmur yağabilecek ama yağmuru hissetmeyen, karla kaplı bir ada gibiydi; bulutlar hareketli gölgelerini onun üstünden geçirebilirdi ama o gölgeleri hissetmiyordu. Kulaklarına sımsıkı geçirilmiş yüksük eşekarılarının şarkısı vardı sadece ve gözleri tamamen cam gibiydi, nefesi burun deliklerine usulca ve hafifçe girip çıkıyordu; nefesinin girmesi ya da çıkması, çıkması ya da girmesi Mildred’ın umurunda değildi.
Montag’ın ayağıyla tekmelediği nesne şimdi onun yatağının kenarının altında parlıyordu. Günün daha erken saatlerinde otuz kapsülle dolu olan o küçük, kristal uyku hapı şişesi şimdi minik alevin ışığında kapaksız ve boş halde yatmaktaydı.
Montag öylece dururken, evin yukarısındaki gökyüzü çığlık attı. Müthiş bir yırtılma sesi koptu; sanki iki dev el, on beş bin kilometrelik siyah keteni dikiş yerinden yırtmıştı. Montag ortadan ikiye bölünmüştü. Göğsünün kesilerek ayrıldığını hissetti. Jet bombardıman uçakları geçiyor, geçiyor, geçiyordu; bir iki, bir iki, bir iki, altı tanesi, dokuz tanesi, on iki tanesi, bir tane, bir tane, bir tane ve sonra bir tane daha, bir tane daha, bir tane daha… hepsi Montag’ın yerine çığlık atıyordu. Montag kendi ağzını açtı ve onların haykırışının aşağı inip kendi sergilenen dişlerinin arasından çıkmasına izin verdi. Ev sarsıldı. Montag’ın elindeki ateş söndü. Aytaşları gözden kayboldu. Montag elinin telefona uzandığını hissetti.
Jetler gitmişti. Montag dudaklarının kımıldadığını, telefonun ahizesine sürtündüğünü hissetti. “İlkyardım hastanesi.” Korkunç bir fısıltı.
Montag siyah jetlerin sesinin yıldızları un ufak ettiğini ve sabahleyin yeryüzünün yıldızların tuhaf bir karı andıran tozuyla kaplı olacağını hissetti. Karanlıkta titreyerek dururken ve dudaklarının sürekli kımıldamasına izin verirken aklından geçen aptalca düşünce buydu.
Bir makineleri vardı. Aslında iki makineleri vardı. Biri denize inerdi, birikmiş bütün eski sular ile eski zamanı aramak için yankılı bir kuyuya inen siyah kobra misali. Ağır ağır kaynayarak tepeye akan yeşil maddeyi içerdi. Karanlığı içer miydi? Yıllarca birikmiş bütün zehirleri emer miydi? Sessizce beslenirken, arada sırada içsel boğulma ve körlemesine arama sesi çıkarıyordu. Bir Göz’ü vardı. Makinenin kişisellikten uzak operatörü özel bir optik kask taktığından, içini dışarı pompaladığı kişinin ruhuna bakabilirdi. Göz ne görüyordu? Adam söylemiyordu. Göz’ün gördüklerini görüyor, ama aslında görmüyordu. Bu operasyonun tamamı, insanın kendi bahçesinde hendek kazmasına benziyordu. Yataktaki kadın, ulaştıkları sert bir mermer katmanından fazlası değildi. Yine de devam edin, sondayı içeri sokun, boşluğu çekin, öyle bir şey zonklayan emiş yılanıyla dışarı çıkarılabilirse tabii. Operatör ayakta durarak sigara içiyordu. Diğer makine de çalışmaktaydı.
Diğer makineyi leke tutmaz kırmızımsı kahverengi iş tulumu giymiş, kişisellikten aynı ölçüde uzak biri kullanıyordu. Bu makine vücuttaki bütün kanı dışarı pompalayıp, yerine taze kan ve serum geçiriyordu.
Sessiz kadının başında duran operatör, “İki taraftan da temizlemek gerek,” dedi. “Kanı temizlemeyince, mideyi temizlemenin anlamı yok. O madde kanda kalırsa kan beyne tokmak gibi, bam bam diye birkaç bin kez vurur ve sonunda beyin bir anda pes eder, duruverir.”
“Kes şunu!” dedi Montag.
“Ben sadece söylüyordum,” dedi operatör.
Montag, “İşiniz bitti mi?” diye sordu.
Makineleri sımsıkı kapadılar. “İşimiz bitti.” Montag’ın öfkesinden hiç etkilenmemişlerdi. Öylece dururlarken, burunlarının etrafından kıvrılarak gözlerine giren sigara dumanına karşın gözlerini kırpıştırmıyor veya kısmıyorlardı. “Ücreti elli dolar.”
“Neden önce onun iyi olup olmayacağını söylemiyorsunuz?”
“Tabii, iyi olacak. Zararlı maddenin hepsini buraya, bavulumuzun içine koyduk; artık ona zarar veremez. Dediğim gibi, eskiyi çıkarıp yeniyi koyunca iş tamamdır.”
“İkiniz de doktor değilsiniz. Neden İlkyardım’dan doktor göndermediler?”
“Aman!” Operatörün sigarası dudağının üstünde kımıldadı. “Gecede böyle dokuz on vaka alıyoruz. Sayıları öyle çok ki, birkaç yıl önce özel makineleri yaptırdık. Optik lensli olan yeniydi tabii; gerisi çok eski. Böyle vakalarda doktora gerek yok; sorunu yarım saatte temizlemek için iki teknik eleman yeterli. Bak…” —Adam kapıya doğru yürüdü— “…gitmeliyiz. Benim emektar kulak yüksüğünden bir çağrı daha aldım şimdi. On sokak ötede. Biri daha hap şişesini boşaltmış. Bize tekrar ihtiyacın olursa ararsın. Sakin kalmasına dikkat et. Kontrasedatif verdik. Uyanınca acıkmış olacak. Hoşçakal.”
Dümdüz ağızları sigaralı adamlar, şişen engerek gözlü adamlar makinelerini ve tüplerini; sıvı melankolinin ve ağır ağır akan koyu, vıcık vıcık, isimsiz maddelerinin bulunduğu bavulu alıp uzun adımlarla kapıdan çıktı.
Montag bir sandalyeye çöküp bu kadına baktı. Kadının gözleri şimdi zarif bir şekilde kapalıydı; Montag avucunda onun nefesinin sıcaklığını hissetmek için elini koydu.
“Mildred,” dedi sonunda.
Sayımız çok fazla, diye düşündü. Milyarlarcayız ve bu çok fazla. Kimse kimseyi tanımıyor. Yabancılar gelip mahremiyetimizi ihlal ediyor. Yabancılar gelip kalbimizi söküyor. Yabancılar gelip kanımızı alıyor. Ulu Tanrım, o adamlar kimdi? Onları daha önce hiç görmemiştim!
Yarım saat geçti.
Bu kadının kan dolaşımı yeniydi ve ona yeni bir şey yapmış gibiydi. Kadının yanakları pespembeydi; dudakları çok tazeydi ve canlı renkliydi… yumuşak ve rahat görünüyorlardı. Orada başka birinin kanı vardı. Başka birinin bedeni, beyni ve hafızası da olsaydı keşke. Keşke Mildred’ın zihnini alıp kuru temizlemeciye götürebilseler ve ceplerini boşaltıp, buharlayıp, temizleyip, tekrar toparlayıp sabahleyin geri getirebilselerdi. Keşke…
Montag kalkıp önce perdeleri, sonra da içeri gece havası girsin diye pencereleri açtı. Saat sabahın ikisiydi. Montag’ın sokakta Clarisse McClellan ile karşılaşmasından, eve gelmesinden, karanlık odaya girmesinden ve ayağının küçük kristal şişeye çarpmasından beri yalnızca bir saat mi geçmişti? Yalnızca bir saat; ama o sözcük erimiş ve yeni, renksiz bir formla peydah olmuştu.
Ayın renklendirdiği çimenliğin ötesinden, Clarisse ile babasının, annesinin ve amcasının evinden kahkahalar geliyordu; öyle usulca ve içtenlikle gülümsüyorlardı ki. Her şeyden öte, gecenin köründe, diğer bütün evler karanlıkta kendi başlarına takılırken ışıl ışıl aydınlanan o evden gelen kahkahaları rahat ve samimiydi, kesinlikle zorlama değildi. Montag seslerin konuşup durduğunu, verdiğini, konuştuğunu, hipnotik ağlarını tekrar tekrar ördüğünü duyuyordu.
Montag hiç düşünmeden Fransız pencerelerden çıkıp çimenliği geçti. Konuşan evin önünde, gölgelerin içinde durdu; kapılarını çalıp, “Girmeme izin verin. Bir şey söylemem. Sadece dinlemek istiyorum. Ne diyordunuz?” diye fısıldamayı bile düşündü.
Ama bunun yerine öylece durdu; çok üşüyordu, yüzü buzdan bir maskeydi, bir erkeğin (Amca mıydı?) rahat rahat konuşmasını dinledi:
“Eh, sonuçta tek kullanımlık mendillerin çağı bu. Burnunu bir insana doğru sümkürürsün, kâğıt mendille silersin, mendili atıp sifonu çekersin, sonra bir başkasına uzanırsın, sümkürürsün, silersin, atıp sifonu çekersin. Herkes birbirinin smokin kuyruklarını kullanıyor. Ev sahibi takımı nasıl destekleyebilirsin ki, elinde bir program bile yoksa veya isimlerini bilmiyorsan? Hatta sahaya koşar adım çıkarlarken hangi renkte forma giydiklerini bile bilmiyorsan?”
Montag kendi evine geri döndü, pencereyi ardına kadar açık bıraktı, Mildred’ı kontrol etti, üstünü özenle örttü, sonra da uzandı; ay ışığı, kaşlarını çatmasıyla alnında oluşan çizgileri ve elmacık kemiklerini aydınlatıyordu, ay ışığı her gözde damıtılarak orada gümüşi bir katarakt oluşturuyordu.
Bir yağmur damlası. Clarisse. Bir başka damla. Mildred. Üçüncü bir damla. Amca. Dördüncü bir damla. Bu geceki yangın. Bir, Clarisse. İki, Mildred. Üç, amca. Dört, yangın. Bir, Mildred, iki, Clarisse. Bir, iki, üç, dört, beş, Clarisse, Mildred, amca, yangın, uyku hapları, adamlar, tek kullanımlık mendiller, smokin kuyrukları, sümkür, sil, atıp sifonu çek, Clarisse, Mildred, amca, yangın, haplar, kâğıt mendiller, sümkür, sil, atıp sifonu çek. Bir, iki, üç, bir, iki, üç! Yağmur. Fırtına. Gülen amca. Alt katta gök gürlemesi. Bütün dünya sağanak halinde yağıyordu. Bir volkandan fışkıran alevler. Hepsi de kesik kesik gürleyerek, nehre dönüşen bir akıntı halinde hızla aşağıya, sabaha doğru akıyordu.
Montag, “Artık hiçbir şey bilmiyorum,” dedi ve dilinin üstünde bir uyku pastilinin erimesine izin verdi.
Sabah dokuzda, Mildred’ın yatağı boştu.
Montag ayağa fırladı ve kalbi küt küt atarak holde koşup mutfak kapısının önünde durdu.
Örümceği andıran metal bir el, gümüşi ekmek kızartma makinesinden fırlayan dilimi kapıp erimiş tereyağına buladı.
Mildred kızarmış ekmeğin tabağına getirilmesini seyretti. İki kulağı da, vızıldayarak saati geçiren elektronik arılarla tıkalıydı. Mildred birden yukarı bakıp da Montag’ı görünce başıyla selam verdi.
Montag, “İyi misin?” diye sordu.
Denizkabuğu Kulak Yüksükleri’yle on yıllık çıraklık dönemi geçirmiş olan Mildred dudak okumakta ustaydı. Tekrar başını sallayarak onayladı. Ekmek kızartma makinesini, tıkırdayarak bir başka ekmek dilimini kızartmaya ayarladı.
Montag oturdu.
“Neden bu kadar açım bilmiyorum,” dedi karısı.
“Sen…”
“Açım…”
Montag, “Dün gece…” diye söze başladı.
“İyi uyumadım. Kendimi berbat hissediyorum,” dedi Mildred. “Tanrım, öyle açım ki. Anlam veremiyorum.”
Montag tekrar, “Dün gece…” diye söze başladı.
Mildred onun dudaklarını kayıtsızca izledi. “Dün geceye ne olmuş?”
“Hatırlamıyor musun?”
“Neyi? Çılgın bir parti filan mı verdik? Akşamdan kalma gibiyim. Tanrım, öyle açım ki. Kimler geldi?”
“Birkaç kişi,” dedi Montag.
“Ben de öyle düşünmüştüm.” Mildred kızarmış ekmeğini çiğnedi. “Karnım ağrıyor, ama felaket açım. Partide bir salaklık yapmamışımdır umarım.”
Montag usulca, “Yapmadın,” dedi.
Ekmek kızartma makinesinin örümceği andıran eli Montag’ın ekmeğine tereyağı sürüp uzattı. Montag ekmek dilimini elinde tuttu; kendini yükümlü hissediyordu.
“Sen de çok iyi görünmüyorsun,” dedi karısı.
İkindi sonunda yağmur yağdı ve tüm dünya koyu griydi. Montag evinin holünde durup, yanan turuncu semenderli rozetini taktı. Öylece durup, holdeki havalandırma ızgarasına uzun uzun baktı. Televizyon odasında senaryosunu okuyan karısı başını kaldırıp ona göz attı. “Hey,” dedi. “Adam düşünüyor!”
“Evet,” dedi Montag. “Seninle konuşmak istedim.” Duraksadı. “Dün gece şişendeki bütün hapları içtin.”
Şaşıran Mildred, “Ah, öyle bir şey yapmam ben,” dedi.
“Şişe boştu.”
“Ben öyle bir şey yapmam,” dedi Mildred. “Neden öyle bir şey yapayım ki?”
“Belki de iki hap aldın ve sonra unutup iki tane daha aldın, sonra da tekrar unutup iki tane daha aldın ve ilacın etkisiyle öyle sersemledin ki otuz kırk tane yutana kadar devam ettin.”
“Neden öyle aptalca bir şey yapayım ki?” dedi Mildred.
“Bilmiyorum,” dedi Montag.
Mildred’ın onun söze devam etmesini beklediği barizdi. “Öyle yapmadım,” dedi. “Hayatta yapmam.”
“Tamam, öyle diyorsan,” dedi Montag.
“Kadın böyle dedi.” Mildred senaryosuna geri döndü.
Kendini yorgun hisseden Montag, “Bugün öğleden sonra ne var?” diye sordu.
Mildred bu kez senaryodan başını kaldırıp bakmadı. “Eh, on dakika sonra duvardan duvara devrede bir tiyatro oyunu gösterilecek. Bu sabah repliklerimi postayla gönderdiler. Kuponlar gönderdim. Senaryonun bir bölümünü eksik bırakıyorlar. Yeni bir fikir. Eksik bölüm ev kadını, yani ben. Eksik repliklerin sırası gelince üç duvardan bana bakıyorlar ve replikleri okuyorum. Mesela burada adam ‘Bu fikrin tamamı hakkında ne düşünüyorsun Helen?’ diyor. Ben de şey diyorum, şey…” Mildred duraksayıp parmağını senaryodaki bir satırın altında gezdirdi. “‘Bence bu iyi!’ Sonra oyuna devam ediyorlar ve sonunda adam ‘Buna katılıyor musun Helen?’ deyince ben ‘Kesinlikle katılıyorum!’ diyorum. Çok eğlenceli değil mi Guy?”
Montag holde durup ona baktı.
“Kesinlikle eğlenceli,” dedi Mildred.
“Oyun neyle ilgili?”
“Şimdi söyledim ya. Bob, Ruth ve Helen diye birileri var.”
“Ah.”
“Cidden eğlenceli. Dördüncü duvarı da taktırmaya paramız olunca daha da eğlenceli olacak. Dördüncü duvarı söktürüp dördüncü bir televizyon duvarı taktırmak için gerekli parayı ne kadar zamanda biriktiririz sence? Sadece iki bin dolar.”
“Yıllık maaşımın üçte biri bu.”
Mildred, “Sadece iki bin dolar,” diye karşılık verdi. “Hem bazen beni de düşünmelisin bence. Dördüncü bir duvarımız olursa, bu oda bizim değil her türden egzotik insanların odaları gibi olacak. Birkaç şeyden kısabiliriz.”
“Üçüncü duvarın parasını ödemek için birkaç şeyden kısıyoruz zaten. Daha iki ay önce monte edildi, hatırlıyor musun?”
“Daha o kadar mı oldu sadece?” Mildred oturup Montag’a uzun bir an boyunca baktı. “Eh, güle güle canım.”
“Hoşçakal,” dedi Montag. Durup döndü. “Mutlu sonla mı bitiyor?”
“Henüz sonuna gelmedim.”
Montag gidip son sayfayı okudu, başıyla onayladı ve senaryoyu katlayıp Mildred’a geri verdi. Evden dışarıya, yağmura çıktı.
Yağmur hafifliyordu; kaldırımın ortasında başını kaldırmış yürüyen kızın yüzüne tek tük damlalar düşüyordu. Kız, Montag’ı görünce gülümsedi.
“Merhaba!”
Montag selam verdikten sonra, “Şimdi ne haltlar karıştırıyorsun?” diye sordu.
“Hâlâ deliyim. Yağmur iyi hissettiriyor. Yağmurda yürümeye bayılırım.”
“Benim pek hoşuma gitmezdi sanırım,” dedi Montag.
“Denesen hoşuna gidebilir.”
“Hiç denemedim.”
Kız dudaklarını yaladı. “Yağmurun tadı bile güzel.”
Montag, “Ne yapıyorsun… her şeyi bir kez denemeye mi çalışıyorsun?” diye sordu.
“Bazen iki kez.” Kız elindeki bir şeye baktı.
Montag, “Elinde ne var?” diye sordu.
“Yılın son karahindibalarından tahminimce. Yılın bu geç vaktinde çimenlikte bunlardan bir tane bulabileceğimi sanmıyordum. Çenenin altına sürtmeni söylediler mi hiç? Bak.” Kız gülerek çiçeği çenesine dokundurdu.
“Niye ki?”
“İz bırakırsa, âşığım demektir. Bıraktı mı?”
Montag bakmaktan başka bir şey yapamazdı.
“Eee?” dedi kız.
“Çenenin altı sapsarı oldu.”
“Güzel! Şimdi sende deneyelim.”
“Bende işe yaramaz.”
“İşte.” Montag’ın kımıldamasına fırsat kalmadan, kız karahindibayı onun çenesinin altına dayamıştı. Montag geri çekilince kız güldü. “Kımıldama!”
Montag’ın çenesinin altına bakıp kaşlarını çattı.
“Eee?” dedi Montag.
“Ne yazık,” dedi kız. “Kimseye âşık değilsin.”
“Hayır, âşığım!”
“Öyle görünmüyor.”
“Âşığım, hem de sırılsıklam!” Montag bu sözüne uygun bir yüz ifadesi takınmaya çalıştı, ama başaramadı. “Âşığım!”
“Ah, öyle bakma lütfen.”
“Sebebi karahindiba,” dedi Montag. “Hepsini kendinde kullandın. O yüzden bende iz bırakmadı.”
“Elbette, sebep bu olmalı. Ah, canını sıktım şimdi, bunu görebiliyorum; üzgünüm, gerçekten üzgünüm.” Kız, Montag’ın dirseğine dokundu.
Montag çabucak, “Hayır, hayır,” dedi. “Ben iyiyim.”
“Gitmem gerek, o yüzden beni affettiğini söyle; bana kızgın olmanı istemiyorum.”
“Kızgın değilim. Canım sıkıldı, evet.”
“Şimdi psikiyatristimle görüşmeye gitmeliyim. Beni gitmeye zorluyorlar. Uyduruk laflar ediyorum. Psikiyatristim hakkımda ne düşünüyor bilmiyorum. Soğan gibi katmanlı olduğumu söylüyor! Katmanları soymasına izin vererek, meşgul olmasını sağlıyorum.”
“Psikiyatriste ihtiyacın olduğuna inanmaya meyilliyim,” dedi Montag.
“Aslında öyle düşünmüyorsun.”
Montag derin bir nefes aldı ve bir süre içinde tuttuktan sonra bıraktı. “Evet, aslında öyle düşünmüyorum.”
“Psikiyatristim çıkıp ormanlarda gezinmemin, kuşları seyretmemin ve kelebek toplamamın sebebini merak ediyor. Koleksiyonumu bir gün gösteririm sana.”
“Güzel.”
“Boş vakitlerimde ne yaptığımı bilmek istiyorlar. Bazen sırf oturup düşündüğümü söylüyorum. Ama ne düşündüğümü söylemiyorum onlara. Koşturmalarını sağlıyorum. Bazen de başımı böyle geriye atıp yağmur damlalarının ağzımın içine düşmesini sağladığımı söylüyorum. Tatları aynen şarap gibi. Bunu hiç denedin mi?”
“Hayır, ben…”
“Beni affettin, değil mi?”
“Evet.” Montag bunu düşündü. “Evet, affettim. Sebebini Tanrı bilir. Tuhafsın, sinir bozucusun ama seni affetmek kolay. On yedi yaşında olduğunu mu söylemiştin?”
“Şey… gelecek ay.”
“Ne acayip. Ne garip. Karım otuz yaşında ama sen bazen ondan çok daha yaşlı gibi görünüyorsun. Bunu göz ardı edemiyorum bir türlü.”
“Siz de tuhafsınız, Bay Montag. İtfaiyeci olduğunuzu bile unutuyorum bazen. Şimdi, sizi tekrar kızdırabilir miyim?”
“Devam et.”
“Nasıl başladı? O işe nasıl girdin? Mesleğini nasıl seçtin ve bu işi yapmayı neden düşündün? Sen diğerleri gibi değilsin. Onlardan epey gördüm; biliyorum. Konuştuğumda bana bakıyorsun. Dün gece, aydan bahsettiğimde aya baktın. Diğerleri bunu asla yapmazdı. Diğerleri ben konuşurken çekip giderdi. Veya beni tehdit ederdi. Kimsenin kimseye ayıracak vakti yok artık. Sen bana katlanan çok az kişiden birisin. İtfaiyeci olmanı bu yüzden çok tuhaf buluyorum; sana uymuyor sanki.”
Montag bedeninin ikiye bölündüğünü hissetti; bir yanı sıcak, diğeri soğuktu… bir yanı yumuşak, diğeri sertti… bir yanı titriyor, diğeri titremiyordu; iki yarısı birbirine sürtünüyordu.
“Randevuna koşsan iyi olacak,” dedi.
Bunun üzerine kız koşarak uzaklaşıp, yağmurda duran Montag’ı tek başına bıraktı. Montag ancak uzun zaman sonra hareket etti.
Sonra, yürürken başını yağmurda çok yavaşça geriye attı ve sadece birkaç saniyeliğine ağzını açtı…
Mekanik Tazı, itfaiye binasının arka tarafındaki karanlık bir köşede hafifçe vızıldayan, hafifçe titreşen, yumuşak ışıkla aydınlanan kulübesinde uyuyor ama aslında uyumuyor, yaşıyor ama aslında yaşamıyordu. Gecenin birinin loş ışığı, büyük pencereyle çerçevelenmiş bulutsuz gökyüzünden gelen ay ışığı hafifçe titreyen canavarın pirinç, bakır ve çelikten oluşan vücudunu aydınlatıyordu. Sekiz bacağını altı lastikli patilerinin üstünde örümcek gibi toplamış halde çok hafifçe titreyen yaratığın ufak ve yakut rengi cam kısımlarında, naylon fırçalı burun deliklerinin incecik ve hassas kıllarında ışık titreşiyordu.
Montag pirinç direkten kayarak indi. Şehre bakmak için dışarı çıktı… bulutlar artık tamamen dağılmıştı; Montag bir sigara yaktıktan sonra geri dönüp eğildi ve Tazı’ya baktı. Tazı, balın zehir çılgınlığıyla, delilik ve kâbusla yüklü olduğu bir tarladan evine dönmüş, vücudu o fazla zengin nektarla tıka basa doldurulmuş ve şimdi uyuyarak kötülüğü içinden atan dev bir arı gibiydi.
Bu ölü canavar, bu canlı canavar karşısında her zamanki gibi büyülenen Montag, “Selam,” diye fısıldadı.
Sıkıcı gecelerde, yani her gece adamlar pirinç direklerden kayarak inip Tazı’nın koku sistemini tıkır tıkır ayarlayarak uygun kombinasyonlara getirir ve ardından itfaiye binasının aşağı eğimli rampasına sıçanlar, bazen de tavuklar veya zaten boğulması gereken kediler salarlardı; sonra da Tazı’nın hangi kedi, tavuk veya sıçanı önce yakalayacağı üstüne bahse tutuşurlardı. Hayvanlar serbest bırakılırdı. Üç saniye sonra oyun biterdi; Tazı’nın rampanın ortasında yakaladığı sıçan, kedi veya tavuk kendisini hafifçe tutan patilerin arasında kısılıyken, yaratığın uzun burnundan çıkan on santimlik, içi boş çelik iğne büyük dozda morfin veya prokain zerk etmek üzere inerdi. Sonra o piyon, yakma fırınına atılırdı. Yeni bir oyun başlardı.
Montag çoğu gece, bunlar olurken üst katta kalırdı. İki yıl önce bir keresinde en usta bahisçilerle bahse tutuşmuş ve bir haftalık maaşını kaybedince, deliye dönen Mildred’ın öfkesine maruz kalmıştı; Mildred’ın öfkelendiği damarlarından ve kırmızı lekelerden belliydi. Ama artık Montag geceleri ranzasında, yüzü duvara dönük halde yatıyor ve aşağıdan gelen yüksek kahkahaları, kaçışan sıçanların ayaklarının çıkardığı o piyano telini çağrıştıran sesleri, farelerin keman sesini andıran cıyaklamalarını ve Tazı’nın çiğ ışıkta gece kelebeği gibi öne atılıp kurbanını tuttuğu, iğneyi batırdığı ve sonra sanki bir düğme çevrilmiş gibi, ölmek üzere kulübesine döndüğü zamanlardaki o büyük, gölgelendirici, hareketli sessizliğini dinliyordu.
Montag uzun burna dokundu.
Tazı hırladı.
Montag geriye sıçradı.
Tazı kulübesinin içinde yarı doğrularak, ansızın etkinleştirilmiş göz ampullerinde yeşilimsi mavi neon ışıklar titreşirken Montag’a baktı. Tekrar hırladı; elektrik vızıltısının, kızarma sesinin, metal gıcırtısının ve çarkların dönme sesinin tuhaf bir karışımı olan bu kulak tırmalayıcı ses paslı ve kadimdi, şüphe yüklüydü sanki.
Kalbi küt küt atan Montag, “Hayır, hayır oğlum,” dedi.
Gümüşi iğnenin dışarıya iki buçuk santim çıkıp geri çekildiğini, tekrar çıkıp geri çekildiğini gördü. Canavar için için hırıldayarak ona bakıyordu.
Montag geriledi. Tazı bir adım atarak kulübesinden çıktı. Montag bir eliyle pirinç direğe tutundu. Tepki vererek yukarıya doğru kayan direk, Montag’ı usulca tavandan geçirdi. Montag yarı aydınlık üst katın zeminine indi. Titriyordu ve yüzü yeşilimsi beyazdı. Aşağıda, Tazı sekiz inanılmaz böcek bacağının üstüne tekrar kurulmuştu ve tekrar kendi kendine vızıldıyordu; çok yüzeyli gözleri huzurluydu.
Montag inme deliğinin yanında öylece durarak, korkularının geçmesini bekledi. Arkasındaki köşede, tavan abajurunun yeşil ışığında, kumar masasında oturan dört adam ona göz atsalar da bir şey demediler. Sadece Anka armalı Yüzbaşı şapkalı adam sonunda merakına yenilerek, ince elinde iskambil kartları tutarken, uzun odanın diğer tarafından seslendi.
“Montag…?”
“Benden hoşlanmıyor,” dedi Montag.
“Ne, Tazı mı?” Yüzbaşı kartlarını inceledi. “Boşversene. Onun hoşlanmak ya da hoşlanmamak gibi bir durumu yok. O sadece ‘işlevini yerine getirir’. Balistik dersi gibi bu. Onun kendisi için belirlediğimiz bir yolu var. O yoldan gider. Kendini hedef alır, kendine odaklanır ve durdurur. O sadece bakır tellerden, akülerden ve elektrikten ibaret.”
Montag yutkundu. “Hesaplayıcıları herhangi bir kombinasyona ayarlanabilir; herhangi bir amino asit, kükürt, süt yağı ve alkalin miktarına ayarlanabilir. Değil mi?”
“Bunu hepimiz biliyoruz.”
“Buradaki, binadaki hepimizin bütün o kimyasal dengelerimiz ve oranlarımız alt kattaki ana dosyaya kaydediliyor. Birinin Tazı’nın ‘hafızasına’ kısmi bir kombinasyon girmesi, belki amino asit ayarını biraz artırması kolay olabilir. O hayvanın demin yaptığı şeyi açıklar bu. Bana tepki verdi, üstüme geldi.”
“Haydi canım,” dedi Yüzbaşı.
“Sinirliydi, ama çok kızgın değildi. ‘Hafızası’, ona dokunduğumda hırlayacağı şekilde ayarlanmıştı sadece.”
Yüzbaşı, “Böyle bir şeyi kim yapar ki?” diye sordu. “Burada düşmanın yok Guy.”
“Bildiğim kadarıyla yok.”
“Yarın teknisyenlerimize söyleriz, Tazı’yı kontrol ederler.”
“Beni ilk tehdit edişi değil bu,” dedi Montag. “Geçen ay iki kez oldu.”
“Hallederiz. Merak etme.”
Ama Montag kımıldamadı ve öylece durup, evinin holündeki havalandırma ızgarasını ve ızgaranın ardında gizli şeyi düşündü yalnızca. Buradaki, itfaiye binasındaki birileri havalandırma ızgarasından haberdarsa, Tazı’ya “söylemiş” olamaz mıydılar…?
Yüzbaşı inme deliğine gelip, Montag’a sorgulayan gözlerle baktı.
“Sadece şeyi düşünüyordum… Tazı geceleri aşağıda neler düşünüyor acaba?” dedi Montag. “Gerçekten bize düşman mı kesiliyor? İçimi ürpertiyor.”
“Düşünmesini istemediğimiz hiçbir şeyi düşünmüyor.”
Montag usulca konuştu: “Bu üzücü… çünkü onu sadece avlanmaya, bulmaya ve öldürmeye ayarlıyoruz. Bilip bileceği sadece bunlarsa, ne yazık.”
Beatty hafifçe, horgörüyle güldü. “Boşversene! O iyi bir zanaat eseri, kendi hedefini yakalayabilen ve her seferinde on ikiden vurmayı garanti eden iyi bir tüfek.”
“İşte bu yüzden onun sıradaki kurbanı olmak istemiyorum,” dedi Montag.
“Neden? Vicdanını rahatsız eden bir mesele mi var?”
Montag hızla yukarı baktı.
Beatty karşısında durmuş, ona sabit gözlerle bakıyordu; sonra ağzı açıldı ve çok hafifçe gülmeye başladı.
Bir iki üç dört beş altı yedi gün. Montag bir o kadar kez evden çıktı ve Clarisse orada, dünyada bir yerlerdeydi. Montag bir keresinde onun bir ceviz ağacını sarstığını, bir keresinde de çimenlikte oturup mavi süveter ördüğünü gördü; üç dört kez de kapısının önünde mevsim sonu çiçeklerinden oluşan bir buket veya küçük bir torbanın içinde bir avuç kestane ya da beyaz bir sayfaya iğneyle tutturulup kapısına raptiyeyle asılmış sonbahar yaprakları buldu. Her gün Clarisse köşeye kadar ona eşlik ediyordu. Bir gün yağmur yağıyordu, ertesi gün hava açıktı, sonraki gün sert rüzgâr esiyordu, ondan sonraki gün hava ılık ve sakindi, o sakin günden sonraki gün de havanın fırın gibi olduğu yaz günlerini andırıyordu ve ikindi sonunda Clarisse’in yüzü artık iyice bronzlaşmıştı.
Montag bir keresinde, metro girişinde, “Neden seni yıllardır tanıyormuşum gibi hissediyorum?” diye sordu.
“Çünkü senden hoşlanıyorum ve senden bir şey istemiyorum,” dedi Clarisse. “Ve çünkü birbirimizi tanıyoruz.”
“Kendimi çok yaşlı hissettiriyorsun ve tam bir baba gibi hissetmeme yol açıyorsun.”
“Şimdi sen açıkla bakalım… madem çocukları o kadar seviyorsun, neden benim gibi kızların olmadı?”
“Bilmem.”
“Şaka yapıyorsun!”
“Yani, nasıl desem…” Montag durup başını iki yana salladı. “Şey, karım, o… o asla çocuk istemedi.”
Kız gülümsemeyi kesti. “Üzgünüm. Benimle dalga geçiyorsun sandım, gerçekten. Aptalın tekiyim.”
“Hayır, hayır,” dedi Montag. “İyi bir soruydu. Epeydir kimse bunu soracak kadar umursamıyordu. İyi bir soru.”
“Başka şeylerden konuşalım. Eski yaprakları kokladın mı hiç? Tarçın gibi kokmuyorlar mı? Al. Kokla.”
“Aaa, sahiden tarçın gibi kokuyor bir bakıma.”
Kız berrak, koyu gözleriyle ona baktı. “Hep afallamış gibi görünüyorsun.”
“Vaktim olmadı, o kadar…”
“Dediğim o genişletilmiş reklam panolarına baktın mı?”
“Sanırım. Evet.” Montag kendini tutamayıp güldü.
“Gülüşün eskisinden çok daha hoş.”
“Öyle mi?”
“Çok daha rahat.”
Montag kendini daha müsterih ve rahat hissetti. “Neden okulda değilsin? Her gün ortalarda dolandığını görüyorum.”
“Ah, beni özlemiyorlar,” dedi kız. “Asosyalmişim, öyle diyorlar. Kaynaşamıyormuşum. Öyle tuhaf ki. Aslında çok sosyalimdir. Sosyalden ne kastettiğine bağlı tamamen, değil mi? Bana göre sosyal olmak, seninle böyle şeyler hakkında konuşmak.” Ön bahçede ağaçtan düşmüş birkaç kestaneyi takırdattı. “Veya dünyanın ne tuhaf olduğundan bahsetmek. İnsanlarla olmak güzel. Ama bir grup insanı bir araya getirip de konuşmalarına izin vermemek sosyallik değil bence; ya sence? Bir saat televizyon dersi, bir saat basketbol veya beyzbol ya da koşu, yine bir saat çevriyazılı tarih veya resim ve yine spor… ama biliyor musun, asla soru sormuyoruz, en azından çoğumuz sormuyor; yanıtları bing bing bing diye veriyorlar sadece, biz de dört saat daha film-öğretmenin karşısında oturuyoruz. Bana göre kesinlikle sosyallik değil bu. Bir sürü huniye su döküyorlar ve alttan akan şeye şarap diyorlar, ama değil. Günün sonunda bizi öyle yormuş oluyorlar ki yatağa gitmekten veya kabadayılık taslamak için Eğlence Parkı’na gitmekten, Cam Kırma yerinde pencere camları kırmaktan ya da o büyük çelik toplu Araba Parçalama yerinde araba parçalamaktan başka bir şey yapamıyoruz. Veya arabalara atlayıp sokaklarda yarışıyoruz, lamba direklerinin ne kadar yakınından geçebileceğimizi görmeye çalışıyoruz, “tavuk”[1 - İki sürücüyle oynanan, arabaların karşılıklı birbirine doğru ilerlediği ve direksiyonu önce kıranın kaybettiği oyun. —çn] veya “jant kapağı düşürmece” oynuyoruz. Hakkımda söyledikleri her şey doğru sanırım. Hiç arkadaşım yok. Bu anormal olduğumu kanıtlıyormuş. Ama tanıdığım herkes ya bağırıyor ya ortalıkta çılgınca dans ediyor ya da birbirini dövüyor. Bugünlerde insanların birbirini nasıl incittiğini fark ediyor musun?”
“Öyle yaşlı gibi konuşuyorsun ki.”
“Bazen çok yaşlı oluyorum. Yaşıtım çocuklardan korkuyorum. Birbirlerini öldürüyorlar. Hep böyle miydi? Amcam hayır diyor. Sırf geçen sene altı arkadaşım vuruldu. On arkadaşım araba kazasında öldü. Onlardan korkuyorum, korktuğum için de beni sevmiyorlar. Amcamın dediğine göre, dedesi çocukların birbirini öldürmediği zamanları hatırlıyormuş. Ama bu çok eskidenmiş… o zamanlar her şey farklıymış. Sorumluluğa inanırlardı, diyor amcam. Biliyor musun, ben sorumluluk sahibiyim. Yıllar önce, gerektiği zaman dayak yedim. Bütün alışverişi de ben yapıyorum ve evi ellerimle temizliyorum.
“Ama en çok da insanları seyretmeyi seviyorum,” dedi kız. “Bazen bütün gün metroyla gezip onlara bakıyorum, onları dinliyorum. Kim olduklarını, ne istediklerini ve nereye gittiklerini öğrenmek istiyorum sadece. Bazen Eğlence Parklarına gidip jet arabalarına bindiğim bile oluyor, gece yarısı şehir sınırında yarıştıklarında… sigortalı oldukları sürece polisin umurunda olmuyor. Bazen metrolarda gizlice kulak kabartıyorum. Veya gazoz makinelerinin başındayken kulak kabartıyorum ve biliyor musun?”
“Neyi?”
“İnsanlar hiçbir şeyden bahsetmiyor.”
“Ah, bir şeylerden bahsediyorlardır mutlaka!”
“Hayır, hiçbir şeyden bahsetmiyorlar. Genellikle bir sürü araba veya giysi markası ya da yüzme havuzu firması sayıp, ne güzel diyorlar! Ama hepsi aynı şeyleri söylüyor ve kimse kimseden farklı bir şey söylemiyor. Kafelerde de genellikle espri makineleri çalıştırılıyor ve genellikle aynı espriler yapılıyor veya müzik duvarının ışıkları yakılıyor ve bütün o renkli desenler inip çıkıyor, ama bunlar sadece renk ve tamamen soyut. Müzelerde de… müzeye gittin mi hiç? Tamamen soyut. Artık sadece bu var. Amcamın dediğine göre bir zamanlar durum farklıymış. Çok eskiden bazen fotoğraflar bir şeyler söylermiş, hatta insanları gösterdikleri bile olurmuş.”
“Amcam şöyle dedi, amcam böyle dedi deyip duruyorsun. Amcan takdire şayan biri olsa gerek.”
“Öyledir. Kesinlikle öyle. Eh, gitmeliyim. Hoşçakalın Bay Montag.”
“Güle güle.”
“Hoşçakal…”
Bir iki üç dört beş altı yedi gün: İtfaiye binası.
“Montag, şu direğe öyle bir tırmanıyorsun ki, ağaca çıkan kuş gibisin.”
Üçüncü gün.
“Montag, bu sefer arka kapıdan geldiğini gördüm. Tazı rahatsız mı ediyor?”
“Hayır, hayır.”
Dördüncü gün.
“Montag, komik bir şey. Bu sabah duydum. Seattle’da bir itfaiyeci bir Mekanik Tazı’ya kasıtlı olarak kendi kimyasal bileşimini girmiş, sonra da onu serbest bırakmış. Bu ne tür bir intihar sence?”
Beş, altı, yedi gün.
Sonra Clarisse gitti. Montag o ikindinin ne tersliği olduğunu bilmiyordu, ama terslik kızı dünyada bir yerlerde görmemesiydi. Çimenlik boştu, ağaçlar boştu, sokak boştu ve Montag, başta bunun farkında bile olmasa da, kızı özlüyordu ve hatta onu arıyordu; işin gerçeği, metroya vardığında içinde huzursuzluk kıpırtıları belli belirsiz baş göstermekteydi. Bir sorun vardı; rutini bozulmuştu. Evet, bu basit bir rutindi, sadece birkaç kısa günde oluşturulmuştu, ama yine de…? Az kalsın dönüp, geldiği yoldan gerisingeri yürüyecekti… kıza ortaya çıkması için zaman tanımak amacıyla. Aynı yoldan gitmeyi denerse her şeyin yolunda gideceğine emindi. Ama vakit geçti ve treninin gelmesi Montag’ın planını engelledi.
Kartların hızlı ve düzensiz hareketleri, ellerin ve gözkapaklarının hareketleri, itfaiye binasının tavanından gelen monoton zaman-sesi: “…bir otuz beş, Perşembe gecesi, 4 Kasım… bir otuz altı… gece bir otuz yedi…” Yağlı masanın üstüne konulan iskambil kartlarının tıkırtısı… bütün sesler Montag’a geliyordu, kapalı gözlerinin ardından, anlık olarak diktiği bariyerin ardından. İtfaiye binasının ışıltılarla, parıltılarla ve sessizlikle, pirinç renkleriyle, bozukluk renkleriyle, altın ve gümüş renkleriyle dolu olduğunu hissedebiliyordu. Masada oturan görünmez adamlar kartlarına bakıp iç geçiriyordu, bekliyordu. “…bir kırk beş…” Sesli saat soğuk saati, daha da soğuk bir senenin soğuk bir gecesinin soğuk saatini matemle söylüyordu.
“Sorun ne Montag?”
Montag gözlerini açtı.
Bir yerlerde bir radyo vızıldıyordu. “…her an savaş ilan edilebilir. Bu ülke kendini savunmaya hazırdır…”
Kara sabah göğünde çok sayıda jet uçağı tek bir notayla ıslık çalarak geçerken itfaiye binası sarsıldı.
Montag gözlerini kırpıştırdı. Beatty ona sanki müze heykeliymiş gibi bakıyordu. Beatty her an kalkıp onun etrafında gezinebilir, ona dokunabilir, suçluluk duygusunu ve özbilincini araştırabilirdi. Suçluluk duygusu mu? Neyle ilgili suçluluk duygusu?
“Sıra sende Montag.”
Montag binlerce gerçek ve on binlerce hayali ateşle yüzleri bronzlaşmış, işleri yanaklarını kızartan ve gözlerini ısıtan bu adamlara baktı. Bu adamlar hep yanan siyah pipolarını yakarken, platin ateşleyici alevlerine gözlerini kaçırmadan bakardı. Onlar ve kömür karası saçları, is rengi kaşları ve mavimsi kül lekeli, sinekkaydı tıraşlı yanakları; ama soyları belli oluyordu. Montag irkilerek dikeldi, ağzı açıldı. Siyah saçlı, siyah kaşlı ve yanık yüzlü olmayan… çelik mavisi yanakları tıraşlı olup da tıraşsız gibi görünmeyen bir itfaiyeci görmüş müydü hiç? Bu adamlar kendisinin aynısıydı! Yoksa bütün itfaiyeciler eğilimlerinin yanı sıra görünüşlerine göre de mi seçiliyordu? Yanmış kömür artığı ve kül rengindeydiler, pipolarından da sürekli yanık kokusu geliyordu. Yüzbaşı Beatty oradaydı, fırtına habercisi bulutlar gibi yükselen tütün dumanları salıyordu. Beatty yeni bir tütün paketi açıyor, selofanı buruşturarak ateş sesine dönüştürüyordu.
Montag kendi ellerindeki kartlara baktı. “Ben… şeyi düşünüp duruyorum. Geçen haftaki yangını. Kütüphanesini hallettiğimiz adamı. Ona ne oldu?”
“Tımarhaneye götürdüler… çığlıklar atıyordu.”
“Deli değildi.”
Beatty kartlarını usulca düzenledi. “Devleti ve bizi kandırabileceğini sanan herkes delidir.”
“Nasıl bir his olduğunu hayal etmeye çalıştım,” dedi Montag. “Yani bizim evlerimizi, bizim kitaplarımızı itfaiyecilerin yakmasının nasıl bir his olduğunu.”
“Bizim kitabımız yok.”
“Ama olsaydı.”
“Sende var mı?”
Beatty gözlerini yavaşça kırpıştırdı.
“Hayır.”
Montag onların ötesine, bir milyon yasak kitabın daktiloyla yazılmış isimlerini içeren listelerin olduğu duvara baktı. Montag’ın baltasının ve su değil kerosen fışkırtan hortumunun altında seneleri yakan ateşte isimleri sıçrıyordu. “Hayır.” Ama Montag’ın zihninde serin bir rüzgâr esmeye başladı; evindeki havalandırma ızgarasından hafifçe eserek Montag’ın yüzünü donduruyordu. Ve Montag yine kendini yemyeşil bir parkta gördü… yaşlı bir adamla, çok yaşlı bir adamla konuşuyordu ve parkta esen rüzgâr da soğuktu.
Montag duraksadı. “Ne… hep böyle miydi? İtfaiye binası, işimiz? Yani, şey, evvel zaman içinde…”
“Evvel zaman içinde mi!” dedi Beatty. “Bu ne biçim laf?”
Montag içinden Kendini ele vereceksin geri zekâlı, dedi kendine. Son yangında, bir masal kitabı yanarken, tek bir satıra göz atmıştı. “Yani eskiden, evler yangına tamamen dayanıklı olmadan önce…” dedi. Birden sanki çok daha genç bir ses onun adına konuşuyormuş gibi geldi. Ağzını açtı ve konuşan Clarisse McClellan oldu: “İtfaiyeciler yangınları besleyip büyütmek yerine engellemiyor muydu?”
“Saçma!” Stoneman ile Black kural kitaplarını çıkarıp (bunlar Amerika’nın İtfaiyecileri’nin kısa tarihçelerini de içeriyordu), Montag’ın okuyacağı şekilde (oysa orada yazanları epeydir biliyordu) masaya koydular:
1790’da Koloniler’de, İngiliz etkisi taşıyan kitapları yakma amacıyla kuruldu. İlk itfaiyeci: Benjamin Franklin.
KURAL 1. Alarm verilince hızla harekete geçin.
2. Yangını bir an önce başlatın.
3. Her şeyi yakın.
4. Derhal itfaiye binasına dönüp rapor verin.
5. Başka Alarmlar için hazır bekleyin.
Herkes Montag’ı seyrediyordu. Montag kımıldamadı.
Alarm çaldı.
Tavandaki çan kendini iki yüz kez tekmeledi. Dört sandalye bir anda boşaldı. Kartlar kar gibi uçuşarak yağdı. Pirinç direk titredi. Adamlar gitmişti.
Montag sandalyesinde oturuyordu. Aşağıda, turuncu ejderha öksürerek canlandı.
Montag rüyada bir adam gibi direkten aşağı kaydı.
Mekanik Tazı kulübesinde ayağa fırladı; gözleri yeşil alevlerden ibaretti.
“Montag, kaskını unuttun!”
Montag kaskı arkasındaki duvardan kaptı, koştu, sıçradı ve yola çıktılar; gece rüzgârı, siren çığlıklarını ve güçlü metal gök gürültülerini çekiçliyordu!
Şehrin eski bölümündeki, boyası dökülen, üç katlı bir evdi; en az yüz yıllıktı ama tüm evler gibi o da yıllar önce yangına dayanıklı ince plastik kılıfla kaplanmıştı ve bu koruyucu kabuk onu gökyüzünde tutan tek şey gibiydi.
“İşte geldik!”
Motor ansızın durdu. Beatty, Stoneman ve Black kaldırımda koştular; yangına dayanıklı, bol itfaiyeci montlarının içinde tiksinç ve şişman görünmeye başlamışlardı birden. Montag peşlerinden gitti.
Ön kapıyı kırıp bir kadını tuttular, oysa kadın kaçmıyordu; kaçmaya çalışmıyordu. Öylece durup iki yana sallanıyordu sadece; gözlerini duvardaki bir hiçliğe dikmişti, sanki başına korkunç bir darbe vurmuşlar gibi. Dili ağzının içinde hareket ediyordu, gözleri de bir şeyi hatırlamaya çalışır gibiydi; sonra hatırladılar ve dili tekrar hareket etti:
“‘Adam rolü yap, Ridley Efendi; bugün İngiltere’de Tanrı’nın izniyle öyle bir mum yakacağız ki, inanıyorum ki asla sönmeyecek.’”
“Bu kadarı yeter!” dedi Beatty. “Neredeler?”
Kadını şaşılacak bir tarafsızlıkla tokatladı ve soruyu tekrarladı. Yaşlı kadının gözleri Beatty’ye odaklandı. “Nerede olduklarını zaten biliyorsunuz, yoksa gelmezdiniz,” dedi.
Stoneman arkasındaki telefon resmine şikâyet yazılıp imzalanmış telefon alarm kartını uzattı.
“Tavan arasından şüphelenmek için sebep var; No. 11 Elm, Şehir. E. B.”
Kadın baş harfleri okuyunca, “Bu komşum Bayan Blake olmalı,” dedi.
“Pekâlâ çocuklar, bulalım onları!”
Göz açıp kapayıncaya dek yukarı çıkıp küf kokulu karanlıkta gümüş el baltalarıyla kapılara vurmaya başladılar, kapıların kilitli olmadığını anlayınca da eğlenen gençler gibi bağrışarak apar topar içeri daldılar. “Hey!” Dik merdiveni titreyerek çıkan Montag’ın üstüne kitaplar yağdı. Ne rahatsız ediciydi bu! Daha önce her seferinde iş mum söndürmek kadar kolay olmuştu. İçeri önce polisler girerdi ve kurbanın ağzını bantlayıp, elini kolunu bağlayıp, onu parıltılı böcek arabalarına bindirirlerdi ve götürürlerdi… dolayısıyla geldiğinizde boş bir ev bulurdunuz. Kimseye zarar vermezdiniz, nesnelere zarar verirdiniz yalnızca! Nesnelerin canı yanmadığından, nesneler hiçbir şey hissetmediğinden ve çığlık atmadığından, inlemediğinden (ki bu kadın çığlık atmaya ve haykırmaya başlayabilirdi) sonradan vicdanınız rahatsız olmazdı. Yaptığınız şey altı üstü temizlikti. Temelde hademelikti. Her şeyi uygun yerine koymaktı. Kerosen, çabuk! Kimde kibrit var?
Ama bu gece biri hata yapmıştı. Bu kadın ritüeli bozuyordu. Adamlar aşağıdaki kadının suçlayıcı, korkunç sessizliğini bastırmak için fazla gürültü yapıyor, gülüyor, şakalaşıyorlardı. Kadın suçlamasını boş odalarda gürletiyordu ve sağa sola atılan adamlar, kadının üzerlerine sarsarak yağdırdığı incecik suçluluk yağmurunu burun deliklerine çekiyorlardı. Bu olanlar ne adil ne de doğruydu. Montag’ın epey canı sıkılmıştı. Her şeyin üstüne bir de bu kadın burada olmamalıydı!
Kitaplar Montag’ın omuzlarını, kollarını, yukarı dönük yüzünü bombardımana tutmuştu. Bir kitap beyaz güvercin gibi kanat çırparak, neredeyse itaatkârca Montag’ın ellerine kondu. Loş ve titrek ışıkta bir sayfa açıldı ve kar beyazı bir kuştüyü gibiydi, üzerine yazılmış sözcükler zarifti. Montag o hengâme ve sıcakta ancak bir satır okuyabildi, ama okuduğu şey sonraki bir dakika boyunca zihninde sanki kor çelikle damgalanmış gibi yandı. “İkindi gün ışığında zaman uykuya daldı.”[2 - İskoç şair ve denemeci Alexander Smith’in (1829–1867) Dreamthorp adlı deneme kitabından. —çn] Montag kitabı elinden bıraktı. Hemen ardından bir başkası kollarına düştü.
“Montag, yukarı gel!”
Montag’ın eli, ağız gibi kapandı ve kitabı vahşi bir bağlılıkla, göğsünde delice bir akılsızlıkla buruşturdu. Yukarıdaki adamlar tozlu havaya kürek kürek dergi atıyordu. Dergiler katledilmiş kuşlar gibi düşüyordu ve kadın aşağıda, ölülerin arasında küçük bir kız gibi duruyordu.
Montag hiçbir şey yapmamıştı. Her şeyi eli yapmıştı, kendine ait bir beyni olan eli, titreyen her parmağında vicdan ve merak olan ve hırsıza dönüşmüş eli. El şimdi tekrar kitabı bir sihirbazın zarafetiyle Montag’ın koltukaltına tıkıştırdı, onun terleyen koltukaltına iyice bastırdı ve sonra öne uzanıp açıldığında, avucu boştu! Buraya bakın! Masumum! Bakın!
Montag o beyaz ele, sarsılmış bir halde baktı. Elini iyice öne uzattı, hipermetropmuş gibi. Elini yaklaştırdı, körmüş gibi.
“Montag!”
Montag hemen döndü.
“Orada kazık gibi durmasana sersem!”
Kitaplar kurumaya bırakılmış dev balık yığınları gibi yatıyordu. Adamlar dans ediyordu, ayakları kayınca da kitapların üstüne düşüyorlardı. Kitap isimlerinin altın sarısı gözleri parıldıyor, düşüyor, gidiyordu.
“Kerosen!”
Omuzlarına asılı, 451 numaralı tanklardan soğuk sıvı fışkırttılar. Her kitabı kerosenle kapladılar, odaları pompaladıkları kerosenle doldurdular.
Telaşla aşağı indiler; peşlerinden giden Montag kerosen buharının arasında sendeliyordu.
“Gelsene be kadın!”
Kadın kitapların arasında diz çökmüştü; ıslak deri ve kartonlara dokunuyor, yaldızlı başlıkları parmaklarıyla okuyordu… gözleri Montag’ı suçluyordu.
“Kitaplarıma asla sahip olamazsınız,” dedi.
“Kanunu biliyorsun,” dedi Beatty. “Sağduyun nerede? Bu kitapların hiçbiri birbiriyle hemfikir değil. Buraya, bu lanet olası Babil Kulesi’ne yıllarca kapanmışsın. Kendine gel! Bu kitaplardaki insanlar asla yaşamadı. Haydi, gel artık!”
Kadın başını iki yana salladı.
“Bütün ev yanıyor,” dedi Beatty.
Adamlar kapıya sakarca yürüdü. Geriye, kadının yanında duran Montag’a göz attılar.
Montag, “Onu burada bırakmıyorsunuz, değil mi?” diye itiraz etti.
“Gelmiyor.”
“Zorla götürün öyleyse!”
Beatty içinde ateşleyici gizli olan elini kaldırdı. “İtfaiye Binası’na dönmemiz gerek. Hem bu fanatikler hep intiharı dener; bildik bir durum.”
Montag elini kadının dirseğine koydu. “Benimle gelebilirsin.”
“Hayır,” dedi kadın. “Yine de sağ ol.”
“Ona kadar sayıyorum,” dedi Beatty. “Bir. İki.”
“Lütfen,” dedi Montag.
“Git,” dedi kadın.
“Üç. Dört.”
“Haydi.” Montag kadını çekti.
Kadın usulca, “Burada kalmak istiyorum,” diye karşılık verdi.
“Beş. Altı.”
“Saymayı kesebilirsin,” dedi kadın. Bir elinin parmaklarını biraz açtı; avucunda ince bir nesne vardı.
Sıradan bir mutfak kibriti.
Adamlar onu görünce evden dışarı fırlayıp uzaklaştı. Yüzbaşı Beatty vakarını koruyarak, ön kapıya doğru yavaşça geriledi; pembe yüzü binlerce yangın ve gece heyecanları sebebiyle yanık ve parlaktı. Montag Tanrım, öyle doğru ki!

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/chitat-onlayn/?art=69445381) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes
Notlar

1
İki sürücüyle oynanan, arabaların karşılıklı birbirine doğru ilerlediği ve direksiyonu önce kıranın kaybettiği oyun. —çn

2
İskoç şair ve denemeci Alexander Smith’in (1829–1867) Dreamthorp adlı deneme kitabından. —çn