Читать онлайн книгу «Akile Hanım Sokağı» автора Halide Edib Adıvar

Akile Hanım Sokağı
Halide Edib Adıvar


Can Sanat Yayınları Ltd. şti., 2010
Tüm hakları saklıdır. Tanıtım için yapılacak kısa alıntılar dışında yayıncının yazılı izni olmaksızın hiçbir yolla çoğaltılamaz.

1. basım: 2010
3. basım: Aralık 2013, İstanbul
E-kitap 1. Sürüm Ağustos 2014, İstanbul
2013 tarihli 3. Basım esas alınarak hazırlanmıştır.

Yayına hazırlayanlar: Mehmet Kalpaklı – S. Yeşim Kalpaklı

Kapak tasarımı: Ayşe Çelem Design

ISBN 978 975 0722 61 5

CAN SANAT YAYINLARI
YAPIM, DAĞITIM, TİCARET VE SANAYİ LTD. ŞTİ.
Hayriye Caddesi No. 2, 34430 Galatasaray, İstanbul
Telefon: (0212) 252 56 75 / 252 59 88 / 252 59 89 Faks: (0212) 252 72 33
www.canyayinlari.com (http://www.canyayinlari.com)
yayinevi@canyayinlari.com
Sertifika No: 10758


Halide Edib Adıvar
ÂKİLE HANIM SOKAĞI

ROMAN




HALİDE EDİB ADIVAR’IN

CAN YAYINLARI’NDAKİ DİĞER KİTAPLARI

SİNEKLİ BAKKAL / roman
ATEşTEN GÖMLEK / roman
HANDAN / roman
MOR SALKIMLI EV / anı
TÜRK’ÜN ATEşLE İMTİHANI / anı
VURUN KAHPEYE / roman
SON ESERİ / roman
YOLPALAS CİNAYETİ / roman
TATARCIK / roman
TÜRKİYE’DE ŞARK-GARP VE AMERİKAN TESİRLERİ / deneme
KALP AĞRISI / roman
ZEYNO’NUN OĞLU / roman
ÇARESAZ / roman
SEVDA SOKAĞI KOMEDYASI / roman
KERİM USTA’NIN OĞLU / roman




Halide Edib Adıvar, 1882’de İstanbul’da doğdu. Üsküdar’daki Amerikan Kız Koleji’nde okudu. 1908’de gazetelere yazmaya başladığı kadın haklarıyla ilgili yazılardan ötürü gericilerin düşmanlığını kazandı. 31 Mart Ayaklanması’nda bir süre için Mısır’a kaçmak zorunda kaldı. 1909’dan sonra eğitim alanında görev alarak öğretmenlik, müfettişlik yaptı. Balkan Savaşı yıllarında hastanelerde çalıştı. 1919’da Sultanahmet Meydanı’nda, İzmir’in işgalini protesto mitinginde etkili bir konuşma yaptı. 1920’de Anadolu’ya kaçarak Kurtuluş Savaşı’na katıldı. Kendisine önce onbaşı, sonra üstçavuş rütbesi verildi. Savaşı izleyen yıllarda Cumhuriyet Halk Fırkası’yla siyasal görüş ayrılığına düştü. 1917’de evlendiği ikinci kocası Adnan Adıvar’la birlikte Türkiye’den ayrıldı. 1939’a kadar dış ülkelerde yaşadı. O yıllarda konferanslar vermek üzere Amerika’ya ve Mahatma Gandhi tarafından Hindistan’a çağrıldı. 1939’da İstanbul’a dönen Adıvar, 1940’ta İstanbul Üniversitesi’nde İngiliz Filolojisi Kürsüsü başkanı oldu, 1950’de Demokrat Parti listesinden bağımsız milletvekili seçildi. 1954’te istifa ederek evine çekildi ve 1964’te öldü.




KISALTMALAR

Ar.
:
Arapça

Fr.
:
Fransızca

Mec.
:
Mecazi

Yun.
:
Yunanca




SUNUŞ
Âkile Hanım Sokağı, önce 1957-1958 yıllarında Hayat mecmuasında yayımlanmış sonra da kitap halinde basılmıştır (1958). Can Yayınları’ndaki bu baskıda 1958’deki kitap esas alınmış, gerekli görülen yerlerde karşılaştırma için mecmuadaki yayıma da başvurulmuştur. Metin hazırlanırken, diğer kitaplarda olduğu gibi, yazarın özgün diline ve üslubuna dokunulmamıştır. Kitabın başlığındaki “Âkile” yazılışı da, Halide Edib’in 1958’deki yayımda kullandığı imlâya uygun olarak bırakılmış, kelimenin doğru imlâsı olan “Âkıle” kullanılmamıştır. Halide Edib, ellili yıllardaki, değişim içindeki Türk toplumundan bir kesit yansıttığı bu sosyal konulu romanında, âdeta, bizzat tanıdığı, gerçek insanların başlarından geçenleri, yalnızca isimlerini değiştirerek kaleme almış gibidir.
Mehmet Kalpaklı




KISIM I




1
SOKAĞI TAKDİM
Lâleli civarında, oldukça kısa fakat genişçe, orta yeri gayet dikkatle yapılmış, beton bir sokak. Bu, ana caddeye muvazi1 olan sokakların galiba üçüncüsüdür. Bir tarafta Aksaray’a giden dik ve arızalı bir iniş vardır. Öbür tarafı Beyazıd’a çıkar. Birkaçı sokaktan geçen, yer yer ana caddeden inen sarp yokuşlar görürsünüz.
Yamrı yumru arka sokaklar arasında bu sokağın beton olması, dümdüz ve muntazam görünüşü herkesin dikkatini oraya çeker ve merak uyandırır. O civarlılar bunu şöyle bir düzme veyahut doğru bir rivayetle izah ederler: Güya, orada oturanlardan biri mevki sahibi olan bir şahsın yakın dostu imiş. Her halde bu düzlük o civar çocuklarını buraya çeker.
Burası bütün manasıyla demokrat bir memleket çocuklarının oyun meydanı manzarasını gösterir. Konaklardan, apartmanlardan olduğu kadar izbelerden, gecekondulardan da çocuklar orada birleşirler. Orta yerde ve yaya kaldırımında, her kılık ve kıyafette çocukların top, koşmaca, güreş taklidi sporlarını, hulâsa her nevi oyunların nümunelerini görürsünüz. Ayakları çıplak, pantolon ve gömlekleri parça parça, yüz göz toz içinde, sümüklü çocuklar, gömlekleri ütülü, pabuçları pırıl pırıl, saçları dikkatle fırçalanmış, hatta briyantinle şekillendirilmiş çocuklar mutlak bir müsavat2 içinde orada oynar, dolaşırlar. Kavga, gürültü, sövme-sayma, el veya dil dalaşı yok gibidir. Evet, oraya “Birleşmiş çocuklar” toplantısı diyebilirsiniz ve her halde Birleşmiş Milletler toplantılarındaki mücadeleden fazla bir mücadele görmezsiniz.
Buradaki evler bugünkü Türkiye’nin, mimarî bakımdan eski ve yeni birbirine benzemeyen uslûplarının bir hulâsası gibidir. Çökmeye mahkûm cumbalı, kafesli, yanları teneke kaplı evcikler, biraz daha içinde yaşanabilecek başka ahşap binalar ve bu eski biçim evlerin aralarında mesela, yüzleri iki metreyi geçmeyen, altı yedi katlı kâgir veya beton Hilton karikatürleri de göze çarpar. Her halde, üç, dört yüz yıllık bina usullerinin –şaka olsun diye– numuneleri karmakarışık bir sergi halindedir.
Hiçbiri fazla büyük değildir, fakat Aksaray’a inen tarafın iki köşesinde karşı karşıya, biri ahşap, öteki kâgir iki konak vardır. Bunlar âdeta kibar mahallelerden buraya uçmuş gelmiş gibidir. Bunlardan biri, kâgiri, tuğla renginde kırmızı; öteki, boyaları dökülmüş, beyaz bir ahşap konaktır.
Kırmızı konak ve onun sırasındaki evler, arka taraftan sadece bahçelere, küçük camilere, evlere, ön taraftan sokağa bakar. Beyaz konak ve sırasındaki evlerin arka manzaraları çok gariptir: Bir takım daracık, inişli yokuşlu garip izbeler, kulübeler, eski zamandan kalmış yarı yıkık hamam kubbeleri, bunların arasında dolaşan insanlar ve onların arkasında bütün ihtişamıyla mavi deniz! Bu iki konağın arasından İstanbul’un ev toplulukları, yüksek minareler görünür. Bunların arkasından da her akşam güneş batar, göğü ve bulutları hayale sığmayan gizli renklere bular.
Sokaktan gelip geçenler de kılık kıyafet bakımından, çocuklar kadar birbirine benzemeyen insanlardır. Saçlı sakallı, kellifelli efendiler arasından geçen kadınlar da hiç birbirine benzemez.
İşte, askervârî yürüyerek geçen üç güzel kız! İkisinin saçları kesik, birinin saçı bir tarakla tepesine tutturulmuş, ucu bir at kuyruğu gibi sırtında sallanıp duruyor, kollar ve bacaklar çıplak, ayaklarda dümdüz, terlik biçimi ayakkabılar. Üçü de birbirinden güzel, fakat hiçbiri fingirdek değil, gayet ciddîdirler. Bazan konuşarak, bazan gözleri ufuklarda gelip geçerler. Kendilerine dönüp bakan erkeklerde uyandırdıkları alâkadan hiç haberdar değildirler. Tavırları hiç bir erkeğe sulanmak cesaretini vermez. Yüzlerinde boyadan eser yoktur. Bunlar belki üniversite talebesi, belki de münevver3 aile kızlarıdır.
İşte, boyalı şişman ve zayıf, ancak plajlarda görülecek kadar çıplak kadınlar. İşte, sımsıkı başörtülü, kucağında bir yavru, eteğine yapışmış birkaç yavru daha, koltuğunun altında bir bohça veyahut bir elinde evinin akşam nevalesini yerleştirdiği sepetle geçen bir kadıncağız… İşte, eski İstanbul bakiyesi, yeldirmeli veyahut Anadolu’dan gelmiş çarşaflı, ağzını, burnunu örten bir hatuncağız daha!
Erkeklerin hemen hepsi kolları kısa gömlekli, yakaları açık, belleri kemerli, bazıları sportif ipince gençler, bazıları şişman, karnı dışarıya fırlamış, enseleri okkalı, gözleri fırlak, yeni zamana ayak uydurmaya çalışan yaşları ilerlemiş adamlar. Hiçbirinin başında şapka yoktur.
Bu sokak halkını en çok alâkadar eden, köşedeki karşı karşıya olan konağa gelen misafirlerdir. Bazan hususî arabalarla, bazan taksilerle gelirler. Bunların ekserisi ceketli, boyunbağlı, umumiyetle şapkalıdırlar. Kadınları, yüksek terziler elinden çıkmış şık elbiseli, azametli, sokağa yukarıdan bakan bayanlardır.
Herkes buraya “Âkile Hanım Sokağı” der. Fakat bu isim sokağın başındaki levhada yoktur. Resmî adı “Ahmet Kemal Sokağı”dır. Fakat eski adı olan” Âkile Hanım Sokağı” kimbilir kaç yüz yıldır civar halkın hafızasında yer etmiş olacak ki bir türlü yeni adını benimseyemezler.
Beyazıd Meydanı’na bakan dükkânlar yıkılmadan evvel orada meşhur eski bir bakkal dükkânı vardı. Bir gün, oraya, melon şapkalı, siyah köstümlü bir beyle, lacivert tayyörlü, başında kuş yuvasını andıran avuçiçi kadar bir şapkacık, ellerinde naylon eldivenler ve gösterişli bir çanta ile bir hanım girdi. Kapıda gördükleri küçük bir çırağa sordular:
– Ahmet Kemal Sokağı nerede, gösterir misiniz?
– Burada öyle sokak yoh…
– Canım, Lâleli civarında imiş…
– Bilmeyom…
Hanım kasaya doğru yürüdü. Şişman, kellifelli bir kasadar önündeki hesap görmeye gelmiş müşterilerle meşguldü.
– Efendim, postacılar biliyor da acaba neden burada Ahmet Kemal Sokağı’nı sizin çırağınız bilmiyor? Halbuki bana, sizin dükkândan alışveriş ettiklerini, size sormamı yazmışlardı.
Kasadar bu suale cevap vermedi, başını kaldırarak sordu:
– Kimi arıyorsunuz?
– Eski Belçika Sefiri Samim Akyürek Bey’in evini…
– O sokağı herkes Âkile Hanım Sokağı diye bilir.
– Acaba neden?
Kasadar gene cevap vermedi, fakat kasanın önünde sıra bekleyen uzun boylu bir efendi hemen lafa karıştı:
– Akıllı kadınlar eski günlerde de varmış, Hanımefendi. Bu civarda kaç tane tarihe geçmiş kadın vardır. Şair Fitnat…
Kadın sözünü kesti; kasadar başını kaldırmadan seslendi:
– Ahmet, buraya gel. Sen bugün Samim Bey’in evine su götürecektin. Hemen şimdi götür, Hanımefendi’ye de evi göster.
Samim Bey’in evini arayan eşler, sırtına su damacanasını yüklenerek önlerinde giden çırakla dükkândan çıkıp Âkile Hanım Sokağı’nın yolunu tuttular.
Uzun boylu efendi kasaya yaklaştı:
– Galiba bu civardan olmayacaklar…
Arkadan bir ses:
– Kılıklarından Ankara’dan geldikleri anlaşılıyor.
– Öyle olacak, yoksa “Ahmet Kemal Sokağı”nı sormazlardı.
Artık kasanın başında toplanan müşteriler bu konuyu münakaşaya başlamışlardı:
– Ben tarihte Âkile adlı meşhur bir kadın bilmiyorum.
– Eski İstanbul’un âdetini bilmez misin, a birader? Kalûbelâdan beri4 sokak isimlerini, o civarda dikkati çeken, iyi kötü kendisine mahsus şahsiyeti olan adamlardan alırlardı. Kimbilir, belki bu civarda vaktiyle herkese akıl öğreten bir kadın yaşamıştır.
– Ukalâ desen daha iyi olur. Zaten erkeklere akıl hocalığı etmeyen dişi mahlûk var mıdır ki…
– Eskiden sokak isimlerini biraz da alay tarzında verirlerdi…
– Meselâ Sinekli Bakkal…
– Meselâ Şaşkın Bakkal…
– Meselâ…
Arkada duran bir müşteri sözlerini kesti:
– Eskiden sokağın adı ne idi, bilmem ama, bugün o sokağa o isim çok yaraşıyor. Ben sokağın yanındaki yokuşta otururum. Orada Âkile adlı bir hatun vardır; bütün sokak ondan akıl danışır.


1
Paralel.

2
Eşitlik.

3
Aydın, okumuş.

4
Burada “çok eski zamanlardan beri” anlamında.




2
ANKARA’DAN GELEN EŞLER
Tarık bu defa Roma’da toplanan bir kongreye giderken her nasılsa benim beraber gelmemi istemedi. Halbuki, ta evlendiğimiz günden beri (on beş yılı geçiyor) her yere beraber gitmiştik. Her zaman, “Dil bilen, içtimaî toplantılarda alâka çeken kadın, hariciyeli bir erkek için en büyük nimettir” derdi. Galiba benim bu kararının sebebini sormamı bekledi. Gözlerini bana çevirmeden, yüzünde haricen hiç bir değişme belirmeden bana baktığını, ne tesir hâsıl ettiğini anlamak istediğini ben onun taş gibi hareketsiz duran tavrından anladım. Hiçbir şey söylemedim. O günden beri hem dalgın, hem de sinirli idi. Tavrında güç bir meseleyi hall için en muvafık tarzı arayan, konuşmaktan çekinen ve aynı zamanda huzursuzluk alâmetleri gösteren bir adam hali vardı.
Tarık’la ben, Belçika sefaretinden sonra emekliye ayrılan ve bir devre mebusluk ettikten sonra İstanbul’daki evlerine çekilen eniştemle teyzemin Ankara’daki evlerinde evlenmiştik. Bütün aile esasen İstanbullu olmakla beraber, ta İstiklâl Mücadelesi günlerinden beri Ankara’ya yerleşmişlerdi.
Babam Şark’taki sonsuz ayaklanmalardan birinde şehit olmuştu. Annemi çocukken kaybetmiştim. Ondan sonra teyzem beni yanına almıştı. Hiç çocukları olmadığı için onları ana, baba bilirim. Babam, annem öldükten sonra hiç evlenmemişti. Hayatı, daima uzak ve hudut bölgelerinde geçen, tehlikeli sahnelerde mühim rol oynamış, hakikî eski Osmanlı ruhunu taşıyan bir miralaydı.5 İki vazife arasında Ankara’ya geldiği zaman teyzeme misafir olur, beni görürdü. Ben eniştemi baba telâkki etmeye alışmış olduğumdan, babam bana seyrek gördüğüm bir amca gibi gelirdi.
Beni nadiren kucağına alırdı. Fakat gözleri uzaktan –şimdi anladığım– garip bir hasretle beni takip eder, hemen hiç konuşmazdı. Üniformasının parlak düğmelerine bayılırdım, sırf onlar için arada bir kucağına tırmanırdım. Her defasında, ceketinin sert çuhası arkasında kalbinin şiddetle attığını, kollarını, vücudunu kımıldatmamakla beraber onların sertleşmesinde, benim boynuna atılmamı bütün varlığıyla beklediğinin farkına –yıllarca sonra, insan ruhunu anlamaya başladıktan sonra– biraz varabiliyorum. Fakat ben hiç onun boynuna sarılmazdım. Dizine sıçrar sıçramaz küçük ellerimle, ceketinin düğmelerini çeker, koparmaya çalışır, kuvvetim yetmeyince de elimin altında gümbür gümbür atan kalbini olanca hırsımla yumruklardım. Her defasında bu kudretli kalp âdeta durur, en acı mağlûbiyet ve yeis karşısında iradesini birdenbire eline alan eski bir asker sükûneti ile o kalın sesi biraz kısılarak enişteme, “Galiba kızıma ceketimin düğmesinden başka bir hatıra kalmayacak,” derdi.
Ben de haşin bir çocuk gayzıyla, “Ben senin değil, Samim Bey’in kızıyım,” der, bizi o yarı müstehzi ve zarif tebessümüyle seyreden eniştemin kucağına atılır, kollarımı boynuna dolardım.
Çok geçmeden babam benim hayat sahnemden çekildi, gitti. Şahadet haberi geldiği zaman teyzemin ağladığını, beni bağrına bastığını, eniştemin biraz kısılan bir sesle, “Nermin artık tamamen bizim çocuğumuz,” dediğini hatırlıyorum.
Ben de, çocukların bazan en hassasında görülen bir katılıkla, “Düğmelerini gönderdi mi?” demiştim.
Eniştemle teyzemin hiç çocukları olmamıştı. Bana karşı hakiki bir baba ve ana mesuliyeti hissederlerdi. Beni iyi yetiştirmek için ellerinden gelen her fedakârlığı yapmışlardı. Bana Türkçe’den başka İngilizce ve Fransızca hocaları tuttular, beni büyük bir itina ile büyüttüler. Çocukluk senelerimde, eniştemin muhtelif sefirlikleri esnasında beni Ankara’da Keçiören’deki evlerinde, teyzemin kaynanasının yanında bir mürebbiyenin eline bırakarak giderlerdi. Fakat on yaşına bastıktan sonra eniştem Washington’a sefir olunca beni de Amerika’ya götürdüler. Bu yüzden İngilizcem çok kuvvetlendi.
Washington’dan, en fazla hafızamda yer tutan şeylerden biri, oranın nehir kıyısındaki kiraz ağaçları ve teyzemin hastalanarak İstanbul’a gittiği sene eniştemin gösterdiği hassasiyetti. Bu ayrılık onun içine işlemişti. Tavrındaki sükûn ve soğukkanlılığa, durup dinlenmeyen fikir faaliyetine rağmen tuhaf bir çocuk tarafı vardı. Teyzem yanında olmayınca mı nedir, bir türlü uyuyamaz, beni uykuya dalıncaya kadar başında bekletir, konuşturur, ben de o uyuyunca ayaklarımın ucuna basarak odadan çıkardım.
Bu konuşmalar arasında kendisi döner dolaşır, teyzemin üstünde dururdu. Teyzemin, benim hiç gözüme çarpmayan hususiyetlerinden bahseder, bazan lafı alaya döker ve yüzünde içine gizlenmiş bir rikkat,6 bir bağlılık olduğunu ihsas ederdi.7 Başucundaki yeşil abajurlu lambanın ışığında yüzünü, garip bir tecessüsle8 seyreder dururdum. Bıyıklar tıraşlı, dudaklar yalnız uykuya dalarken gevşeyen iki ince ve kısık, renksiz hat, burun azametli ve uzun, kaşlar ipince, kafa kocaman, alın geniş… İnsanda hürmet ve biraz çekinmek hissi yaratan bir baş!
Uzun ve ince vücudu yorganın altında uyku anı yaklaşınca biraz gevşer, fakat bu an pek çabuk gelmez; kendi kendisine, bazan da hiddetle, “Sanki neden İstanbul’a gitti, burada doktor yok muydu… İnat, inat,” diye homurdanır, sonra gene, “Elini başıma koy, Neriman, elin teyzenin eli gibi,” diye mırıldanır, sonra birdenbire gevşer, gözlerini kapardı.
Teyzemi aradığını sadece yattığı zaman hisseder ve kendi kendime, erkeklerin karılarını yalnız yatakta istediklerini düşünürdüm. Gündüzleri hep dolu idi. Çay zamanları ve akşamları –eğer bir yere davetli değilse– evde daima bir sürü misafir vardı. Bunların arasında hariciye mensuplarından başka münevver, muharrir ve sanatkâr sınıfından olanlar da bulunurdu.
Ben bu yıllarda misafirlerin yanına girmemekle beraber, sefareti saran telaş ve heyecan bana da sirayet ederdi. Bana ders veren Miss Melon adında bir Amerikalı hoca ile Amerikan tarihini ve edebiyatını okurken, odamızın altındaki salondan yükselen seslere ikimiz de kulak verirdik.
Hocam, galiba gelir gelmez, aşağıda Butler’i yakalar, ondan misafirlerin kimler olduğunu öğrenirdi. Çünkü dersin ortasında birdenbire bir İngiliz muharririnin, bir meşhur Hintli’nin, bir Fransız veya İtalyan romancısının ismini zikrederdi. Fakat kendisi yerli olduğu için, Amerikalı misafirlerle hiç alâkadar değildi.
Bir aralık eniştem, iki ay izinle İstanbul’a gidip teyzemi getirmek için çalışıyordu. Akşam yemeklerinde eğer yalnız olur da beni sofrasına çağırırsa, yarı hiddetli, yarı heyecanlı, “Bu defa ne derse desin onu sürükleyip getireceğim,” diyordu.
Gene bu aralık sefarete intisap eden9 bir genç kâtiple eniştem çok alâkadar oluyordu. Umumiyetle sefaret mensuplarıyla konuşurken, bütün nezaketine rağmen biraz yukarıdan baktığı hissini veren eniştem ona tamamen bir arkadaş, hatta fikrine ehemmiyet verdiği kendi mevkiinde bir insanmış gibi muamele ediyordu. Kendi bulunmadığı zaman, mühim meseleleri ona havale etmeye karar vermiş olduğunu anlamıştım. Çünkü yalnız yemek yediğimiz akşamlar ekseri o da gelir, yemek esnasında benim aklımın eremeyeceği bir takım işler konuşurlardı. Fakat benim onu bundan evvel ilk defa tanımam şöyle oldu:
İstanbul’a hareketten epeyce evvel, eniştem sefirler şerefine bir kokteyl parti tertip etmiş, ben de ilk defa sefaretin resmî partisinde bulunmuştum. Eniştem bana, “Sen evin kızı sıfatıyla misafirlerle meşgul olacaksın, Nermin, Miss Melon da yanında bulunacak, sana yardım edecek,” demişti.
Fakat ben kendi başına bambaşka bir âlem olan konuşmaları, tavırları bana biraz gösteriş gibi gelen toplantıdan biraz sıkılmıştım. Eniştemin beni “yeğenim” diye takdim ettiği adamlarla ne konuşacağımı bilemiyordum. Bir sürü süslü, gösterişli kadınlar da vardı. Eniştem bu birbirine benzeyen veya benzemeyen her misafire karşı kendine mahsus bir tavır alıyordu. Halbuki ben saklanmak için delik arayan bir hayvan yavrusu idim. Ellerim soğuk, ter içinde, nereye bakacağımı kestiremiyor, davetlilerin sefarette ilk defa gördükleri bu Türk kızına alâkaları beni bütün bütün şaşırtıyordu. Bereket versin, Miss Melon imdadıma yetişiyor, kendisini takdim ediyor, uzun uzun konuşuyordu.
Kabul salonunun yanındaki büyük odada orkestra harekete geçmiş, dans başlamıştı. Biraz ötede bir genç alayı gözleriyle dansa davet edecekleri kadınları seçiyorlardı. Birdenbire arka taraftan bir adam yanıma geldi, eğildi, beni dansa davet etti ve hemen yakalayıp dans salonuna geçirdi. Bıyıkları kısa kesilmiş, siyah gözleri keskin, burnu kısa biraz buldogvâri, orta boylu, iyi giyinmiş, yakışıklı bir adamdı. Tavrı serbest, anlaşılan cemiyet hayatının bütün teferruatına aşina, kendinden emin bir gençti. Mamafih, genç derken tereddüt ediyorum, çünkü yaşı her halde ileri olmamasına rağmen o kadar görmüş geçirmiş, o kadar olgun, o kadar hareketlerinde tereddütsüzdü ki…
Ben onu evvela Amerikalı sanmıştım. Fakat dans salonuna geçip de beni bir tüy imişim gibi kollarının arasında çevirirken kulağıma eğildi, Türkçe olarak, “Enişteniz yakında İstanbul’a giderse siz burada mı kalacaksınız?” dedi.
Sonra ben sualine cevap vermeden kendi kendisini takdim etti. Sefarete yeni intisap eden Tarık Tamar adlı kâtip olduğunu söyledi.
Kendi dilimi konuşan ve aynı zamanda samimî ve tabiî bir tavır alan bu adama kendimi o kadar yakın hissetmiştim ki, sıkılmadan ben de konuşmaya başlamıştım. Fakat çok sürmeden sarışın, uzun bir Amerikalı genç, dansı kesmiş, beni yakalamış, sağa, sola çevirmeye başlamıştı.
Tarık, işte bu akşamdan sonra bizde yalnız olduğumuz akşamlar yemek yiyordu. Fakat bu ilk tesadüfteki alâkayı, yakınlığı hiç göstermiyordu. Esasen hep eniştemle benim pek aklımın ermeyeceği meseleler konuşuyorlardı. Lakırdı arasında gözleri bana tesadüf ederse bir boş duvara bakıyormuş, beni hiç görmüyormuş gibiydi. Bazan sabahları da geliyor, eniştemin odasında çalışırken, eniştem beni çağırıyor, kütüphanesinden bazı kitaplar istiyordu. Bazan da onlara, bir tepsi üstünde içecek bir şey götürüyordum. Çünkü bu nevi çalışmalarda eniştem garsonun odaya girmesini istemiyordu. Fakat Tarık nezaketle elimden tepsiyi alıyor, beni görünce daima eğilerek selâm veriyor, fakat hiç konuşmuyordu.
Eniştem İstanbul’a teyzemi getirmek için gittiği zaman, Miss Melon da beni New York’a götürmüştü. Tabiî o esnada Tarık’ı hiç görmemiştim.
Washington’a döndüğü zaman, resmî ve hususî bütün toplantılarımızda teyzem hâkimdi. İngilizcesi pek kuvvetli olmadığı için beni daima yanına çağırırdı. Hulâsa hariciye hayatının içtimaî taraflarını, teyzeme iki yıl çıraklık ettikten sonra kavradım. Bu iki yıl zarfında Tarık’la da daha fazla konuşuyorduk, mamafih vaziyetinde bana karşı bir zaafı olup olmadığı belli değildi. Fakat teyzemin gelişi bizi daha fazla birbirimize yaklaştırmıştı. Bununla beraber aramızda flörte benzeyen bir hal yoktu. Hatta, kadın-erkek münasebetlerine dair sefaretlerde tabiî olan dedikodulardan dahi bahsetmezdi.
Washington’dan ayrılacağımız yılın sonlarına doğru, gene sefarette danslı bir kokteyl parti veriyorduk. O yıl artık ben de on sekiz yaşıma basmış, biraz geç de olsa gençlik hayatının çağlayan gibi akıp giden cereyanına kendimi kaptırmış gibi idim.
Eniştemle henüz bir dans bitirmiştim ki kapının önünde teyzem, Tarık da yanında ayakta durmuş, bana yanına gelmemi işaretle bildirmişti. Her zaman sakin görünen Tarık’ın halinde bir heyecan sezer gibi oldum.
Teyzem, “Bu dansı Tarık’la yaptıktan sonra seninle konuşmak istiyorum,” dedi.
Dans başlayınca Tarık bir iki defa beni çevirdikten sonra kolumdan tuttu, büfeye âdeta sürükledi.
– Size mühim bir şey söyleyeceğim, Nermin Hanım.
– Hayrola!
– Ben sizi teyzenizden istedim. Benimle evlenir misiniz?
– Çok ani bir teklif. Nereden aklınıza geldi, diye güldüm.
– Öyle, öyle ama, enişteniz yakında Washington’dan ayrılıyor. Ben Başkâtip olarak kalacağım. Ankara’da sizi isteyen çok olacaktır. Fırsatı kaybetmek istemiyorum.
Hayretle yüzüne baktım. O zamana kadar taştan dökülmüş gibi duran kısa burnunda, kesik bıyıklarının altındaki kalın dudaklarında garip bir titreme vardı. Gözlerine baktım. O siyah, parlak ışıklar, fırça gibi sık kaşlarının altında birer siyah alev gibi parlıyordu. Şaşırdım.
– Müsaade edin de bir defa teyzemle konuşayım.
Kolumu tuttu, sıktı.
– Beni seviyor musunuz?
– Siz beni seviyor musunuz?
– Öyle olmasa size talip olur muydum?
– Peki ama ben sizi Miss Melon’un yeğeni Edith’e vurgun sanıyordum.
– Vurgunluğun binbir şekli vardır, küçükhanım. Evlenmek sadece vurgunlukla olamaz, bütün bir hayat içindir. Bütün bir ömrü beraber, el ele geçirmek sadece vurgunluktan daha çok derin şeylere bağlıdır.
O zamana kadar bana karşı aşka benzer bir his göstermeyen Tarık’a benim içimden zaman zaman gelip geçen alâkanın mahiyeti hakkında düşündüm durdum. Evet, Tarık’la evlenmemiz öyle romanlara geçecek bir sevda macerası ile olmadı. Evlenmek kararı on günde alındı. Eniştemle teyzem benimle on sekiz yaşında bir kız değil, otuzu geçkin bir kadın imişim gibi konuştular. Bir kızın en romantik hadisesi olması tabiî gibi görünen evlenmek, bana âdeta dinî ve kutsal bir hadise gibi aşılandı.
Başımı önüme eğip “peki!” dediğim zaman Tarık’tan aşk sahneleri beklemedim. İstanbul’a hareket etmeden on gün evvel, sefarette bir nişan merasimi yapıldı. Nikâhımız ve düğünümüz Ankara’da olacaktı. Biz Washington’dan ayrıldıktan sonra, Tarık bunun için iki ay izin alıp gelecekti. Washington’daki bu on gün zarfında, iki nişanlı olarak yalnız dolaştığımız zaman, bütün aşk gösterisi, sinemada elimi tutmak –o da karanlık olduğu için– arada bir de veda ederken yanaklarımdan öpmek oldu. Bazan da kolunu belime dolardı. Halbuki ben, bir erkek dudaklarının bir kızın dudaklarına ilk defa dokunduğu zaman –Amerikan romanlarında tarif edilen– insanı kendinden geçiren harikulâde hissi öyle merak ediyordum ki… Garda bizi teşyi ederken10 de iki yanaklarımdan öptü. Fakat ne onda, ne de bende fevkalâde bir heyecan yoktu. Halbuki, bizi uğurlamaya gelenler arasında, danslarda beni daima başkalarının –bilhassa Tarık’ın– kollarından kapıp alan o sarışın Amerikalı genç, öyle bir iştiyakla bana bakıyordu ki, bir an için âdeta dudaklarını dudaklarımda hisseder gibi olmuştum.
Eniştemle teyzem Ankara’da, Keçiören’deki evlerinde bize bir daire döşediler. Tarık gelir gelmez düğünümüz, nikâhla beraber yapıldı. Merasim hayli şatafatlı idi.
Eniştem çok geçmeden Belçika’ya Sefir, Tarık da İngiltere Sefareti’ne Başkâtip oldu.
On beş sene en iyi geçinen, birbirine arkadaş ve dost, birbirine güvenen bir çift gibi yaşadık. Ne kavga, ne gürültü oldu. Hatta ateşli münakaşalar bile bu devirde kendisini göstermemiştir. Fakat ne de olsa ateşi eksik bir münasebetti. Mamafih, herkesin gıpta ile bahsettiği bir evlilik hayatı!
Ben, memlekette veya hariçte, iyi giyinen, davetleri sakin fakat muntazam, etrafını da, evini de iyi idare eden bir kadın diye tanındım. Teyzemin bir nevi kopyası… Fakat Tarık’ın eniştemin kopyası olduğunu söylemek katiyyen mümkün değildi.
Daha evvel, bir aralık Tarık Cenubî11 Amerika’da uzun müddet Müsteşar olduğu zamanlar, gene muayyen bir yerde değil, fakat memleket harici, birbirini takip eden, kısa veya uzun süren kongrelere beni daima götürürdü. Bensiz Avrupa’ya gidemeyeceğini daima tekrar ederdi. Hatta bir defasında gebe olduğum halde beni zorla götürdü. Bereket versin, çocuk dört aylıkken düştü, bir daha da çocuğumuz olmadı. Galiba bir taraftan ideal, öbür taraftan ateşi eksik münasebet bilhassa bereketsiz oluyor. Tarık’ta da çocuklara düşkünlük yoktu. Gerçi ben ana olmak isterdim ama bu dopdolu hayatta Tarık’ın mütemadiyen nüfus çoğalmasından dünyanın düştüğü tehlikeli vaziyetten bahsetmesinden dolayı olacak, bu analık arzusu içimde gizli kaldı.
Bütün bu on beş senelik hayatımızda Tarık bana tek defa kıskanmak fırsatını vermedi. Bütün kadınlara nazik davranır, lâzım gelen ölçülü komplimanları yapar, fakat hiçbirine, hatta en güzeline, kendisine sulanan en aşüftesine bile zaaf gösterdiğine şahit olmamıştım. O kadar ki, Ankara sosyetesinde bayanlar kocalarının kâtip ve daktilo kadınlara düşkünlüklerinden şikâyet ederken ben gülerek dinlerdim. Hatta bazan acı dahi olsa, kıskançlık hissini tecrübe etmek istediğimi söylediğim zaman ahbaplarım bir ağızdan beni haşlar veyahut yapmacık yaptığımı iddia ederlerdi. Yalnız bu defa Roma’ya giderken beni götürmek istememesi bana garip geldi. Acaba!
İşte bu acaba, beni bir gün, bir bahane bularak, Tarık’ın dairesine sevketti. Kapıdan içeriye ayak atar atmaz gözlerim dişi mahlûkat, bilhassa daktilolar arıyordu. Her odaya bir tanesi girip çıkıyor, ortalıkta vızır vızır dolaşıyorlardı. Hemen hepsine güzel ve genç denilebilirdi. Bilhassa bir tanesi bana sosyetemizin süslü hanım sınıfının en güzide âzası olabilecek kadar makyajı da, kılığı kıyafeti de kusursuz göründü.
Tarık odasında, masasının başında oturmuş, kâğıt imza edip duruyordu. Dairesine ilk defa gittiğim için biraz hayret etmesi lâzımdı. Fakat onun, o siyah gözlerinin arkasından geçenleri keşfetmek mümkün değildir ki… Niçin geldiğimi sormasını bekledim, sormadı.
– Tarık, ben bugün içimde verdiğim bir kararı sana söylemeye geldim.
Güldü:
– Akşam söyleyemez miydin?
– Geldiğime kusur mu ettim?
– Yooook!.. Söyle bakayım.
Elinde kalem, gözlerini “Haydi, diyeceğini de…” der gibi bir hali vardı.
Ben bir şey söylemeden karşısındaki koltuğa oturdum, bir sigara yaktım:
– Sen Roma’da iken ben İstanbul’a gidip teyzemde kalmaya karar verdim.
– Bunu konuştuk zannediyordum. Birkaç gün kalır, gelirsin.
– Hayır, sen dönünceye kadar İstanbul’da kalacağım.
– Niçin?
– Artık Ankara sosyetesinde benim için bir yenilik yok. İstanbul’un bir arka sokağındaki konak hayatını merak ediyorum. Üç yıldır Lâleli’nin o sokağındaki evlerini ziyaret etmedim.
Tarık gözlerini kaldırdı, beni ilk defa görüyormuş gibi gözden geçirdi:
– Sen henüz genç ve güzelsin, ben yokken davetlerde flört yapar, eğlenirsin. Burada kal!
Gene bir acaba…
– Kıskanmaz mısın?
– Ne münasebet!.. Ha, şu kâğıtları getir, masanın üstüne koy.
Odaya birinin girdiğini nasıl sezmişti?
Ben gözlerimi kapıya çevirince, daktiloların en güzeli olan o Sevim adlı genç kızı, elinde bir tomar kâğıtla gördüm. Her halde ayaklarının ucuna basarak girmişti. Demek Tarık onun girdiğini havadan sezmişti.
Acaba?
Daktilo bayan geldi, Tarık’ın arkasından eğildi, kâğıtları masanın üstüne, tam önüne koyarken güzel elâ gözleri beni süzüyordu. Belki konuştuğumuzu da işitmişti. Her ne ise… Kâğıtları masanın üzerine bıraktıktan sonra da kolunu Tarık’ın omuzundan çekmedi, arada bir, kırmızı boyalı parmağını kâğıdın üzerine uzatıyor, bir noktasına işaret ediyordu. Bu bana biraz gösteriş gibi geldi. On beş yıldır duymadığım bir sızı göğsümde belirdi. Acayip sızı… Aynı zamanda, kafamın içinde şüphe denilen vızıltı… Sevim bana bakmadığı halde, bana nispet ediyor hissini veriyordu.
Tarık hiç farkına varmamış gibi bidüziye:12
– Ha, şurası, ha, şu mesele, deyip duruyor, işaret edilen kelimelerin altını çiziyor, Sevim’in bu hareketini tabiî görüyordu. Demek, bu güzel, çıplak kolun omuzuna yapışıp kalmasına alışık! Acaba?
Biraz sonra:
– Al, götür, dedi.
Ancak o an Sevim’in kolu omuzundan kalktı, gitti. Ondan sonra hiç belli etmemesine rağmen Tarık’ın gözlerinde bir sual işaretinin bana çevrildiğini sezer gibi olmuştum. Belki de vehimden ibaret… Acaba?
Kız odadan çıkınca Tarık ayağa kalktı:
– Sen şimdi git. Bu meseleyi akşam konuşuruz, dedikten sonra, benimle beraber odadan çıktı, beni merdivene kadar teşyi etti, sonra karşıdaki bir kapıyı açarak içeriye girdi. Odadan kadın sesleri geldiğine göre her halde daktiloların odası olacak.
O akşam biraz dalgındı İstanbul projemi dinledi.
– Ben de seninle gelir, teyzeni, enişteni ziyaret ederim.
– İstanbul’dan mı uçacaksın?
– Hayır, Ankara’da biraz daha işim var. Döner, iki gün burada kalır, buradan uçarım.
– Senden başka kimler gidiyor?
– Birkaç kişi…
– Kâtip filan yok mu?
– Henüz bilmiyorum. Döviz meselesi ne kadar sıkı, biliyorsun. Belki de sefaretteki kâtip elemanını kullanırız.
Kafamdaki vızıltı biraz ara verdi. Gerçi ikide bir tekrar acabalar başgösteriyordu. Ama, İstanbul’a gidinceye kadar henüz evlenmişiz gibi Tarık mütemadiyen benimle meşgul oluyordu. 1955 yılının Eylül’ünde İstanbul’a hareket ettik. Evi, yüksek bir fiyatla üç ay için Amerikalılar’a kiralamıştık.


5
Albaydı.

6
İncelik, sevecenlik.

7
Sezdirirdi, ima ederdi.

8
Merakla.

9
Katılan.

10
Uğurlarken.

11
Güney.

12
Durmadan.




3
İSTANBUL’A GİDİYORUZ
Ankara Garı’nda Tarık, platformda ayakta durmuş, trenin hareketini bekliyor, ben de trenin penceresinden, yolcularla teşyie gelenler arasındaki konuşmalar, gülüşmelerle meşgul oluyorum. Her halde Tarık o gün İstanbul’a gideceğini kimseye söylememiş olacaktı. Ben de zaten hareket günümü ahbaplara haber vermemiştim. Sade, başkalarını teşyie gelenler arasındaki tanıdıklar pencereye yaklaşıyor; bir iki lâf ediyorduk.
Garda ışıklar yanmış, akşamın soluk ışığı gece karanlığına girmişti. Harekete artık beş dakika vardı. Tarık’ın bir ayağı trenin merdivenlerinde, bir eli parmaklığı yakalamış, hemen atlamak üzereyken, iki genç adam koşarak gara girdiler, gözleriyle sağı, solu aradıktan sonra Tarık’ın yanına sıçrayarak geldiler. Tavırlarında, iyi haber getirenlerin, “Müjdemi isterim!” diyen hali vardı. Bir tanesi dedi ki:
– Nihayet muvaffak olduk, Tarık Bey, o işi istediğiniz gibi hallettik.
Bu müjde onu alâkadar etmemiş, hatta bu haberden kaçar gibi, Tarık trene atlamıştı. Belli etmemeye çalışmakla beraber onlarla bu meseleyi konuşmak istemediği besbelliydi. Vagonun penceresinden elini sallayarak, “Ben üç gün sonra döneceğim, o zaman konuşuruz,” dedi ve kompartımana girdi. Bir tanesi platformdan seslendi:
– Bilet işi henüz halledilmedi.
Tarık tekrar pencereden aşağıya eğildi:
– Hepsini geldiğim zaman hallederiz. Zahmetinize teşekkür ederim. Orövuar.13
Bu defa kompartmanımıza daldı. El sallamalar, konuşmalar, nihayet sahneden çekilen bir aktör gibi trenin yavaş yavaş süzülerek gardan ayrılışı!
Tren hızlanıp ilerledikten sonra, elinde çıngırağıyla bir garson, kompartımanların önünde birer birer durup içeridekilere birinci servisin başladığını haber verdi. Bizim kompartımanın kapısına gelince, Tarık, “Yemeklerimizi buraya getirin,” dedi.
Ben çantalarla meşguldüm:
– Gidelim, eğleniriz. Hem de garson bizim yataklarımızı rahat rahat hazırlar, dedim.
Tarık kompartımanın kapısını kapamıştı:
– Orada bir sürü ukalâ vardır, Nermin. Aralarında benim Roma’ya gittiğimi kıskanan ve tezvir14 yapanlar da olduğunu biliyorum. Seninle biz, şurada başımızı dinleyelim. Yataklar yapılırken koridora çıkarız.
Bunu söyledikten sonra sigarasını yaktı, ayak ayak üstüne atıp pencerenin önüne yerleşti:
– Gel yanıma, Nermin. Etrafı seyredelim, biraz da konuşuruz. Beraber geçecek az zamanımız kaldı.
Sesinde endişe, hatta ıstıraba benzer bir mâna sezdim. Acaba ilk defa bensiz seyahat onu üzüyor mu? Bu defaki acaba hoş ihtimallerle mi dolu? Oturdum, sigaramı yaktım, belli etmeden yüzünü tetkike başladım. Haricen hep o kısa burnu her vakitki gibi kudretli bir buldog kadar iradeli, dudakları mütehakkim,15 hareketsiz, gözleri istediğini bilen ve mutlaka elde eden adamın mânasını taşıyor.
Kendimi tutamadım. Dedim ki:
– Genç kâtiplere ne kadar haşin davrandın, Tarık! Anlaşılan seni memnun edecek bir iş başarmışlar ve senden takdir bekliyorlardı. Ne idi o hallettikleri mühim mesele?
– Ne bileyim, yüz tane mühim mesele var. Tren hareket ederken konuşacak vakit yoktu ki… Bu gençlerden biri benimle gelmek istiyordu. Belki Müsteşar’ın gönlünü etmiş…
Lâfı kesti, fakat yüzümdeki değişmeyi de anladı:
– Nermin, ben seni götürmeyi çok isterdim ama, biliyorsun ya bu döviz, hatta dövizden fazla delege karılarının kongrelere gitmeleri çok çirkin dedikodulara yol açıyor. Ben inşaallah bir aydan fazla kalmam.
– Ben, sen erken gelsen de gene üç ay İstanbul’da kalacağım…
– Ben evin kira müddeti bitinceye kadar Ankara Palas’ta kalırım, hafta sonları ben de İstanbul’a uçarım, seninle gezer, dolaşırız. Eniştenle ne kadar zamandır baş başa kalamadık.
Adam yatakları yaparken biz koridora çıkmıştık. Ben pencereden etrafı seyrederken, Tarık kolunu belime dolamış, başı başıma dayalı duruyordu. Bu, onun mizacına uymayan bir hareket; o hiçbir zaman açıkta böyle bir şey yapmaz. Kolunu ittim, başımı çektim:
– Gelen geçen bize bakıyor…
Kompartımana girdik. Ben aşağıdaki yatağa yerleştim. O soyunduktan sonra pencerenin önünde uzun müddet kaldı.
– Niçin yatmıyorsun, Tarık?
– Seni uyurken seyretmek istiyorum. Ağzın çocuk ağzı gibi…
– Balayında imişiz gibi konuşma.
Yatağına çıkmadan evvel koynuma geldi. Belki bir saat, hatta balayında bile hatırlamadığım, sıcak ve ateşli bir Tarık’la yaşadım. Hiç Tarık’a benzemiyor. Ne oluyoruz! Sahiden aşk denilen, türlü divane tecellisi16 olan hastalığa tutulmuş ise biraz geç kalmış değil mi? Gene kafamda vızıltı… Onun yukarıdaki yatakta sık sık döndüğünü duyuyorum. Nihayet trenin sallantısı beni de uyuttu.
– Sapanca Gölü’nü geçiyoruz, kalk, sen o gölü çok seversin, Nermin!
Tıraş olmuş, giyinmiş, çantasını indirmiş, pencerenin önündeki sandalyede bazı kâğıtları gözden geçiriyor. Artık her zamanki Tarık.
– Restoranda kahvaltı ederiz değil mi?
Bir zaman cevap vermedi.
– Çantamdaki evrakı gözden geçiriyorum. Buradan ayrılamam. Sen istersen giyin, git. Ben burada çay içerim.
Restoranda zorla yer buldum. İki kişilik küçük bir masada, yaşlıca, fakat makyajı mübalâğalı, süslü bir bayanın karşısına yerleştim. Her halde yüksek bir memur karısı olacaktı. Bazı davetlerde, bilhassa sefaretlerde onu görmüş olduğumu sanıyordum. Hafif bir baş salladıktan sonra ikimiz de kahvaltımıza daldık. Arada bir çantasını açıyor, aynada burnunu pudralıyor, dudaklarının rujunu tazeliyor, sonra yine kahvaltısına dalıyordu. Benim varlığımdan epeyce zaman haberdar değilmiş gibi bir hali vardı. Sigarasını yaktıktan sonra ancak beni birdenbire süzmeye başladı:
– Sizi uzaktan çok gördüm, sanıyorum. Tarık Bey’in hanımı değil misiniz?
– Evet, ben de sizi davetlerde görmüş olmalıyım.
Kim olduğunu söylemedi. Dalgın dalgın pencereden dışarıya bakıyordu. Sonra, birdenbire, içini sıkan bir mesele varmış da çıkarıp nefes almak istiyormuş gibi söze başladı:
– Biraz evvel arkamızdaki masada ne konuşulduğunu duydunuz mu?
– Hayır, ben her halde sizden sonra geldim.
– Dün gece Ankara Palas’ta çok garip bir şey olmuş.
– Yaaa…
– Daktilolar arasında bir müsabaka yapılmış.
– Hangisi daha çabuk yazıyor diye mi?
– Yok, a canım. Beyler, aralarında, seninki güzel, benimki güzel diye bahse girmişler. Sizin anlayacağınız güzellik müsabakası. Daktiloların bir şort giyip görünmeleri eksikmiş…
Tarık daima geceleri evde oturur, nereye gitse beni beraber götürürdü. Onun için içimde acabalar yükselmedi.
– Sizin beyin daktilosu mu kazanmış?
Bunu biraz müstehzi17 ve âdeta kötü bir hisle söylemiştim. Derhal yüzünde bir hınç belirdi. İçine saplanan hançeri bana çevirdi:
– Bizim beyin daktilosu kara, kuru, sakil. (Bu aralık çantasından küçük ayna çıktı. Yüzünün pudrası, dudaklarının ruju tazelendi.) Fakat hınzırın hınzırıdır. Dairedeki bütün erkeklerin yuvasını yıkmaya çalışır. Ama ona bakmak için bir erkeğin karısı umacı gibi bir şey olmalı. (Dişlerini gıcırdattı.) Daktilo milleti öyle melûn, erkek milleti de öyle gençlik elinde zebun18 ki, karılarını aldatmak için bahane aralar. Değil daktilo, karşılarına genç bir zebani çıksa dizlerinin bağı çözülür.
– Her halde sizin beyin daktilosu derece almamış olacak.
Belki sesindeki gizli alaydan, belki başka bir sebepten şişman yüzü pudrasının altında kıpkırmızı oldu, âdeta şişti. Gözlerini gözlerime dikti:
– Kimin birinci olduğuna karar verildiğini bilmek ister misiniz?
– Belki ilân ederler.
– Yok a canım, resmî bir müsabaka değil ki… Hem erkeklerin hepsi bunu karılarından saklamak isterler.
– Bazan karılarıyla beraber gidenler de vardır. Ben de birkaç defa gittim.
– Beyiniz orada değil miydi?
– Hayır.
– Acaba kimin kazandığını ona haber vermediler mi?
– Tarık öyle şeylerle pek alâkadar olacak mizaçta değildir.
– O halde ben haber vereyim. (Evlerinden fırlamış hınçlı gözlerini zaferle gözlerime dikti.) Tarık Bey’in şu meşhur daktilosu, Sevim denilen sarışın kız kazanmış.
– Öyle ise Tarık’a müjde vereyim.
O kadar tabiî söylemiştim ki, yıkmak için kafasını vurduğu kalın duvarda kendi kafası patlamış gibi kendinden geçti. Neden benim içime bir şey sokmak istiyordu? Acaba aldırmadığım için kızmış mı idi? Yoksa, kocası Roma’daki delegeliğe talip olup da muvaffak olamayanlardan biri miydi? Her halde ya Tarık’a veya bana mutlak bir darbe vurmak istiyordu. Bundan sonraki cümlesi kafamda son zamanlarda hasıl olan vızıltının temposunu hızlandırdı:
– Artık Tarık Bey ne yapar yapar, onu mutlak Roma’ya götürür. (Gülerek) Tabiî siz de yanında olacaksınız. Bir şey olmaz ama, dikkatli davranmanızı, ocağınıza incir dikilmesine fırsat vermemenizi tavsiye ederim.
– Ben gitmiyorum ama Tarık’tan eminim. Hem Sevim Hanım’ın rabıtalı bir kız olduğundan şüphem yok. Başka türlüsü Tarık’ın yanında çalışamaz.
Bilmem neden, son zamanlarda Ankara’da yalnız kadın değil, erkek muhitlerinde de, çalışan kadınlara karşı korkunç bir kin, bir gayz hissediliyordu. Erkeklerin de, kadınların da bu kini başka başka şekilde bir kıskançlık eseri idi. Erkekler belki çalışan kadının ekmeklerini ellerinden almaya namzet bir vaziyete geldiklerini tahayyül ediyorlardı. Kadınların ise saikı19 daha fazla hissî idi. Fakat bundan dolayı bütün çalışan kadınlara, bilhassa daktilolara karşı bu garip gayz belki tabiî idi.
O aralık garsona yemiş ısmarladıktan sonra hâkim bir tavır aldı:
– Ankara’da inşaallah görüşürüz.
– Ben şimdilik İstanbul’da kalacağım. Tarık döndükten sonra inşaallah görüşürüz. Müsaadenizle ben gidiyorum.
Kalktım, kompartımanımıza döndüm. Yataklar toplanmış, Tarık gene pencerenin önünde kâğıtları sıralıyordu. Beni görünce:
– Sana bir müjdem var…
– Ne imiş o müjde?
– Dün gece Ankara Palas’ta baylar en güzel daktilonun senin Sevim Hanım olduğuna karar vermiş.
Güldü:
– Ya, öyle mi? Her halde kızcağız sevinir. Çok iyi ve çalışkan bir kızdır. Biraz sinirlidir ama çok faydalıdır.
– Azıcık teklifsiz değil mi?
– Ben farkında değilim. Teklifsizliğe benim hiç tahammülüm yoktur… Her şeyin hazır mı? Haydarpaşa’ya geliyoruz.
Tavrı o kadar tabiî idi ki… Hamal gelmeden çantalarımızı indirdi. Aynada şapkasını düzeltti. Koyu renk kostümü ile kibar ve âmir tavırlı bir insan, her halde daktilodan uzak düşünceleri var. Kafamdaki vızıltı gene kesildi.
Garı kol kola geçtik. Vapurda yan yana oturarak denizi seyrettik. Ankara’dan gelenler için deniz her halde bir göz ziyafeti. Tarık, sıkıntılı bir çalışma devrinden sonra kısa bir vakans20 elde etmiş gibiydi. Bana her zamandan fazla sokuluyor, muhabbet gösteriyordu. Fakat pek de belli etmiyordu. Arabaya kadar konuşmadık. Arabada, onun İstanbul’da kalacağı üç gün zarfında nereleri gezeceğimizi tesbite çalışıyorduk.
Beyazıt’ta arabadan indik. Çantamızı bir hamala vererek, oradaki bir büyük bakkala girerek sokağı sorduk. Garip olarak Ahmet Kemal Sokağı’nı bilmemelerine hayret ettim. Fakat eniştemin ismini verince o sokağa Âkile Hanım Sokağı denildiğini anlattılar. Kasanın etrafında kadınların ukalâlığı hakkında bir de konuşma geçti. Evet, en ahmak kadının bile en akıllı erkeği parmağının üstünde çevirebileceğine dair garip bir kanaat var galiba.
Bizi, eniştemin evine, oraya su götürecek bir çırakla gönderdiler. Biz de arkamızda hamal, önümüzde su götüren bakkal çırağı, yola düzüldük. Tarık’taki vakansa kavuşan talebe ruhu bana da sirayet etmişti. Güneşli bir gündü. Epeyce yürüdükten sonra, çocukların oynadığı, âdeta Ankara sokağı kadar düz ve betonlu bir sokağa girdik. Karşımızda, minarelerin üstünde uçuşan mor, kırmızı bulutlar vardı.


13
Hoşça kalın.

14
Dedikodu.

15
Hükmeden.

16
Delilik belirtisi.

17
Alaycı.

18
Esir.

19
Sebebi.

20
Dinlenme arası, tatil.




4
TEYZEMİN EVİ
Kapıyı bize Güzide açtı. Kendimi bildim bileli Güzide onlarda oturur, arada bir kaybolur, fakat mutlaka geri gelirdi. Hulâsa, ailenin gönüllü ve yakın bir azası gibiydi. Hemen benim boynuma atıldı, Tarık’ın omuzlarını okşadı. Onun muhabbet göstermesi oldukça nadirdir, umumiyetle terstir. Ailenin küçüklerine teyzemden fazla tahakküm eder, teyzeme de, enişteme de kafa tutar durur. Mamafih ona o kadar alışılmıştır, o kadar faydalı ve sadakatine inan vardır ki bu gibi hareketlerine alayla mukabele ederler. Teyzemden galiba biraz çekinir fakat belli etmez, enişteme daha teklifsiz davranır.
Güzide’yi Avrupa seferlerine de götürürlerdi. Âdeta sefaretin bir kâhya kadını gibi idi. Garip olarak kâtipler ve diğer sefaret erkânı, hatta bütün garsonlara kurum satan başgarsonlar dahi ona karşı çekinmeyle karışık bir zaaf beslerler, hiçbir tersliğine aldırmazlardı. Güzide, sefaretlerde sadece davet günlerinde ortadan kaybolurdu. Bunun sebebi galiba hiçbir zaman Avrupaî bir şekil almayan kılık ve kıyafeti idi. Bu, belki de Avrupaîleşmişleri küçük görmesinden, onlarla daima alay etmesinden ileri geliyordu.
Orta boylu, esmer ve elma yanaklı, kara gözleri pırıl pırıl, elleri –daima iş görmekten olacak– sert ve pürtük pürtük. Fakat maddî bakımdan teması hoş olmayan bu el, hasta olduğunuz zaman o kadar sözle ifade edilemeyen bir rikkatle size hizmet eder, bir taraftan sizi diliyle haşlarken, diğer taraftan bu sert ellerin yastığınızı düzeltmesi, başınızı yavaşça okşaması o kadar sıfat verilemeyecek bir teselli ve destek olurdu ki…
Saçları her zamanki gibi sımsıkı, kafasının üstünde bir topuz halinde, çenesinin altında düğümlenmiş bir yemeni ile hep o eski Güzide. Ellerini önlüğüne sildikten sonra, hamal çocuğun elindeki çantaları öyle bir şiddetle çekip aldı ki, bütün çocukluğumu ve ilk gençliğimi bana bir an içinde tekrar yaşattı.
– Sizinkiler sizi dört gözle bekliyor.
– Nasıllar?
– Her vakitki gibi. Teyze Hanım mızmız. Enişte, o Büyükelçi Bey…
Gülüyor ve önde giderken bidüziye başını arkaya çevirip:
– Dikkat ediniz, bizim merdivenler çöker ha, diyordu.
Ben bu eve ilk defa geliyordum. Çünkü, Ankara’dayken teyzem beni nadiren İstanbul’a getirdiği zaman Fatih’teki konaklarına inerdik. Orasını kiraya vermişlerdi. Bu eski, aydınlık bir konak yavrusuydu.
Teyzem bizi merdivenin başında karşıladı. Elâ gözlü, lepiska saçlı (tabiî şimdi boyalı), yüzünün âzâsı sabit, iyi giyinmiş, vakarlı bir kadın. Eniştem merdivenin karşısındaki odasının kapısında bizi ayakta bekliyordu. Bana, kıranta21 devrinden ihtiyarlık devrine birkaç adım atmış gibi geldi. Kır saçları seyrekleşmiş, şakakları tamamen beyazlaşmış, yüzünün alışık olduğumuz kırışıklıkları ve çizgileri artmış, derinleşmişti. Fakat gene de o eski Osmanlı örneği sefir! İnce dudaklarındaki mânidar tebessümlü alay unsuruna karışan şefkat bugün çok bârizdi. O uzun, mütehakkim burun aynı, büyük gözlerinin kenarlarındaki buruşukluklar artık örümcek ağı gibi şakaklarına doğru uzanıyor, iki düz, kır kaşlarının ortasında çok derin tek bir çizgi.
Eniştem beni yanaklarımdan öperken gözleri gözlerimin içini aradı. Teyzem Tarık’ın boynuna sarıldı. İkisinin halinde de, sadece sevdikleri iki insanı görmek sevinci değil, daha fazla, manevî bir yalnızlıktan usanmış, huzursuzluktan bîzar olmuşların alışık oldukları insanları görünce hâsıl olan ve zorla zaptedilen heyecanı seziliyordu.
Eniştemin odasında, bahçeye bakan pencerenin önünde gene o emektar yazı masası, yanında kâğıt dolabı vardı. Üstü derli toplu idi, fakat epeyce yazılı kâğıt ve dosya kalabalığı göze çarpıyordu. Kendi kendime, “Acaba hâtıratını mı yazıyor?” dedim. Odanın iki duvarına koltuklar, pencerenin karşısındaki duvarın dibine de geniş bir divan konulmuştu.
Teyzemle ben, yan yana sedire oturduk. Tarık eniştemin masasının önünde oturduğu koltuğun yanına bir iskemle çekmişti.
İki tarafın ele aldığı mevzular birbirinden çok başka idi, o kadar ki eniştemin dudaklarında, milletlerarası siyaset konusu konuşurken tebessüm alay unsuru birdenbire galip geldi:
– Eski usul harem, selâmlık yapıyoruz. Kadınlar dedikodu, moda, erkekler siyaset ve iş. Haydi, biz de biraz dedikodu yapalım. Senin şu ezelî rakip Hüsnü Sarman gene senin Roma’ya gitmene mâni olmak için epeyce çalışmış…
– Karısı, trende, uzaktan gözüme ilişti. İstanbul’a geldiğine bakılırsa ekâbire tesir yapmak ümidini kaybetmiş olacak. Benim gitmeme mâni olamazdı ama, Roma’ya Nermin’i götürmeme o kadının faaliyeti mâni oldu. (Burada bana bir an baktı.) Artık kongre delegeleri hanımlarını kolaylıkla götüremeyecekler galiba…
– Kâfir, bunu bana daha evvel niye söylemedi? Bu hatun, restoranda benimle konuşan olacak… Demek, benden hınç almak için daktilo dedikodusunu ortaya attı. Kafamdaki acaba vızıltısı gene dindi.
– Teyze, buraya neden Âkile Hanım Sokağı diyorlar?
– Vaktiyle adı öyle imiş.
Eniştem olduğu yerden söze karıştı:
– Karşıki konakta bir Âkile Hanım var. Tam eski biçim. Bütün mahalle ona Muhtar Hanım der. Hani küçükken hikâye yazmaya özenirdin, Nermin… Vakit geçirmeden onu tanı ve dinle…
– Biz, Nermin’le bu üç gün, bayram yapan iki çocuk gibi gezip dolaşacağız.
– Ya biz sizi ne zaman göreceğiz?
Bunu eniştem söylüyor. Teyzem yarı alaylı, yarı sitemli bir sesle gülerek lâfa karıştı:
– Şunlara bak, bize beraber gezmeyi hiç teklif ediyorlar mı?
Eniştem öksürdü:
– Ben zaten gündüzleri pek bir yere çıkmıyorum, yazılarım var. Biz de onları bir akşam, bir tiyatroya veya sinemaya götürürüz.
Güzide başını kapıdan içeriye sokarak sözlerimizi kesiverdi:
– Çantalarını odalarına götürdüm, isterlerse gelsinler. Hamamı da yaktım.
– Ben bu eski eve modern banyolu bir hamam yaptırdım. Sizin odanızla bizim yatak odasının arasında. Eski bir sandık odasıydı.
Bir sandık odasından tam teşkilâtlı modern bir banyo odası olan yeri, Tarık gözlerinde ve dudaklarında tecessüsle karışık hoş bir tebessümle seyretti. Raftaki, eniştemin ve teyzemin tuvalet levazımını birer birer gözden geçirdi:
– Ben teyze hanımın ruj kullandığını hiç tahmin etmezdim. Hele şu enişte beyin tıraş sabununa bak! Paris’ ten gelmiş olacak.
– Sen onları bırak da işini çabuk bitir. Ben yıkanacağım. Malûm ya yemek tam on iki buçuktadır. İhtiyarların yanına biraz erken gidelim.
– Kim demiş ihtiyar! Bizden genç. Enişte Bey her zamankinden fazla Osmanlı veyahut İngiliz ricalini hatırlatıyor. Masanın üstüne bir göz attım, siyasi hâtıratını yazıyor galiba. Bir nevi Türk Churchill’i.
Demek yanılmamıştım. Acaba hâtırat sadece siyasî mi? Ben hamama girdim. Bir duş yaptıktan sonra odaya geldim. Dolaba esvaplarımızı asmaya başladım. Etrafa göz gezdirirken bana bir eksiklik varmış gibi geldi.
– Bana bak Tarık, burada bir tek yatak var, ne yapacağız?
Biz evlendiğimizden beri yan yana iki yatakta yatarız. Ben koyun koyuna yatmaktan hoşlanmam. Tarık da uyku zamanı müstakil olmak isteyen mizaçlardandır. Ben bazan uyumadan evvel, başına elimi koyduğum zaman, yavaşça çeker, elimi öper: “Allah rahatlık versin” der, arkasını dönerdi. Her halde, teyzem de bizim ayrı yatmak âdetimizi biliyordu. Acaba buraya neden tek yatak koymuşlardı? Tarık birdenbire bir bayram günü şevkiyle boynuma sarıldı:
– Koyun koyuna yatarız, küçükhanım.
– Asla…
– O halde bir tekme vurur, beni yere yuvarlarsın. Ben de koltukta uyurum. Haydi, “evet” de bakayım!
Bu, ne kadar bambaşka bir Tarık! O, benim kadar, belki daha fazla uyku zamanı mahremiyetine düşkündü. Acaba o da, eniştem gibi, uyumadan evvel başını okşatmak falan mı istiyor? Acaba? Hemen işi alaya döktüm:
– Bu yaştan sonra artık sarmaş dolaş uyuyamayız, Tarık Bey. Haydi, saat on ikiye geliyor.
Tarık’ın elinden yakaladım, bir yaramaz çocuk gibi eniştemin yazı odasına sürükledim.
O gün, öğleden sonra Tarık’la yola düzüldük, müzeye gittik. Antikalardan ziyade bahçedeki renk renk çiçeğe, bilhassa lale tarlasının rüzgârda dalgalanmasına gözlerim yapıştı, kaldı. Sonra da, Köprü’den bir vapura binerek Boğaz’a gittik. Kanlıca’da çay içtikten sonra, yemek vakti olan saat sekizde eve dönebildik. İstanbul’un sıfat bulunamayacak kadar hususî olan güzelliğinin içime o günkü kadar sızdığını bilmiyorum. İstanbul’a bir değil, binlerce sıfat verilebilir… Ben bunlardan birini düşünemeyecek kadar kendimden geçmiştim. Boğaz’dan İstanbul’a bakarken âdeta biraz sarhoş gibi idim. Fakat bunda azıcık da Tarık’ın hiçbir zaman bu şekli almayan âşık halinin dahli vardı. Bunun saiki ne idi? Tarık’ta bir sevgili ve daimi arkadaştan ayrılacakmış gibi bir vaziyet, itidalli mizacına hiç uymayan sıcak ve taşkın bir düşkünlük vardı.
Yemekten sonra eniştem bir hayli siyasî felsefe savurdu. O günün yüksek idare ve siyaset ricaline dair bir sürü lâf ediyor, Tarık bir şey söylemeden dinliyordu. Bir aralık birdenbire sordu:
– Bu mütalâaları hâtıratınıza koyacak mısınız?
– Hâtıratım bu güne ait değil ki…
Tarık güldü:
– Ne kadar değişirse o kadar eskinin aynıdır.
– “Eller değişti, yumruk gene o yumruk” demek istiyorsun, Tarık. Fakat ben, imkân nisbetinde şahsî mütalâa karıştırmadan, İstiklâl Mücadelesi’nden evvelki ve o esnadaki müşahedeleri kaydediyorum. Başlangıcı bu küçükhanımın henüz doğmadığı yıllara uzanır.
Ben kendi kendime, eniştemin hususî hayatından bir şey sokup sokmayacağını düşünüyordum. Hatta, içimden, bir fırsat bulursam bu hâtırata gizlice göz atmaya bile karar vermiştim. Fakat bu mevzuu unutmaya çalışarak teyzeme döndüm:
– Şu Âkile Hanım Sokağınız hakkında bana biraz malûmat verseniz…
– Sen onu Güzide’yle konuş. O herkesle ahbaptır. Bütün komşuların sırlarını ezbere bilir.
– Güzide bana epeyce yaşlanmış gibi geldi.
– Görünüşte belki… İçindeki enerjinin bir zerresi bile kaybolmamıştır. Hele bizim kiracılar…
– Sizin kiracılarınız da mı var?
– Evet, selâmlığı kiraya verdik. Az ücret alıyoruz. Daha fazla, bu koca evde biraz kalabalık istiyoruz. Gündelikçi kadın, onlara da hizmet ettiği için, evlerinde olup bitenleri bizim Güzide’ye anlatır.
– Ankara’daki gibi gene çok misafir geliyor mu?
– Ekâbir emekli evine pek gelmez. (Güldü.) Fakat gene de çok misafir geliyor. Eniştenin, bilhassa Amerika’ da ve İngiltere’de tanıdığı bir sürü fikir adamı var. Sonra da eniştenin fikrine çok uyan iki Fransız ilim adamı.
Eniştem hemen söze karıştı:
– Malûm ya, İngiltere ve Fransa şimdi emekliye ayrılmış iki millet. İyice uyuşuyoruz.
Bu defa Tarık da bu mevzu ile alâkalı göründü:
– Emekliye ayrıldıktan sonra daha verimli ve esaslı hizmet görmek kabildir sanıyorum.
– Sizin emekli zihniyetini anlayacağınızı sanmıyorum.
– Neden anlayamayacağız? Benim hizmetim yirmi yıla yaklaştı. Biz artık orta yaşlı olduk.
– Yooo, Tarık! Otuzu henüz geçmiş kadın bu gün bir genç kız sınıfından sayılıyor. Kadınlar ondan sonra Hanya’yı, Konya’yı idrak ediyor…
Teyzem gene gülüyordu:
– Bana bak Tarık, hani Washington’da, Nermin’in mütemadiyen seninle dansını kesen bir Amerikalı genç yok muydu? O, birkaç ay için bilmem ne vesile ile Türkiye’yi tetkike gelmiş, bize sık sık geliyor. Gözünü aç, Nermin çok güzelleşmiş.
Birinci akşam yalnızdık. Gece on ikiye kadar konuştuk durduk. Ve ilk defa ben kocamla aynı yatakta uyuyabiliyordum. Kafamdaki “Acaba!” vızıltısı tamamen dinmiş gibiydi. Sabahleyin erken kalktık. Kahvaltıda Güzide ile odamızda bir hayli dedikodu yaptıktan sonra Üniversite’ nin bahçesine gidip dolaştık. Sonra Süleymaniye’yi, daha sonra da Ayasofya’yı gezdik. Tarık’ın İstanbul’da kaldığı üç gün zarfında iç yüzünü öğrenmeye karar vermiş olduğum “Âkile Hanım Sokağı” sakinleri ile pek meşgul olmadım.
İkinci günümüz Adalar’da geçti. Döndüğümüz vakit, Güzide kapıda durmuş, karşıki kiremit renkli kâgir konağın kapısının önünde duran uzun boylu, zayıf bir kadınla, elleriyle işaret ederek konuşuyorlardı. Güzide’nin sesi her zamanki gibi çıngır çıngır, karşıdakinin yavaş, ağır ve kelimeler ağzından tane tane çıkıyor.
– İşte Ankara’dan gelen misafirlerimiz, Âkile Hanım.
– Safa geldiler, hoş geldiler.
Tarık’la ben, karşıda duran kadına başımızla selâm vererek içeriye girdik.
– İşte bu Âkile Hanım’dı…
Güzide’nin sesi heyecanlıydı:
– İşte bütün mahalle ona akıl danışır. Üniversite’den çıkmışları da, dil bilenleri de cebinden çıkartır.
– Tarık gittikten sonra ben de onunla ahbaplık etmek isterim. Sen beni tanıştır, Güzide.
– İyi edersin. Bahçelerinde oturur, hava alırsın. Bizim bahçe hem küçük, hem de kiracıların çamaşırlarından rahat yok ki. Tarık Bey, sizi bugün üç defa Ankara’dan aradılar.
Ben sordum:
– Kim olduklarını söylemediler mi?
Güzide cevap vermeden evvel ikimizin yüzünü de süzdü. Nihayet tereddütlü bir sesle, “Hayır…” dedi.
İşte nihayet İstanbul’da beraber geçireceğimiz son akşam geldi, çattı. Evde, yemekte bir sürü misafir vardı. Bunlar, evvela şu, beni Washington’da mütemadiyen dansa sürükleyen Dick Jones, onun dostu olan bir Amerikalı gazeteci, bir üniversite profesörü, meşhur muharrir Kazım Özlü, bir de Roma sefaretimizin kâtiplerinden aynı zamanda eniştemin yeğeni Burhan Hürsoy idi. O zamana kadar pek az görmüş olduğum bu genç, belki de bu muayyen bir hariciyeli örneğinin ifadesinden başka bir şey değildi. Güzide nefis bir yemek çıkarttı. Şarap buldu, hep İngilizce konuşuluyordu.
Eniştem gene vaziyete hâkim görünüyordu. Frak giymemiş olmasına rağmen siyah kostümü, itina ile taranmış saçları, parlayan gözleri ile alışık olduğu bu muhitin içinde, zâhirî sükûnetine rağmen memnundu. Ona mukabil Tarık biraz rahatsız ve münzevi gibiydi. Bilhassa yemekten evvel, yukarıda aperitif alırken, misafirler siyasetten konuşmaya başlamışlardı. Bundan hiç memnun değildi. Ben Dick ile gazetecinin arasında oturuyordum. Fakat aşağıya inmeden evvel Tarık beni bir tarafa çekmiş, “Gazeteci sana bir sürü sual soracaktır. Dikkat et, sözü siyasetten uzak tut…” diye sıkı sıkı tembih etmişti.
Eniştemle hususî konuşmaya zaman bulamamış olmasına rağmen ona da, gözleriyle ve tavrıyla aynı direktifi veriyor gibiydi. Fakat sofrada, Rusya, Amerika ve İngiltere’nin bugünkü mühim şahsiyetlerini mütemadiyen tenkit ediyorlar ve dünyaya nizam vermek için toplanmış gibi ateşli ateşli konuşuyorlardı.
Bu münakaşadan en fazla memnun görünen Profesör’dü. Hukuk’ta mühim bir kürsü işgal eden bu kellifelli adamcağız, bayat fikirlerini, satışa pahalı ve nadir mallar çıkarmış bir dükkâncı gibi, bazı cümlelerinin üzerinde bilhassa uzun duruyor, etrafını gururla gözden geçiriyordu. En fazla üzerinde durduğu nokta, demokrasinin dünya için muzır olduğunu ispata çalışan misallerdi. Kendisinin o günlerde Maarif Vekili olması ihtimali de ağızlarda dolaşıyordu. Kendisini en fazla dikkatle dinleyen Amerikalı gazeteci idi. Türkiye’ye yeni geldiğini ve ancak bir ay kalabileceğini söylerken gülerek, Türkiye’de hâkim olan siyasî felsefe hakkında bir seri yazı yazacağını ve meseleyi daha esaslı konuşmak üzere hususî bir mülâkat istediğini, hukuk profesörüne anlatıyordu.
Dick, hep Washington’da geçen müşterek hâtıralarımızı ihya ederken, yan gözle bana mânalı mânalı bakarak, “En güzel kadınların sadece Türkiye’de olduğuna kanaat getirdim,” demişti.
Bu esnada Tarık kaşlarını çatmış, gözlerini bana dikmişti. Bu güzellik bahsini eniştemin yeğeni Burhan Hürsoy kapattı:
– Tarık Bey, sizin Roma’ya gideceğinizi Ankara’da haber aldım, çok memnun oldum. Zamanımızın en mühim adamları hep orada olacak. Nermin Hanım da gitse ne iyi olurdu. Kongrelerde sosyal cepheler her halde mühim rol oynarlar.
Gazeteci, gözleri soyduğu şeftalide, mırıldandı:
– Esasen sosyal tarafından başkası hep lâf, lâf, lâf…
– Siz bu kongrelerin faydasına kani değil misiniz?
– Hayır…
Profesör tekrar konuşmaya başladı:
– Şark milletlerini Garplılaştıracağız diye garipleştirdiler, kökleri koptu, gitti. Esasen bir makine devri medeniyetinin de kökleri çürümüştür. Demokrasi, demokrasi nakaratı… Her siyasî havaya nakarat.
– Sakın komünist olmayasınız?!..
– Komünizm de çürümüş Garp medeniyetinin bir dalından ibaret.
– O halde ırkçı olacaksınız.
– Ne münasebet!.. Hele onun hiç kökü yok. Amerika’da, İngiltere’de ve bizde…
Profesör bir kürsü konuşmasına başlamış gibiydi. Biz teyzemle salonu bıraktık, çekildik. Tarık da çok geçmeden bize iltihak etti. Salondan gelir gelmez gözleriyle beni aradı. Önüme dikildi:
– Dikkat et, Dick çok sulu bir mahlûktur. Ben yokken yakana yapışmasın!
Teyzem güldü:
– Peki, senin Roma’da yakana dişi mahlûkatın yapışmayacağını kim temin edebilir sanki?
– Nermin, benim kimsenin yakasına yapışmayacağımı tecrübe ile bilir.
– Ya onlar senin yakana yapışırlarsa?..
– Elleri yakamda kalırsa silkip atmasını bilirim.
Bunu söylerken gözleri gözlerime dikilmişti.
İkimizin hâfızasında da daktilo Sevim’in kolu Tarık’ın omuzunda, manikürlü eli önündeki kâğıtlara işaret ettiği, o, kafamda “acaba” vızıltısı yaratan sahne canlanmış olduğuna eminim.
Misafirler sonradan epeyce çakırkeyif döndüler. Bilhassa eniştem son derece neşeli idi. Bu akşam âdeta emekli olduğunu unutmuş, kendisine dünya işlerinde söz sahibi bir insan hissi gelmişti.
O gece, Tarık’la ben, sadece aynı yatakta değil, kollarımız birbirimizin boynuna dolanmış olduğu halde sabahladık. Önümüzde ebedî bir ayrılık varmış gibi, hangimizin kolları gevşese, ötekinin kolları sıkışıyor, “Bir anı bile kaybetme!” der gibi yanındakini uyandırıyordu.
Ertesi sabah onunla Haydarpaşa’ya kadar gittim. Ayrılırken, ilk defa herkesin gözü önünde birbirimize sarıldık. Tren uçtu, gitti. Ben vapurda dönerken iki kişi arkamdaki sırada fısıldar gibi konuşuyordu:
– Tarık Bey meğer karısına ne kadar düşkünmüş!
– Herif üç gün sonra uçacak. Havada ne olur, ne olmaz…
Başımı çevirdim. Beni görünce sustular. Birinin Tarık’ın dairesindeki kâtiplerden biri olduğunu anladım.


21
Saçları ağarmaya başlamış orta yaşlı erkek.




5
KIRMIZI KONAK
Tarık’ın hareket ettiği günün gecesi hemen hemen sabaha kadar hiç uyumadım. İçimdeki huzursuzluk, ne yapacağımı bilmemek bana sarih22 bir acıdan, hatta felaketten daha kötü geldi. İçimde evini kaybedip sokak sokak dolaşan, ne yapacağını bilmeyen bir avare çocuk hali vardı.
Acaba Ankara’da kalsam daha iyi mi olurdu? Fakat orada Tarıksız yalnız bir akşam bana aynı hissi verebilirdi. Ankara deyince hâfızamda önce süslü bayanlar, iki dirhem bir çekirdek şık baylar canlandı. Kabul günlerimin haricinde evime gelip bana canyoldaşlığı edecek kim vardı ki… Mamafih hayat, Ankara’da Tarık’la beraber iyi geçmişti. Evimin işleri vardı. Boş vaktimde çok okurdum. Ondan başka da tiyatrosu, bilhassa operası ile insan oyalanıyordu. Sokaklarda da rahat dolaşabiliyordum.
Beraber getirdiğim iki kitabı bitirince acaba eniştemin kütüphanesinde beni oyalayacak romanlar, eserler bulacak mıydım?
Niçin teyzemin evinin işlerine yardım etmeyeyim? Fakat Güzide’nin becerikli elleri, gücü, kuvveti hiçbir yardıma muhtaç olmadan koca evi gül gibi çeviriyordu. Güzide deyince biraz canlandım, o, bütün aile için insana can veren, oyalayan bir mahlûk. Kimbilir bu sokak hakkında bana neler anlatacaktı? Bütün bu evler, sokaktan gelip geçenler, kendi başlarına insanı eğlendiren birbirinden başka birer hayat gösterisi.
Ortalık ağarınca başımdaki lâmbayı söndürdüm. Pencerenin önüne gittim. Sokağa baktım.
Henüz kimse yoktu. Fakat çok geçmeden: “Süüüüüt!” diye hem geldiğini haber vermek isteyen, hem de rahatsız etmek istemeyen ahenkli bir ses duydum.
Biraz sonra, Aksaray tarafından elinde süt güğümü ile perişan bir adam belirdi. Kırmızı konağın kapısında durdu. Zili çalmadan kapı açıldı.
Arkasından yeşil bir bahçe sahnesi belirdi. Ortasında büyücek bir öbek toprağın üstünde renk renk açmış çiçekler, duvarlarını sarıp yükselen sarmaşıklar, aralarında kırmızı, sarı güller, morsalkımlar ve hanımelleri saklı. Arka duvarın tam köşesinde alevden çiçekleriyle muazzam bir nar ağacı gözünüzü, gönlünüzü ısıtıyor…
Konağın iç kapısına iki tarafı mermer merdivenli, gene bir mermer sahanlıktan giriliyor. Üstü kapalı, etrafını asmalar süslemiş. Ortasında henüz söndürülmemiş yeşil bir fener duruyor. Bahçeye bakan tarafında, demir parmaklıkların yeşil yapraklı örtüleri arasında bir genç kız durduğunu tahayyül edebilirsiniz… Çünkü bu yer insana Romeo-Jülyet piyesindeki Jülyet’in kameriyesini hatırlatıyordu.
Huzursuzluğum biraz gider gibi oldu. O gün bu bahçeye gidip Âkile Hanım’la ahbaplık etmeye karar verdim. Âkile Hanım kendisi, elindeki bir kaba sütü boşalttırdı, entarisinin üstündeki iş önlüğünün cebinden para çıkarttı, sütçüye uzattı, kapıyı kapattı, çekildi.
Güzide bana, Âkile Hanım’ın da beni bahçeye davet ettiğini söylemişti. Fakat düşündüm, her halde Âkile Hanım bu konağın sahibi değildi. İlk işim konak sahipleri hakkında teyzemden malûmat almak olacaktı.
Biraz sonra öteki evlerin kapıları birer birer açılarak işlerine giden genç, yaşlı, kadın, erkek, bir sürü de mektep çocuğu çıktı. Hepsi kendi başına bir şahıs.
Solda, ilâhi bir mavi kubbe gibi üstümüzü örten gök, biraz evvel, sanki bu lekesiz maviliğin üzerindeki bütün kirleri süpürmüş, ufuklara yığmış gibi, güneşin doğduğu yerde koyu kurşunî ve garip şekillerde bulut yığınları var! Şimdi, birdenbire, bu koyu renk bulut yığıntısı, arkasında muazzam bir ateş yanmış gibi kızarmaya başlamıştı. Bütün minareler, kubbeler ve birbirine benzemeyen garip meskenler de bu kızıllığın aksiyle meydana çıkıyorlardı. Kendi kendime, “Deli miyim?” dedim. İstanbul’un bu sokağı bütün dünyanın şehirlerindeki herhangi bir sokaktan bambaşka. Sonra bir de eniştem ve teyzem var… Sonra Güzide… Sonra, evde henüz mahiyetlerini öğrenemediğim kiracılar… Bunların hepsi dumanlar arasında müphem23 çizgili resim hayalleri gibi kafamdan gelip geçerken, bir akşam evvelki misafir toplantısını hiç itibara almamıştım. Çünkü o toplantı pekâlâ Ankara’da hatta Amerika’da da olabilirdi. Yalnız buraya sık geldiğini işittiğim Dick adlı genç ve sarışın Amerikalı’ya karşı Tarık’ın kıskançlığa benzer bir his göstermesini hatırladım ve güldüm.
Güzide kahvaltımı odama getirdi. Onun umumiyetle aksi ve pek az gülen karanlık yüzüne, benim varlığım yeni bir hayat ilâve etmiş gibiydi. Hemen onu karşıma oturttum. Teyzemle eniştem kahvaltılarını aşağıda, yemek odasında yapıyorlarmış. Beni bu sabah rahatsız etmek istememişler. Ben de hemen kırmızı konak hakkında onu sorguya çektim.
Konak, hemen yüz yıl önce, İstanbul’a gelmiş olan bir İtalyan mimar tarafından yapılmış. Son sahibi, Abdülhamid devrinde başmabeyincilik etmiş, Abdüllâtif Bey adlı bir zatmış. Karısı pek genç ölmüş, bir daha evlenmemiş ve çocuğu olmamış. Bu konak –anladığıma göre– Fransız edebiyatında gördüğümüz on sekizinci asrın kafalı, sanatkâr, yüksek mevki sahiplerinin toplandığı cemiyetleri hatırlatan toplantılara sahne olurmuş. Abdüllâtif Bey’in çok kıymetli bir kütüphanesi varmış ve misafir olmadığı zaman hep yazı yazarmış. “Her halde saltanat günlerini canlandıran hatıralar olacak…” diye düşündüm.
Bu konakta vaktiyle birçok uşak ve hizmetkâr varmış. Fakat hem Abdüllâtif Bey’e bakan, hem de bu tarihî, içtimaî toplantıları yirmi sene idare eden bu Âkile Hanım imiş.
Abdüllâtif Bey öldükten sonra tek vârisi olan Doktor Sadri Köksal, ailesiyle eve taşınmış. Şimdi evin üst katlarını onlar işgal ediyorlarmış. Selâmlık tarafını da kendisine muayenehane yapmış. Âkile Hanım, konağın alt katının beş odasını işgal ediyor ve onlara yemek pişiriyor, bahçeyi de tek başına güllük, gülistanlık haline sokuyormuş. Âkile Hanım’ın bir tane Nazilli’de, bir tane de İstanbul’da evli oğlu varmış.
– Bir gün gidip bahçesinde onunla konuşmak isterdim ama, Doktor Bey’in ailesini tanımıyorum, garip olur.
– Hanımefendi, Doktor Bey’in hanımıyla konuşur. Doktor da bazan buraya gelir. Onlar bahçe kapısından işlemezler. Muayenehane tarafında da ayrı bir kapı var. Git, git, Âkile Hanım’a hayran olursun.
– Demek okur, yazar bir hatun?
– O anasından okumuş, yazmış doğmuş… O, âlimlerle aşık atar. (Gözleri masanın üstündeki saate ilişti.) Aman çene yarıştırırken ne kadar geç kalmışım? Hamam boş, istersen yıkan, giyin. Eniştenle teyzen seni odalarında bekleyecekler. Bey şimdi yazı odasında. Onlar çok erken hamamda işlerini bitirirler. (Dişlerini gıcırtadır gibi) Malûm ya! Teyze Hanım ordu idare eden bir paşa gibi bu evi elinde çevirir.
Güzide tepsiyi yakalayıp odadan ayrıldı. Merdivenlerde ayak sesleri kesildikten sonra, kalktım, yıkandım, giyindim. Hamamın öbür tarafındaki odadan hiç ses gelmiyordu. Demek sofradan kalkmamışlar.
Aşağıya indim. Yemek masasında karşı karşıya oturmuşlar, ikisinin de ağzında sigara… Teyzemin yüzünde o daimî sükûn maskesi. Fakat uzun yıllar beraber yaşamış olduğum için bu maskenin arkasını biraz sezerim. Bugün bana, bu hareketsiz yüzün arkasında bir can sıkıntısı varmış gibi geldi. Evet, dudaklarındaki o daimî zayıf tebessümün, gözlerindeki tabiî mânanın arkasında bir ruh fırtınasının estiğini sezer gibi oldum.
Daha fazla on sekizinci asır Avrupasının içtimaî tavırlarını hatırlatan, bana hemen kalkıp iskemle çeken bir centilmen vaziyetine rağmen, eniştemin de teyzeme bakmadan onunla meşgul olduğu, onu tatmin ve teselli etmek istediği kanaatine vardım.
– Otur da biraz yemiş ye. Bak ne güzel şeftaliler. İyi uyudun mu bari?
– Evet, evet… Bugün, Âkile Hanım Sokağı’nı, Âkile Hanım’la başlayarak gözden geçireceğim.
– Güzide baksın, evde mi?
– Siz kırmızı konaktaki doktor ailesiyle konuşuyor musunuz?
– Sakın hasta olma!..
– Hayır teyzeciğim, korkma. Acı patlıcanı kırağı çalmaz.
– Ne çabuk İstanbul tabirlerini kullanmaya başladın, Nermin?
– Çocukluğumdan beri sizin ağzınızdan işittiklerim. Bilhassa Enişte Bey’in ağzından. Âkile Hanım’la bahçelerinde konuşmak acaba, doktorlarla tanışmadan benim için doğru olur mu?
– Âkile Hanım, bahçeye de, konağın alt katına da tamamen hâkimdir. Bizim Güzide bahçeden tek çiçek koparmanın Gülbeyaz’ın bile haddine düşmediğini söylüyor.
– Gülbeyaz, doktorun kızı mı?
Teyzem biraz müstehzî:
– Hayır, kâtibi. Bir küçük hanım. Aynı zamanda tıp talebesi olduğu için biraz da asistanlık yapıyor ve hastalara yardımı dokunuyor, çünkü doktorlar muayenehaneye bakacak hizmetçi tutamıyorlar. Gülbeyaz da onlarda yatar, kalkar. Yer, içer, muayenehanenin temizliğini de o yapar. Doktor Sadri çok bambaşka bir insandır. Haftada bir gün hastalarından para almaz. Sonra nereye çağrılsa, ne verilse onu alır. Her halde, mesleği onun ancak karnını doyuruyor galiba.
Eniştemin sesi biraz daha sıkıntılı:
– Bu mahalledeki hastalara hep o kızcağız bakar, emsalsiz bir çocuk.
Teyzem müstehzî:
– Malûm, malûm, bütün mahalle ona hayran. Enişten onun için cama bile tırmanır.
– Ben senin ağzından böyle bir kaba şakayı hiç işitmemiştim, Ayşe. Güzide de bugün çaydan sonraki kahvemi getirmedi, acaba yukarı mı götürdü?
Ben derhal yerimden fırladım. Yemek odasının katından aşağıya inen bir kısa merdivenden sonra hemen mutfağın bulunduğu taşlık katına gidiliyordu. Fakat odadan çıkıp da kapıyı kapayınca içeriden duyduğum hırçın sesler beni bir an kapının önünde alıkoydu. Daha doğrusu eniştemle teyzemin arasındaki bu esrarlı hava beni kapının önünde durup içeriyi dinlemek ahlâksızlığına sevketti. Kendi kendime, radyoda ekseri söylenen, “Bir hadise var can ile canan arasında” şarkısını tekrar ediyordum. Evet, eniştemle teyzem arasında bu sabah Gülbeyaz denilen bir diken vardı.
– Bu kırmızı konak, kırk yıllık hayatımızın ahengini bozdu.
– Senin kuruntun bu, Ayşe.
– Bu sabah, Güzide’nin Gülbeyaz aşüftesi için senden para istediğini kulağımla duydum.
– Elin namuslu kızına aşüfte demek sana yaraşır mı?
– Sana da hizmetçi ile, benden gizli, komşu doktorun asistanına para göndermek yaraşır mı?
– Anasız, babasız bir kızcağız. Mektepte kitap filân alacak parası yok. Unuttun mu bana parasız iğne yaptığını?..
– Hayır, hayır, “Bu ay geç kaldınız” diyordu. Demek başka aylar da verdin. Bu kız bir yıldır karşımızda. Doktorun evine de onu Güzide’nin koyduğunu doktorun karısı bana söyledi. Güzide ile ne münasebeti var.
– Belki akrabası…
– Tamam! Acaba şimdiye kadar bu akrabadan neden bahsetmedi? Hem kız her halde İstanbullu. Güzide Kastamonulu. Hizmetçi bulmak kolay olsa karının kulağından tutup sokağa atacağım.
– Sen kaybedersin, Ayşe. Bu kadar sadık, bu kadar işimizi ele almış adam nerede bulacaksın?
– Ben onu önüme alıp sorguya çekeceğim.
– Onu sen bilirsin, Ayşe! Fakat kaçırırsan, başka hiç bir hizmetçi bizim evi bu kadar az para ile böyle çeviremez.
– Vay, şimdi de idare ha! Ben de sana sorarım. Bankada büyük parası olmayan bir tekaüt,24 komşu hanımlara neden aylık veriyor acaba? Elimizdeki son şey Şişli’deki dükkân ve Fatih’teki ev. Onları da satacaksın gibi geliyor bana. Bu sırrı mutlak öğrenmek isterim, yoksa…
Teyzemin sesi yükseliyordu. Yıllar yılı onun böyle konuştuğunu işitmemiştim. İçimi bir korku aldı. Onların arasında da mı bir “acaba” vızıltısı var? Fakat benimkinden daha mühim.
Bu defa eniştemin de sesi biraz kısık yükseldi:
– Rica ederim, kavga etmeyelim. Hem de Nermin’in burada olduğu zaman ayıp olur.
Bir sandalye çekildi. Eniştem sofradan fırlamıştı. Ben de derhal ayaklarımın ucuna basarak mutfağa indim.
Güzide mutfağın rafına bir tahta koymuş, üstünde hamur açıyordu.
Arkası kapıya dönük olduğu halde kimin geldiğini hemen anlamıştı:
– Sana sarılıburma yapıyorum, hani sen Washington’da arada bir bana “kırmalı hamur isterim” der dururdun. O sarı Amerikalı da buna bayılıyor…
– Sen eniştemin kahvesini unutmuşsun!
– Hay Allah…
Oklavayı attı, elini kafasına vurdu. Gazocağına koştu.
– Gülbeyaz senin nen, Güzide?
– Teyze Hanım gene onu mu tutturdu? Aman ne hasis! Fakir bir talebeye enişten yardım edecek diye aklı başından gidiyor. Şükür halimize…
– Peki ama senin onunla münasebetin ne oluyor?
Güzide’nin garip bir hususiyeti vardır. Umumiyetle çenesi makine gibi işlemeye bahane arar. Fakat cevap vermek istemediği bir sual sorulursa taş kesilir. Ne bir ses, ne bir akis duyarsınız.
İşte bu suale böyle mukabele etti. Kahve tepsisini tek lâf etmeden aldı, gitti.
Ben, mutfakta epeyce onun dönmesini bekledim. Nihayet yavaş yavaş odama çıktım. Yatağımı yapıyordu. Şilteyi öyle bir dövüyordu ki, bir can düşmanından hınç alıyormuş hali vardı. Pat pat sesleri ta sofadan duyuluyordu.
Ben odaya girince bir şey söylemedi. Ben de dolabı açtım, mantomu aldım, giydim.
– Ben kırmızı konağa gidiyorum. Acaba daha evvel haber vermek lâzım mı?
– Kapıyı çalar, girersin.
Fazla konuşmama meydan vermemek için odadan çıktı.


22
Belli.

23
Belirsiz.

24
Emekli.




6
AHBAPLIK BAŞLIYOR
Sokağı geçerken Gülbeyaz, Âkile Hanım kadar merak ettiğim bir insan oluvermişti. Bahçeye girer girmez, Jülyet’in kameriyesi diye düşündüğüm sahanlıkta bir güzel kızın, bizim eve baktığını, şimdilik bir ihtiyar Romeo mevkiindeki eniştemi gözleriyle aradığını göreceğim sandım. Mamafih, Âkile Hanım denilen sual işareti, hiç olmazsa orada geçirdiğim saatte Gülbeyaz muammasını bana unutturdu.
Kapıyı Âkile Hanım açtı. Bir elinde ucu karşıki duvardaki bir musluğa geçirilmiş lâstik, ağzında sigarası, bahçede âdeta morfin alan bir insanın her şeyi unutan şevkiyle çalışıyordu.
– Safa geldiniz. Bizim bahçenin en güzel vakti.
İçerden bana uzun bir bahçe sandalyesi getirdi. Beni nar ağacının altına oturttu.
Kendisi lâstiği tekrar eline aldı, bir taraftan bahçenin duvarlarına, ortasındaki bir çiçek sergisi gibi duran çiçeklerle dolu kümbete, hatta bazan havaya bile su sıkıyordu. O kadar sakin, fakat renkli ve güzellik modeli bir köşe ki…
– Hava sıcak bugün… Paltonuzu çıkarmaz mısınız?
Şimdi kendisi de yanıma bir iskemle getirmiş, ağzında sigarası, kırk senelik ahbapmış gibi bir alışkanlıkla konuşuyor. Lâkırdı icadına uğraşmıyor. Bazan susuyor, gözleri sevgili bir simayı seyreder gibi ortadaki çiçeklere tebessüm ediyor, bana isimlerini söylüyordu. Bu, benim için bir botanik dersi gibi… O kadar az çiçek adı bilirim ki…
Âkile Hanım’ın ne uzun, ne kadına, ne de erkeğe benzeyen bir vücudu vardı. Fakat en fazla dikkati çeken yüzü idi. Gözlerim takıldı kaldı. Yüzü de uzun, ipince, şakakları basık fakat sadece kemik ve deriden olan bu baş size zayıf tesiri yapmıyordu. Ağzı ufacık, kendisine mahsus bir tebessümü daima muhafaza ediyor. İnce dudaklarının etrafındaki ve küçük gözlerinin uçlarındaki buruşukların ihtiyarlıkla münasebeti olamayan bir ifadesi vardı. Adeta hayata hem gülerek, hem de biraz şaşarak bakan, bu hayat sahnelerini bir beyaz perde üstünde uçuşan hayaller gibi seyreden bir hali vardı.
Benim onda en çok hoşuma giden şey tabiî bir şekilde susabilen tarafı idi. Siz bir şey sormazsanız, onun da söyleyecek bir şeyi yoksa susmasını bilen nadir bir insandı. Onda beni şaşırtan şey de ilk defa görmüş olduğu halde, tecessüse benzer bir his göstermemesi idi. Lâf benim suallerimle açıldı, uzun uzun konuştu. Hayatının bir safhasını açarken karakterinin de bir tarafının perdesini tutup kaldırıyordu. Fakat bir ucunu görebildiğiniz bu hayat sahnesinin hem geniş, hem de bütün perde kalksa dahi fark edemeyeceğiniz iç tarafları olduğunu seziyordunuz.
– Kimbilir, kaç yıldan beri bu konaktasınız?
Gözleri parladı. Önüne seriliveren bir ziyafet sofrası karşısında, masaya serilmiş olan nefis yemeklerin hangisini seçebileceğini düşünen, âdeta içten içe ağzını şapırdatan bir mâna yüzünü sardı. Biraz düşündükten sonra, galiba en göze çarpanını seçti ve söze başladı:
– Sayısını unutacak kadar uzun yıllar… Rahmetli Beyefendi, Hanım’ı kaybettikten sonra beni hiç bırakmadı.
Eliyle ikinci katta, salon olması lâzım gelen bir odayı işaret etti:
– Zamanın başta gelen ekâbiri sık sık, akşamları burada toplanırlardı. Ben de onlar dağılıncaya kadar, işte şuradaki taş sofada oturur beklerdim. Kahve, çay, limonata sık sık hazırlanır, gider, Cafer Ağa, arkasında bir efendi kostümü ile mütemadiyen merdivenlerden iner çıkardı. Bazan nısfılleylden25 üç saat sonraya kadar o kibar sohbetleri devam ederdi. Onlar gittikten sonra, Beyefendi yatıncaya kadar ben hizmetine bakar, sonra aşağı inerdim. Fakat Beyefendi kaçta yatarsa yatsın saat sekizde ayakta idi. Bazan bu gecelerde bütün mahalleye akseden saz ve şarkı sesleri de duyulurdu. Nurda yatsın! Hey gidi günler hey…
– Kimbilir kimler gelirdi?
Abdülhamid devrinin, benim adını bile işitmediğim bazı eski sadrazamlarını, İttihat ve Terakki’nin tarihe geçmiş birkaç simasını saydıktan sonra, bütün zaman için tarihimizde yaşayacak büyük şair ve muharrirlerden de birkaç isim zikretti.26 Gözleri tamamen maziye çevrilmişti. İşin garip tarafı, tıpkı o rahmetliler gibi en temiz bir Tanzimat Türkçesi konuşuyordu. Okumak, yazmak bilmediği söylenen bu kadının, bu üslûbu bu kadar benimsemiş olması mucize gibi bir şeydi.
– Sizin Rumelili olduğunuzu söylemişlerdi. Şivenizden hiç hissedilmiyor…
– Evet, Varnalıyım, fakat çocukken İstanbul’a geldik. Babam burada memurdu, bütün ömrüm burada geçti.
– Hiç gitmediniz mi bir daha?
Birdenbire, Âkile Hanım’ın hayat sahnesinin perdesinin başka bir ucu kalktı. Bu defa, mazisinin en yüksek sosyetesinin nâzımı ile değil, dairelerde, en karışık işleri gören bambaşka bir karakterle karşı karşıya idiniz.
– Bir defa gittim. Bir arazi meselesi vardı. Babamla amcam arasında yıllarca süren ve babamın hakkını yiyen bir mesele. İşte onu halletmek için gittim. Babam Bulgaristan’da geniş araziye sahipti. Amcam ile damadı tapuları kendi üzerlerine çevirmişler, üstüne oturmuşlardı.
– Bu işi nasıl hallettiniz?
Bu defa sarih bir zafer tebessümü ile yüzüme baktı. Bu karışık arazi meselelerini değme maliye memurunun kavrayamayacağı bir vuzuhla anlattı. Sonra, sadece ailesi arasında değil, Bulgar hükümeti memurları ve dairelerini de ezberden bilen bir hali vardı. Bütün teferruatıyla bir sürü karışık davayı apaçık izah ederken bütün resmî tabirleri kolaylıkla kullanıp duruyordu.
– Siz Bulgarca da biliyorsunuz demek?
– O zaman bilmek lâzım değildi. İmparatorluğumuzun asırlar boyunca bir parçası olan Bulgaristan’ın o zamanki memurları hâlâ birer Türk gibi dilimizi konuşurlardı. (İçini çekti.) Şimdi bizimkiler bile artık zorlukla Türkçe konuşuyor, ikide birde Bulgarca tabirler kullanıyorlar.
– Siz bu davayı hallettikten sonra bari aile arasında münasebet düzeldi mi?
– Ben bu işi hiç münasebeti bozmadan başardım. Ama babam çok üzülmüştü. O aralık amcama yazdığı bir mektuptaki şiiri size okuyayım:
Bundan evvel akrabaydık,
Akrep olduk biz bize.
Ayıbımız meydana çıktı,
Bakmaz olduk yüz yüze.
Hiç kimseden görmedim ben,
Akrabadan gördüğüm,
Akrep etmez akrabaya
Akrabanın ettiğin…
Her halde Âkile Hanım’ın babası da hayatı bir şaka gibi alan müstesna ruhlu bir insan olacaktı. Kızı Âkile Hanım’ın onu da geçtiğine şüphe yok. Âkile Hanım’a ne kadın, ne de erkek demek mümkündü. Erkeklerin halledemeyeceği en dolambaçlı işleri su gibi beceren, bir taraftan da kendisinden yardım istendiği zaman hiçbir zahmeti esirgemeyen bir insan… O, insanların akrep taraflarını tabiî buluyor, fakat onları bütün cepheleriyle yani iyi taraflarıyla da görüyordu. Güzide’nin dediği gibi bunları mekteplerde değil, hatta acı tecrübelerden sonra da değil, sırf bin bir taraflı bir kabiliyetle doğmuş olanlar kendi kendilerine öğrenebilirler.
Kapı çalındı. Bakkal çırağı kılıklı bir genç çocukla biraz konuştu. Çocuk ellerini sallayarak telâşlı telâşlı muhtar, ilâm gibi lâflar etti.
– Yarın öğleye kadar işini yaparım. Öğleden sonra uğra… diye savdı.
– Sahiden bu mahallenin muhtarı mısın, Âkile Hanım?
– Ne münasebet! Ama bunlar hep çoluk çocuk. Saçlı sakallılar bile bazan resmî muameleleri kıvıramıyorlar. Ne de olsa komşu… Bu gibi karışık işleri onlar günlerce yapamaz, halbuki muamele bilen, adamına göre konuşan bunları yarım saatte çıkarır. Bilseniz resmî dairelere ne kadar halk zaman verir. Bunu Doktor Bey de anladı da, onun bütün resmî işlerini ben takip ediyorum.
Gene kapı çalındı. Mavi kostümlü, güler yüzlü, temiz pak, oldukça genç bir adam içeriye girdi.
– Oğlum Hüseyin, diye bana takdim etti. İstanbul’da evli olan ve bir dairede çalışan oğlu ile de biraz konuştuk.
Kalktım. Öğle vakti geçiyordu:
– Ben yarın gene geleyim mi?
– Buyurun efendim.
– Vaktinizi almıyor muyum?
– Asla. Ben hem çalışır, hem konuşurum. Gene sulama vakti gelin. Serinlemiş olursunuz.
Yüzüne baktım. Eski günleri ihya etmek27 biraz hoşuna gitmişti galiba. Ancak kapıdan çıkarken Gülbeyaz hakkında malûmat istemeyi unutmuş olduğumun farkına vardım.
Eniştemle teyzem sofraya oturmuşlardı. Teyzem on iki buçukta mutlak öğle yemeği isterdi. Güzide’nin aksiliği pek geçmemişti. Âdeta çemkirir28 gibi konuşuyordu. Fakat teyzemle eniştemin vaziyeti sabahki gerginliğini kaybetmiş gibiydi. Birbirleriyle şaka bile ediyorlardı. O akşam baş başa oturduk, radyo dinledik.
“Yanıyor mu yeşil köşkün lâmbası” diye söylenen bir türkü esnasında teyzem, “‘Yanıyor mu kızıl köşkün lâmbası’ demek vezni bozar mı?” diye eniştemle alay etti.
Eniştem de aynı alaylı sesle, “Bilâkis, daha güzel olur. Işık ve ateş kızıl sahalara yaraşır…” diye güldü.
Ertesi sabah Tarık’tan mektup almayı ümit ediyordum. Alamayınca biraz sinirlenmiştim.
Bilmem eniştem farkına vardı mı nedir, bizi aldı sokağa götürdü. Son yıllarda sokağa çıkmak onun için bir hadise olmuştu, evden ayrılmıyordu. Güzide’ye göre, bu, otomobile alışmış bir adamın yürümekten çekinmesinden ileri geliyordu.
Teyzem de, “Kırmızı konağın gözden ırak olduğuna tahammülü yok,” diye alay etmişti.
Her halde, ben çok memnun oldum. Bir elinde baston, bir tarafında teyzem, bir tarafında ben, Atatürk Bulvarı’nı ağır ezgi, fıstıkî makam yürüyerek çıktık. Tam bulvarın orta yerinde, karşımızda bir genç kız belirdi. Acele acele yokuşu iniyordu. Eniştem şapkasını çıkardı, selâmladı. Teyzem bana bir şeyler anlattığı için onu görmedi galiba. Âdeta rüzgâr gibi geldi, geçti. Ben de kim olduğunu sormadım.
Öğle yemeğini o gün Şark Kahvesi’nde yedik. Eniştem Saraçhanebaşı’nda bizi bir arabaya koydu, götürdü. Çok keyifli görünüyordu. Tabiî o gün Âkile Hanım’a gidemedim. Fakat Şark Kahvesi’nin sol tarafında, o rahat sedirlerden Adalar’ı seyrederken zihnim hep onunla meşguldü. Masmavi bir gök, sükûn ve saadet içinde bir dünya! Her köşede, yuva yapmaya hazırlanan çift kuşlar gibi, yan yana, omuz omuza, oturan gençler… Burası bir aşk ve yuva kurumu proloğu…29 Radyodan veya plâklardan çalınan caz havaları ortalığı biraz bozuyor. Eniştem garsonun eline bahşiş sıkıştırarak bu kulağı tırmalayan sesleri susturmak istedi. Meğer bu sakin, bu Şark’ın hakikî yavruları olan çiftler bunu isterlermiş. Çok geçmeden, başka bir garson, bu hava ve sükûn içinde falso yapan gümbürtüyü tekrar dile getirdi. Eniştem omuzlarını silkti, bana baktı, teyzem, “O, Ankara’dan geliyor, hem de eski Washington günlerini unutmamıştır, onu sıkmaz,” diye güldü
O akşam Tarık’tan kısacık bir mektup aldım. Olanca kuvvetiyle ertesi gün açılacak kongre hazırlığı ile meşgul olduğunu, işleri yoluna koyunca daha uzun yazacağını bildiriyordu.


25
Gece yarısından.

26
Saydı.

27
Canlandırmak.

28
Karşı gelir, sert cevap verir.

29
Başlangıcı.




7
HUSUSÎ HAYATI
Kırmızı konağın kapısı aralıktı. İttim, bahçeye daldım. Sahanlığın merdiveninin ilk basamağında beş altı yaşlarında, sarı saçlı, güzel yüzlü bir oğlan çocuk duruyordu. Beni görünce merdivenlerden çıkmaya başladı. Ben de arkasından çıktım, çünkü “Âkile Hanım yok mu?” sualime cevap vermeden acele acele gidiyordu. Demek Âkile Hanım içerideydi, çocuk da ona haber vermeye gidiyordu. Tam sahanlıkta, taş sofanın birleştiği eşikte, belki üç yaşında, tombalak, Tatar yüzlü, siyah saçları tepesinde horoz ibiği gibi bir kurdele ile bağlanmış bir kız çocuk oturmuş, elleri dizlerinde sağa, sola sallanıyordu. Yaşı biraz daha büyük olsa bir yeri ağrıyor, diyebilirdim. Kardeşi içeriye dalınca başını okşadım:
– Adın ne? Kimsin? Âkile Hanım senin nen?
Cevap vermedi, yüzünü yüzüme kaldırdıktan sonra tekrar başını eğdi; ağrı çeker gibi gene sallanmaya başladı.
– Dilin yok mu, küçük?
Kıpkırmızı ve sipsivri bir dil küçük ağzından çıkabildiği kadar çıktı.
– Şimdi sen kimsin, söyle?
Sol taraftaki odadan Âkile Hanım’ın sesi geldi. Her halde, küçük oğlan benim geldiğimi haber vermişti:
– Buyurun! Oooo, buyurun.
Biraz evvelki oğlan, oda kapısının önünde durmuş, beni bekliyordu. Ben konağın iç taşlığına dalınca küçük de benimle beraber geldi. Oğlanın elini tutmuştum. İki çocuk da beni merakla süzüyorlardı.
Odaya girdik. Orta yerde bir hamur tahtası, Âkile Hanım’ın elinde oklava ile hamur açıyor, fakat başı kapıya çevrilmiş, eski bir dost tavrıyla konuşuyordu:
– Buyurun, buyurun… Kusura bakmayın! Burası benim hem misafir salonum, hem odam, hem mutfak, hem çamaşırlığım…
Enteresan bir oda… Kapının karşısında bir sedir, üstünde oturan oğlu da ayağa kalkmış, bana yer gösteriyordu. Su küpü, çamaşır yığını, gazocağı. Hulâsa bir kadının günlük ihtiyaçlarına cevap verecek her şey var.
Küçükler odaya girer girmez, sağa sola saldırıyorlar, o da ikide bir elindeki oklavayı kaldırıyor, çocuklar hamur tahtasına yaklaştıkları zaman sinek kovar gibi sallıyor:
– Oturun yoksa gösteririm ha!..
Ben karşısındaki sedire oturmuştum. Hoş beş başladı. Oğlu Hüseyin, küçükleri ellerinden yakalamış, ayakta…
– Sen bunları al, biraz gezdir, Hüseyin…
Adamcağız çocukları aldı, çıktı. Bu bir pazar günüydü. Âkile Hanım’ın oğlu dairede olmadığı zamanlar kullandığı, belki dairede iken başka bir şoföre kullandırdığı bir taksinin kapının biraz ötesinde durduğunu, kırmızı konağa gelirken görmüştüm.
Onlar çıkınca hemen cebinden sigarasını çıkarttı, yaktı. Ağzında sigara, elinde oklava işine başladı.
– Bu küçükler kim?
– Torunlarım.
– Sana misafir mi geldiler?
– Hayır, her zaman bende artık.
– Anaları yok mu?
– Var, var ama Allah bilir nerede…
Birdenbire kalktı:
– Durun bir kahve pişireyim. Karşılıklı içerken size bizim bu son macerayı anlatırım.
Biraz ötede, birkaç mangal yanında kahve tepsisi. Kahveyi pişirinceye kadar hiç konuşmadı. Bana köpüklü ve nefis bir kahve sunduktan sonra, kendi de, bir elinde kahve fincanı, konuşmaya başladı. Mangalın karşısına çömelmiş, gözleri havada, maziden bir kitap açmış, okumaya başlamış gibiydi. Yüzünde hiçbir hareket olmadığı halde bir taraftan kafasının içindeki hayat sahnesini seyrediyor, onun acı tatlı şakalarını gene o kusursuz üslûbuyla anlatıyordu:
– Bizim gelin, size geçen gün anlattığım akrep akrabalardan birinin kızıdır. Yedi senedir oğlumla evli, fakat arada bir aklına esince evini bırakır, kaçar. Bazan oğlum gider, annesinin evinden alır, getirir, bazan kendisi dönüp, dolaşıp gelir, oğlanın gönlünü eder. Bu, ta nikâh dairesinden çıktıkları gün başladı. Ne yapalım, çöpçatan birbirlerine gevşek çatmış.
– Ne garip!
– Garipten de fazla…
– Ne diye bu kızı oğluna aldın?
– Bu bir roman… Anlatayım mı?
– Aman anlat.
– Güzeldir haspa. Hem de dediğim gibi babası uzaktan uzağa akrabadır da. Pek münasebetimiz yoktu. Babası, anası bizim oğlana kızlarını vermek istiyorlardı. Bundan tam yedi yıl evvel, o zaman evleri Üsküdar’daydı. Oğlum, ben, iki de yakın akraba, resmen görücü gittik. Öyle karışık bir ev ki… Bizi bir odaya aldılar… Hepimize oturacak yer yoktu. Bir kısmı, yan yana duran iki sandıktan birinin üstüne oturdu. Hoş, beş, biraz sonra kız geldi, odada oturacak sandalye yok, ne yapsın, o da öteki sandığa oturdu. Meğer sandığın kapağı kırıkmış. Kız oturur oturmaz, kapak çöktü, kız içine düştü, bacakları havaya kalktı. Oğlum medenî bir erkektir. Hemen koştu, kollarından yakaladı, kaldırdı, kendi sandalyesine oturttu. Ayaklarında çorap da yoktu. İki çıplak bacağın nasıl havaya kalktığı hiç gözümün önünden gitmez.
Ben burada kendi kendime bu iki çıplak genç bacağın bu izdivaçta mühim bir rol oynadıklarını düşündüm.
– Mahcup olmuştur, zavallı kız…
– Mahcup mu? Asla… Bir kahkaha salıverdi. Her neyse. Biz hal hatır sormaya başlamadan, sanki nişan takmaya gelmişiz gibi, anası, babası pazarlığa giriştiler. Takılacak nişan, yüzgörümlüğü, ayrı ev, ev eşyası filân hep konuşulmaya başladı. Baktım oğlum razı… Ne ise, iki gün sonra nişan yüzükleri takıldı. Cerrahpaşa civarında bir apartman katı tuttuk, oğlum elindekini, avucundakini evi döşemeye sarfetti. İki ay geçmeden nikâhları kıyıldı, o akşam güvey girecekti. Fakat kavga nikâh dairesinde başladı. Gelin Hanım:
– Haydi, ne takacaksan tak, yoksa sana eteğimin ucunu göstermem, diyordu. Yüzgörümlüğünün gece takılması lâzım geldiğini anlatmaya çalıştık. Dinlemeden savuştu, gitti. İki gün sonra pişman oldu ama, bu başını alıp savuşmak devam etti, durdu. Tam yedi yıldır evlidirler. Oğlum ne kazanırsa ona getirir… Fakat bu kazanç ona kâfi gelmiyordu galiba! Gördünüz ya, iki tane de nur topu gibi evlât. Lâkin o ikide birde çocuklarını da yüzüstü bırakır, gider. Döner, dolaşır, sonra gelir, bizim oğlanın gönlünü alır.
– Bereket versin sen varsın, Âkile Hanım… Bu yavrular ne yaparlardı?
– Bütün komşular, bilhassa ev sahibi, çocuklarla meşgul olurlar. Bu defa, kaçış uzun sürdü. İstanbul’da annesinin evi dahil, hiçbir bildik nereye gittiğini bilmiyordu. Oğlum da çocukları aldı, bana getirdi. Ele avuca sığmıyorlar. Bilhassa büyük, aksırmış annesinin burnundan düşmüş.
– Bir kazaya uğramış olmasın?
– Ne münasebet! Bu sabah Sinop’tan bir telgraf aldık. Oradaki bir akrabaya gitmiş. Oğlumu yanına çağırıyor.
– Demek, istediği zaman seyahate çıkabilecek hazırlığı ve parası var?
– Her halde Karadeniz vapurunda daha evvelden yer tutmuş olacak. Ayrıca, giderken oğlumun ceketinin cebine sakladığı birkaç yüz lirayı almış…
– Oğlunuz gidecek mi?
– Asla… Artık bu yıkık yuvadan hayır yok. Şimdi şahit topluyoruz. Talâk30 davası açacağız. Oğlumun peşinde şimdiden iyi aileler kızlarını vermek için dolaşıyorlar.
Âkile Hanım, tıpkı bir davavekili31 gibi, mahkemeye sunulacak resmî müracaatı ezberden okumaya başladı. Ben orta halli ailelerde, ta Ankara’dan beri sayısı artan ayrılmalar, eş değiştirmeler vak’alarını zihnimden geçiriyordum. Ailenin kutsî bir müessese olduğunu unutmuş görünen bir cemiyet içinde yaşıyorduk. Eskiden devamlı tüttüğü söylenen ocaklar şimdi birer birer, bir kibrit gibi püf demekle sönüyordu. Üç ay evvel bilmem hangi sinemada veya baloda tanışıp, sevişen nice evliler görüyordum ki, kızlar biraz daha zengin bir adam –hele otomobili olursa– kendisine yılışınca yuvasını bırakıp kaçıyorlar. Sonra gene, kendisine samimiyetle bağlı yirmi, otuz yıllık karısını bir genç daktiloya âşık olup bırakmış nice aklı başında görünen baylar vardı. Bunları düşünürken Âkile Hanım’ın dediklerini işitmiyordum. Çünkü içimdeki “acaba” büyük harflerle karşıma dikilmişti. Acaba Tarık’ın kâtibi Sevim, Roma’ya gitti mi? Acaba otuz yıldan beri ideal bir çift gibi yaşayan eniştemle teyzemin arasına o Gülbeyaz denilen genç tıbbiye talebesi girecek mi?
– Daldınız, Nermin Hanım?
– Yılda bir eş değiştiren o kadar çoğaldı ki…
– Yılda değil, ayda bir esvap değiştirir gibi eş değiştirenler var.
Âkile Hanım’ın da gözleri bulutlanmıştı.
– Sizin eşiniz sağ mı?
– Evet…
– Nerede?
– İzmir’de, bir mensucat fabrikasında çalışır.
– Yoksa siz de mi ayrıldınız?
– Hayır, ben evlenmeyi bütün ömre süren bir bağ gibi telâkki ederim, Nermin Hanım.
– Öyleyse neden beraber, aynı yerde yaşamıyorsunuz?
– O da ayrı bir roman…
Sustu. Gözleri, uzun bir dramın sahnelerine saplanmış gibi pencereye dalmıştı. Belki kendi hayatından bahsetmeyi istemez diye başka bir mevzua geçtim:
– Buradaki evsahibi Doktor’un güzel bir asistanı varmış, bütün mahallenin hastalarına bakıyormuş…

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «ЛитРес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/pages/biblio_book/?art=69480229) на ЛитРес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.