Читать онлайн книгу «Hayaletgören» автора Schiller Friedrich

Hayaletgören
Schiller von Friedrich

GOTİK ROMANTİK 6

Can Yayınları 2004

Der Geisterseher, Friedrich Schiller
© 2011, Can Sanat Yayınları Ltd. Şti.
Tüm hakları saklıdır. Tanıtım için yapılacak kısa alıntılar dışında yayıncının yazılı izni olmaksızın hiçbir yolla çoğaltılamaz.

1. basım: Eylül 2011
E-kitap 1. Sürüm Ağustos 2014, İstanbul
2011 tarihli 1. Basım esas alınarak hazırlanmıştır.

Yayına hazırlayan: Şebnem Sunar

Kapak tasarımı: Ayşe Çelem Design
Kapak resmi: © iStockphoto.com (http://www.iStockphoto.com)

ISBN 978 975 0723 09 4

CAN SANAT YAYINLARI
YAPIM, DAĞITIM, TİCARET VE SANAYİ LTD. ŞTİ.
Hayriye Caddesi No. 2, 34430 Galatasaray, İstanbul
Telefon: (0212) 252 56 75 / 252 59 88 / 252 59 89 Faks: (0212) 252 72 33
www.canyayinlari.com (http://www.canyayinlari.com)
yayinevi@canyayinlari.com
Sertifika No: 10758


FRIEDRICH SCHILLER
Hayaletgören


ROMAN
Türkçesi
Bilge Uğurlar – Türkis Noyan






JOHANN CHRISTOPH FRIEDRICH VON SCHILLER, 1759’da Marbach am Neckar’da doğdu. Şair, oyun yazarı ve edebiyat kuramcısıdır. Wieland, Herder ve Goethe’yle birlikte Weimar Klasiği’nin en önemli dört yazarından biridir. Schiller, 1775’te Klopstock’un şiirleriyle ilgilenmeye başladı. Aynı yıl Der Student von Nassau (Nassaulu Öğrenci) dramını kaleme aldı. 1776’da ilk defa Der Abend (Akşam) adlı şiiri yayımlandı. 1780’te, “İnsanın Vahşi Doğası ve Ruhu ile İlişkisi Üzerine Deney” konulu bir doktora tezi hazırladı. 1776’da yazmaya başladığı, yasa ve özgürlük çatışmasını öne çıkaran Der Räuber, 1781’de önce isimsiz olarak yayımlandı. Oyun, 1782’de sahneye uyarlandı ve yoğun ilgiyle karşılandı. Bu eseri Don Carlos ile Kabale und Liebe (Hile ve Aşk) adlı dramlar takip etti. Schiller, 1783-1789 yılları arasında Mannheim, Leipzig, Dresden ve Rudolstadt’ta yaşadı. 1788’de Goethe’yle karşılaştı ve dost oldu. 1789’da Jena’dan gelen profesörlük teklifini kabul etti ve tarih eğitimi vermeye başladı. Bu dersleri, beklenmedik derecede dikkat çekti. Aynı yıl Hayaletgören basıldı ve kamuoyunda büyük ilgi gördü. 1796’dan 1800’e kadar edebiyat dergisi Musenalmanach’ı yayımladı. 1797’de Mussenalmanach’ta Goethe ve Schiller bir hiciv bölümü düzenlediler. Der Taucher (Dalgıç), Der Handschuh (Eldiven), Der Ring des Polykrates (Polykrates’in Yüzüğü), Der Gang nach Eisenhammer (Eisenhammer’e Yolculuk) ve Die Kraniche des Ibykus (Ibykus’un Turnası) 1797’ye ait baladlarıdır. Bunları 1798’de Die Bürgschaft (Şehir Halkı) ve Der Kampf mit dem Drachen (Ejderhayla Savaş) adlı baladlar izledi. Schiller bundan sonra yeniden drama döndü ve 1799 yılında Wallenstein’ın, hemen ertesi yıl ise Maria Stuart’ın çalışmalarını bitirdi. 1801’de Die Jungfrau von Orléans’ı (Orléans Bakiresi), 1803’te ise Die Braut von Messina’yı (Messinalı Gelin) kaleme aldı. 1802’de Schiller’e soyluluk unvanı verildi, böylece Friedrich von Schiller olarak adlandırılmaya hak kazandı. 1804’te Wilhelm Tell’i tamamlayarak, Demetrius’a başladı; ancak ağırlaşan hastalığı dolayısıyla bu eser bitiremeden 1805’te Weimar’da öldü.

BİLGE UĞURLAR, 1964’te İstanbul’da doğdu. 1982’de İstanbul Erkek Lisesi’ni, 1989’da Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nü bitirdi. Rudolf Borchardt’ın Gece Yatısı, Peter Handke’nin Don Juan, Heinrich von Kleist’ın Michael Kohlhaas, Franz Grillparzer’in Fakir Çalgıcı, Sendomir Manastırı adlı yapıtlarını Türkis Noyan’la birlikte çevirdi.

TÜRKİS NOYAN, 1929’da İstanbul’da doğdu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Alman Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirdi. Stephan Gerlach’ın Gerlach Seyahatnamesi, Tobias Heinzelmann’ın Osmanlı Karikatüründe Balkan Sorunu 1908-1914 ve Osmanlıda Bir Köle Brettenli Michael Bretten’in Anıları: 1585-1588, çevirdiği yapıtlardan bazılarıdır.




Birinci kitap
Anlatacağım öykü birçoklarına inanılmaz gelecekse de, olayların büyük bir kısmına bizzat gözlerimle şahit oldum. Bu anlatacaklarım, belli bir siyasi vakadan haberdar olan az sayıdaki kişiye –o da eğer bu sayfalar yayımlandığında hâlâ hayattalarsa– memnun olacakları bir açıklama getirecektir; böyle bir anahtar olmasa bile, diğer okurlarca da insan aklının kandırılma ve yolunu şaşırma öyküsüne bir katkı olarak muhtemelen önemli bulunacaktır. Kötülüğün tasarlamaya ve uygulamaya kalkıştığı amacın cüretkârlığı ve bu amaca varmayı güvenceye almak için başvurduğu araçların tuhaflığı karşısında insan iki kere hayrete düşecektir. Kalemimi yalın ve güçlü bir hakikat duygusu yönlendirecektir; çünkü bu sayfalar dünyaya sunulduğunda ben artık hayatta olmayacağım ve bu anlattıklarımdan dolayı ne bir şey kazanacak ne de kaybedeceğim.
Kurland’a dönüş yolculuğumda, 17** yılının karnaval zamanı Prens von **’yi Venedik’te ziyaret etmiştim. Kendisiyle **’nin savaş hizmetinde tanışmıştık ve barışın kesintiye uğrattığı bir dostluğu burada tazeliyorduk. Ayrıca ben bu kentin ilgi çekici taraflarını görmek istediğimden, Prens de **’ye geri dönmek için senetleri beklediğinden, beni bu zamanı kendisiyle birlikte geçirmem ve yola çıkışımı ertelemem konusunda kolayca ikna etti. Venedik’te kaldığımız süre boyunca birbirimizden ayrılmayacağımıza dair anlaştık, üstelik Prens bana “Mori”deki dairesinde kalmamı teklif etme nezaketini de gösterdi.
Prens burada kimliğini büyük bir dikkatle gizleyerek yaşıyordu, çünkü kendi hayatını yaşamak istiyordu, ayrıca kendisine tahsis edilen kısıtlı gelir kaynaklarıyla, soyluluk unvanının düzeyini ayakta tutması zaten imkânsızdı. Bütün maiyeti, ağızlarının sıkılığına son derece güvendiği iki asilzadenin yanı sıra birkaç sadık hizmetkârdan ibaretti. Gösterişten kaçınması tutumluluktan ziyade yaradılışından kaynaklanıyordu. Eğlencelerden kaçıyordu; daha otuz beşinde, bu şehvet yuvası kentin bütün cazibelerine karşı direnmişti. Cinsi latiflere şimdiye kadar ilgisiz kalmıştı. Mizacına, derin bir ciddiyet ve hayalperestliğe varan bir melankoli hâkimdi. Eğilimlerinde sakin ama aşırılığa kaçacak kadar ısrarlı, seçimlerinde yavaş ve çekingendi; bağlılığı ise sıcak ve ebediydi. Gürültülü bir insan kalabalığının ortasında yalnız başına yürürdü; kendi hayal dünyasına kapanmış bir halde, çoğu zaman gerçek dünyada bir yabancı gibiydi. Hiç de zayıf biri olmamasına rağmen, başkalarının hüküm ve etkisi altında kalmaya onun kadar yatkın biri daha bulunamazdı. Onu bir kez kazandınız mı, artık sarsılmaz ve güvenilir biri olurdu; farkına vardığı bir önyargıyı yenmek için büyük bir cesaret gösterir, bir başka önyargı içinse canını verebilirdi.
Hanedanının üçüncü sıradaki prensi olarak ülkenin başına geçme ihtimali yoktu. İçinde yükselme hırsı hiç uyanmamış, tutkuları başka tarafa yönelmişti. Bir başkasının iradesine bağımlı olmamanın memnuniyeti içinde, başkaları üzerinde hâkimiyet kurmaya da heves etmiyordu: Tüm dilekleri özel hayatının huzurlu özgürlüğü ve zeki bir çevrenin hazzı ile sınırlıydı. Çok okurdu, ama seçici davranmazdı; ihmal edilmiş olan eğitimi ve erken yaşta girdiği savaş hizmetleri, aklının olgunlaşmasına fırsat vermemişti. Sonradan edindiği bütün bilgiler ondaki kavram karmaşasını artırmaktan başka bir işe yaramadı, çünkü bunlar sağlam bir temele dayanmıyordu.
Prens Protestan’dı, bütün ailesi gibi, Protestanlığı doğuştandı, araştırıp inceleyerek edinilmemişti, yaşamının bir döneminde dinine körü körüne bağlı biri olmuşsa da, üzerinde hiç araştırma yapmamıştı. Bildiğim kadarıyla, hiçbir zaman farmason olmadı.
Bir akşam, her zamanki gibi kendimizi tamamen gizleyen bir maske takıp kalabalığa karışmadan San Marco Meydanı’nda dolaşırken –saat geç olmaya başlamış ve kalabalık dağılmıştı– Prens maskeli birinin her yerde bizi izlediğini fark etti. Maskeli adam, bir Ermeni’ydi1 ve tek başına yürüyordu. Adımlarımızı hızlandırdık ve yolumuzu birçok kez değiştirerek onu şaşırtmaya uğraştık ama boşuna, maskeli adam sürekli peşimizdeydi. “Burada bir aşk macerasına karışmadınız, değil mi?” dedi sonunda Prens bana dönerek, “Venedikli kocalar tehlikelidir,” diye ekledi. “Bir tek kadınla bile ilişkim yok,” diye cevap verdim. Prens, “Şurada oturalım ve Almanca konuşalım,” diyerek sözlerine devam etti. “Sanırım bizi birisiyle karıştırıyorlar.” Taştan bir bankın üzerine oturup maskeli adamın önümüzden geçip gitmesini bekledik. Fakat o doğrudan yanımıza geldi ve Prens’in hemen yanına oturdu. Prens saatini çıkarttı ve ayağa kalkarak bana doğru dönüp Fransızca yüksek sesle: “Saat dokuzu geçti. Hadi gelin. Bizi “Louvre’da beklediklerini unutmuşuz,” dedi. Bunu sırf maskeli adama izimizi kaybettirmek için söylemişti. “Saat dokuz,” diye tekrarladı maskeli aynı dilde, ağır ağır vurgulayarak. “Kutlayın kendinizi, Prens.” (O arada ona gerçek adıyla hitap etmişti.) “Saat tam dokuzda öldü.” Bunları söyleyerek ayağa kalktı ve oradan uzaklaştı.
Şaşkın bir halde birbirimize bakakaldık. “Kim ölmüş?” dedi Prens uzun bir sessizlikten sonra. “Haydi peşinden gidelim,” dedim, “ve bir açıklama isteyelim.” San Marco Meydanı’nın her köşesini karış karış aradık; maskeli adamdan eser yoktu. Hoşnutsuz bir halde, kaldığımız otele döndük. Prens yol boyunca benimle tek bir kelime konuşmadı, yolun kenarından yalnız başına yürüdü, bana sonradan da itiraf ettiği üzere, içinde şiddetli bir çatışma yaşıyordu.
Eve vardığımızda, tekrar konuşmaya başladı. “Doğrusu bu çok gülünç,” dedi, “çılgının biri gelip iki kelimeyle insanın huzurunu kaçırabiliyor.” Birbirimize iyi geceler diledik; odama girer girmez, yazı tahtasına bu olayın geçtiği günü ve saati kaydettim. Günlerden perşembeydi.
Ertesi akşam Prens bana şöyle dedi: “Haydi San Marco Meydanı’nda bir gezinti yapalım ve bizim esrarengiz Ermeni’yi bulalım mı? Bu komedinin nereye varacağını merak ediyorum.” Önerisini kabul ettim. Saat on bire kadar meydanda vakit geçirdiysek de, Ermeni’yi hiçbir yerde göremedik. Aynı gezintiyi üst üste dört gece tekrarladık, yine de bir sonuç alamadık.
Altıncı akşam otelimizden çıkarken –gayri ihtiyari mi, yoksa bile bile mi olduğunu artık hatırlamıyorum– hizmetkârlara bizi arayan olursa nerede bulabileceğini bildirmek geldi aklıma. Prens tedbirliliğimi fark etti ve gülümseyen bir yüz ifadesiyle bu davranışımı övdü. San Marco Meydanı’na vardığımızda büyük bir izdiham yaşanıyordu. Henüz otuz adım bile atmamışken, o Ermeni’yi fark ettim, hızlı adımlarla kalabalığın arasından kendine yol açmaya çalışıyor ve sanki gözleriyle birini arıyordu. Biz tam ona yetişmek üzereyken, Prens’in maiyetinden Baron von F** nefes nefese bize doğru koşup geldi ve Prens’e bir mektup getirdi. “Üzerinde siyah mühür var,” dedi. “Acil olabileceğini düşündük.” Bunu duyunca yıldırım çarpmışa döndüm. Prens bir sokak lambasına yaklaşıp okumaya başladı. “Kuzenim ölmüş,” diye haykırdı. “Ne zaman?” diyerek telaşla sözünü kestim. Mektuba bir kez daha baktı. “Geçen perşembe. Akşam saat dokuzda.”
O şaşkınlığı üstümüzden atamadan, Ermeni’yi aramızda bulduk. “Burada sizin kim olduğunuzu öğrendiler, saygıdeğer bayım,” dedi Prens’e. “Derhal Mori’ye dönün. Karşınızda senato temsilcilerini bulacaksınız. Size sunulacak olan onuru kabul etmekte tereddüt etmeyin. Baron von F** senetlerinizin geldiğini size söylemeyi unuttu,” diyerek kalabalığın arasına karıştı.
Hızla otelimize döndük. Her şey Ermeni’nin haber verdiği gibi oldu. Cumhuriyet’in üç asilzadesi, Prens’i selamlamak ve onu büyük bir törenle Meclis’e götürmek üzere hazır bekliyordu, orada kentin yüksek soyluları tarafından karşılanacaktı. Prens bana uyanık kalıp onu beklememi kısa bir işaretle belli edecek vakti ancak buldu.
Prens gece saat on bire doğru döndü. Ciddi ve düşünceli bir halde odaya girdi, hizmetkârları gönderdikten sonra elimi tuttu. Bana dönerek Hamlet’in sözleriyle: “Kontum,” dedi, “öyle şeyler vardır ki, yerde ve gökte, göremez felsefelerimiz onları rüyasında bile.”2
“Saygıdeğer bayım,” diye cevap verdim, “büyük bir umut kazanmış olarak yatağa gireceğinizi unutmuş gibi görünüyorsunuz.” (Ölen kişi, ülkenin başındaki ***’nin biricik oğlu, veliaht prensti. Yaşlı ve hasta hükümdarın, yerine geçecek bir oğul sahibi olma ümidi de yoktu. Bizim Prens’in amcası –keza onun da vârisi ve oğlu olma ihtimali yoktu– şimdi onunla taht arasındaki tek kişiydi. Bu durum ileride söz konusu olacağı için şimdiden bahsediyorum.)
“Bunu bana hatırlatmayın,” dedi Prens. “Eğer bir taç kazanmış olsaydım, şimdi bu ufak ayrıntıyı düşünmek yerine, yapacak çok daha fazla işim olurdu. Eğer Ermeni’nin bu olanları bilmesi bir rastlantı değilse…”
“Bu nasıl olabilir ki, Prens?” diyerek sözünü kestim.
“Bütün hükümdarlık umutlarımı bir rahip cüppesine değişirim.”
Ertesi akşam her zamankinden daha erken San Marco Meydanı’ndaydık. Birdenbire bastıran yağmur yüzünden, kâğıt oynanan bir kafeye girdik. Prens bir İspanyol’ un sandalyesinin arkasında durup oyunu izlemeye başladı. Bense yan odaya geçmiş, gazete okumaya koyulmuştum. Bir süre sonra gürültüler duydum. Prens gelmeden önce sürekli kaybeden İspanyol, şimdi her elde kazanıyordu. Oyunun gidişatı göze batacak kadar değişmişti, talihinin dönmesiyle cesareti artan oyuncunun kasayı boşaltma tehlikesi vardı. Kasayı tutan Venedikli, Prens’e küstah bir tonda şansı döndürdüğünü ve masadan uzaklaşmasını söyledi. Prens onu soğuk bir bakışla süzerek olduğu yerde kaldı; Venedikli hakaretini Fransızca olarak tekrarlamasına rağmen Prens istifini bozmadı. Venedikli, Prens’in her iki dili de bilmediğini düşündü ve aşağılamayla dolu bir gülüşle diğerlerine dönüp, “Beyler, söyler misiniz, bu Balordo’ya3 meramımı nasıl anlatmalıyım?” Bunları söyleyerek ayağa kalktı ve Prens’i kolundan tutmaya yeltendi; o anda Prens’in sabrı taştı ve Venedikli’yi güçlü elleriyle kavradığı gibi sert bir hareketle yere fırlattı. Bütün mekân hareketlendi. Gürültü üzerine ben de içeriye daldım, gayri ihtiyari Prens’e adıyla seslendim. “Kendinizi kollayın, Prens,” diye düşüncesizce sözlerime devam ettim, “şu anda Venedik’teyiz.” Prens’in adı duyulunca herkesin sesi soluğu kesildi, derken mırıldanmalar başladı ve durum bana biraz tehlikeli göründü. Orada bulunan tüm İtalyanlar kalabalık bir grup oluşturarak yan tarafa dizildiler. Herkes bir bir salonu terk etti, sonunda İspanyol ve birkaç Fransız’la baş başa kaldık. “Saygıdeğer bayım, kenti hemen terk etmezseniz, işiniz bitik,” dedi İspanyol. “Bu kadar sert davrandığınız Venedikli zengin ve nüfuzlu biridir, sizi öbür dünyaya göndermesi ona sadece elli duka altınına mal olur.” İspanyol, Prens’in güvenliği için nöbetçi çağırmayı ve eve kadar bizzat bize eşlik etmeyi teklif etti. Aynı teklifi Fransızlar da yaptılar. Biz hâlâ durmuş ne yapacağımızı düşünürken, kapı açıldı ve Devlet Engizisyonu’ndan birkaç görevli içeriye girdi. Bize gösterdikleri hükümet emrine göre kendilerini derhal takip etmemiz gerekiyordu. Çok sayıda muhafız eşliğinde bizi kanala kadar götürdüler. Burada bizi bekleyen gondola binmek zorundaydık. İnmeden önce gözlerimizi bağladılar. Bizi büyük bir taş merdivenden yukarıya çıkarttıktan sonra, uzun ve dolambaçlı bir dehlizden geçirdiler, ayaklarımızın altında yankılanan seslerden çıkarttığım kadarıyla aşağısı mahzendi. Sonunda bir başka merdivene ulaştık, yirmi altı basamakla aşağıya indik. Merdivenler bir salona açıldı, burada gözlerimizdeki bağları çözdüler. Kendimizi bir grup vakur, yaşlı adamın ortasında bulduk, hepsi siyahlar giymişti, salonun her tarafı siyah örtülerle kaplanmış ve çok az aydınlatılmıştı. Toplananların hepsi de ölüm sessizliği içindeydi, bu da dehşet verici bir etki yaratıyordu. Engizisyon’un başı olduğunu tahmin ettiğim bu ihtiyarlardan biri, Prens’e doğru yaklaştı ve Venedikli oraya getirilirken, yüzünde ciddi bir ifadeyle sordu:
“Bu adamı size kafede hakaret eden kişi olarak teşhis ediyor musunuz?”
“Evet,” diye cevapladı Prens.
Bunun üzerine tutukluya döndü: “Bu şahıs sizin bu akşam öldürtmek istediğiniz kişi mi?”
Tutuklu, “Evet,” cevabı verdi.
Ansızın halka aralandı ve dehşet içinde Venedikli’nin başının gövdesinden ayrıldığını gördük. “Bu tarziye sizi tatmin etti mi?” diye sordu Engizisyoncu. Prens muhafızlarının kollarında baygın yatıyordu. “Şimdi gidin,” diye korkunç bir sesle, bana doğru dönerek, sözlerine devam etti. “Ve bundan böyle Venedik’teki adalet konusunda bu kadar acele hüküm vermeyin.”
Adaletin elini hızla harekete geçirip bizi kesin bir ölümden çekip kurtaran gizli dostun kim olduğunu öğrenemedik. Dehşetten kasılmış bir halde otelimize döndük. Vakit gece yarısını geçmişti. Oda hizmetkârı von Z** bizi sabırsızca merdivende bekliyordu.
“Birini yolladığınız ne iyi oldu!” dedi Prens’e, bir yandan da bize ışık tutuyordu. “Baron von F**’nin San Marco Meydanı’ndan getirdiği haber dolayısıyla hayatınızdan endişe etmiştik.”
“Ben mi yollamışım? Ne zaman? Bundan hiç haberim yok.”
“Bu akşam saat sekizden sonra. Bugün eve daha geç gelebileceğinizi ve merak etmememizi söylemişsiniz.”
O anda Prens bana baktı. “Acaba benden habersiz siz mi böyle tedbirli davrandınız?”
Benim hiçbir şeyden haberim yoktu.
“Mutlaka böyle olmuştur, Prens cenapları,” dedi oda hizmetkârı, “inandırıcı olması için gönderdiğiniz saatiniz işte burada.” Prens saatinin bulunduğu cebine elini attı. Saat gerçekten de yerinde yoktu. Prens saatini tanıdı ve, “Bunu kim getirdi?” diye sordu dehşetle.
“Maskeli, tanımadığımız bir adam, Ermeni kıyafetine bürünmüş, zaten hemen uzaklaştı.”
Durup birbirimize baktık. “Buna ne diyorsunuz?” dedi sonunda Prens, uzun bir suskunluktan sonra. “Demek ki Venedik’te bana gizlice gözcülük eden biri var.”
O gecenin dehşet verici olayları yüzünden Prens’in ateşi yükselmişti, sekiz gün boyunca odasından çıkmadı. Bu zaman süresince otelimiz, Prens’in ortaya çıkan konumunun yarattığı çekimle yerli ve yabancı birçok ziyaretçinin akınına uğradı. Herkes ona hizmet etmek için birbiriyle yarışıyor, kendince onun gözüne girmeye çalışıyordu. Engizisyon’da geçen olaydan artık söz edilmiyordu. ** Sarayı Prens’in yola çıkışını daha da ertelemek istediğinden, Venedik’teki bazı sarraflar ona bol miktarda ödeme yapmak üzere talimat aldılar. Böylece Prens, istemeyerek de olsa, İtalya’da kalış süresini uzatmak zorunda kalmıştı ve ben de onun ricası üzerine yola çıkışımı ertelemeye karar verdim.
Prens odasından dışarı çıkacak kadar iyileşir iyileşmez, doktor kendisine hava değişikliği için Brenta Nehri’nde dolaşmasını önerdi. Hava açıktı ve öneri kabul edildi. Tam biz gondola binmek üzereyken Prens, içinde önemli evrakların bulunduğu küçük kasanın anahtarının yanında olmadığını fark etti. Derhal aramak için geriye döndük. Prens kasayı evvelki gün kilitlediğinden kesinlikle emindi ve o zamandan beri odasından çıkmamıştı. Fakat tüm aramalar boşunaydı, daha fazla zaman kaybetmemek için aramayı bıraktık. Kimseden kuşku duymayacak kadar yüksek ruhlu olan Prens, anahtarın kaybolduğu sonucuna vararak artık bu konudan söz etmememizi rica etti.
Gezi çok keyifli geçiyordu. Nehrin her kıvrılışında ihtişamın ve güzelliğin daha da arttığı pitoresk bir manzara –şubatın ortasında adeta bir mayıs günü gibi açık bir gökyüzü– Brenta’nın her iki kıyısını da bezeyen sayısız göz alıcı bahçe ve zarif köy evi, arkamızda ise suyun içinden yükselen yüzlerce kulesi ve gemi direkleriyle muhteşem Venedik, işte bütün bunlar bize dünyanın en şahane seyirliğini sunmaktaydı. Kendimizi tamamen bu güzel doğanın büyüsüne kaptırdık, keyfimiz son derece yerindeydi, Prens bile ciddiyetini üzerinden atmış, neşeli şakalar yapmakta bizimle yarışıyordu. Şehirden birkaç İtalyan mili uzakta karaya çıktığımızda, karşıdan neşeli bir müzik sesi duyuluyordu. Müzik sesi, o sırada yıllık panayırın düzenlendiği küçük bir köyden geliyordu; burası her kesimden insan kalabalığıyla doluydu. Genç kız ve erkeklerden oluşan bir kumpanya, tiyatro kostümleri içinde pantomim yaparak bizi karşıladı. Yaratıcı bir gösteriydi, hafiflik ve zarafet hareketlere ruh veriyordu. Dansın finali yapılırken, kraliçeyi canlandıran başdansçı birdenbire sanki görünmez bir kol tarafından yakalanmış gibi durdu. Onunla birlikte hepsi hareketsiz kaldı. Müzik sustu. Topluluktaki herkesin soluğu kesilmiş gibiydi, dansçı kız gözünü yere dikmiş, sanki donmuş gibi orada öylece duruyordu. Birden büyük bir coşku içinde havaya sıçradı, gözlerinde çılgın bir ifadeyle etrafına bakındı. “Aramızda bir kral var,” diye haykırdı, başından tacı çıkartıp Prens’in ayaklarının dibine koydu. Orada bulunan herkes bakışlarını Prens’e yöneltti; oyuncu kızın coşku dolu ciddiyeti öylesine aldatıcıydı ki, uzun süre kimse bu farsın bir anlamı olup olmadığı hakkında karar veremedi. Herkesin topluca el çırparak alkış tutması bu sessizliğe bir son verdi. Gözlerimi Prens’e çevirdim. Hayli şaşırdığını ve izleyicilerin meraklı bakışlarından kurtulmaya çalıştığını fark ettim. Bu çocuklara para atıp aceleyle kalabalığın arasından sıyrılmaya çalıştı.
Birkaç adım atmıştık ki, yaşı ilerlemiş çıplak ayaklı bir keşiş halkın arasından kendine yer açarak Prens’in yolunu kesti. “Bayım,” dedi keşiş, “Meryem Ana’yı zenginliğinden nasiplendir, onun dualarına ihtiyacın olacak.” Bunları öyle bir ses tonuyla söyledi ki, ne yapacağımızı bilemez bir halde kalakaldık. O ise kalabalıkla sürüklenerek bizden uzaklaştı.
Bu arada grubumuz kalabalıklaşmıştı. Prens’in daha önce Nice’te tanıştığı bir İngiliz lordu, Livornolu birkaç tüccar, bir Alman piskoposluk müşaviri, birkaç kadınla birlikte bir Fransız abbé4 ve bir Rus subay bize eşlik ediyorlardı. Rus subayın fizyonomisinde bizim dikkatimizi üzerine çeken müthiş yadırgatıcı bir şey vardı. Hayatım boyunca bir insan yüzünde bu kadar çok çizgi ile bu denli karakter yoksunluğunu, böylesine çekici bir iyiniyet ile bu kadar itici bir donukluğu bir arada hiç görmemiştim. Sanki tüm tutkular bu yüze kazınmış ve sonra çekip gitmişti. Geriye bir tek, tam bir insan sarrafının sessiz ve delip geçen bakışları kalmıştı, o kadar ki göz göze geldiği herkesi ürkütüyordu. Bu tuhaf adam bizi uzaktan izliyordu, görünüşe bakılırsa o sırada olan her şeye katılmasa da ilgi gösteriyordu.
Piyango çekilen bir satış kulübesinin önünde durduk. Kadınlar para koydular, biz de onlar gibi yaptık; Prens de çekilişe katıldı ve bir enfiye kutusu kazandı. Kapağını açtığında, beti benzi atmış bir halde irkildiğini fark ettim. Anahtar içindeydi.
“Bu ne demek oluyor?” dedi Prens bana, bir an baş başa kaldığımızda. “Üstün bir kuvvet beni izliyor. Her şeyi bilen bir güç çevremde dolaşıyor. Kendisinden kaçamadığım görünmez bir varlık attığım her adımı gözetliyor. Ermeni’yi mutlaka arayıp bulmalı ve ondan aydınlatıcı bilgi edinmeliyim.”
Güneş batmak üzereyken, akşam yemeğinin sunulduğu sefa köşküne vardık. Prens’in adının duyulmasıyla, bize eşlik edenlerin sayısı on altı kişiye çıkmıştı. Daha önce bahsedilenlerin dışında, Roma’dan bir virtüöz, birkaç İsviçreli ve üzerinde üniforma taşıyan, kendini yüzbaşı olarak tanıtan Palermolu bir serüvenci5 de bize katılmışlardı. Bütün akşamı burada geçirip eve dönüş yolunda meşalelerin yakılmasına karar verildi. Masadaki sohbet hararetliydi; Prens anahtarla ilgili olayı anlatmaktan kendini alamadı, bu herkeste büyük bir hayret uyandırdı. Bu konu üzerinde kıyasıya tartışıldı. Gruptakilerin çoğu, fazla üzerinde durmadan, bu sihir sanatlarının aslında bir gözbağcılıktan ibaret olduğunu ileri sürüyorlardı; çok şarap içmiş olan abbé bütün ruhlar âlemine meydan okuyor; İngiliz, Tanrı’yla alay ediyor; müzisyen şeytana haç çıkartıyordu. Prens’in de aralarında olduğu çok az kişi ise, insanın bu konularda yargıda bulunmaktan sakınması gerektiği fikrindeydi; o sırada kadınlarla sohbet etmekte olan Rus subay ise, bütün bu konuşmaları umursamıyor gibiydi. Tartışmanın hararetinde Sicilyalı’nın dışarıya çıktığı fark edilmemişti. Yarım saat kadar geçtikten sonra, bir paltoya bürünmüş halde tekrar geriye geldi, Fransız’ın sandalyesinin arkasında durdu. “Biraz önce büyük bir cesaret göstererek bütün ruhlarla boy ölçüşebileceğinizi söylediniz, bunu biri ile denemeye ne dersiniz?”
“Kabul!” dedi abbé, “Eğer siz onlardan birini karşıma çıkarma işini üstlenmeye hazırsanız.”
“Bunu yapacağım,” diye cevapladı Sicilyalı (bize doğru dönerek), “bu baylar ve bayanlar bizi yalnız bırakır bırakmaz.”
“Nedenmiş o?” diye bağırdı İngiliz. “Yürekli bir hayalet neşeli bir topluluktan korkmaz.”
“Bunun nasıl sonuçlanacağına dair bir güvence veremem,” dedi Sicilyalı.
“Aman Tanrım! Olamaz!” diye kadınlar masada bağrışarak korkuyla sandalyelerinden fırladılar.
“Hayaletiniz gelsin bakalım,” dedi abbé diklenerek, “ama burada keskin kılıçların olduğu konusunda onu önceden uyarın.” (Bu arada konukların birinden kılıcını vermesini rica etti.)
“Siz nasıl isterseniz öyle davranın,” diye soğuk bir cevap verdi Sicilyalı, “tabii daha sonra hâlâ buna hevesiniz kalırsa.” Burada Prens’e doğru döndü. “Saygıdeğer bayım,” dedi, “Anahtarınızın bir yabancının eline geçtiğini iddia ediyorsunuz. Acaba kim olduğunu tahmin edebiliyor musunuz?”
“Hayır.”
“Kuşkulandığınız hiç kimse yok mu?”
“Doğrusu düşündüğüm biri vardı…”
“Eğer karşınızda görseydiniz, o kişiyi tanır mıydınız?”
“Hiç kuşkusuz.”
O anda Sicilyalı paltosunu açtı ve altından bir ayna çıkartıp Prens’in gözünün önüne tuttu.
“Bu mu?”
Prens dehşetle geriledi.
“Ne gördünüz?” diye sordum.
“Ermeni’yi.”
Sicilyalı aynayı tekrar paltosunun altına gizledi. “Gördüğünüz, düşündüğünüz kişi miydi?” diye topluluktakiler Prens’e sordular.
“Ta kendisi.”
O anda herkesin suratı değişti, gülmeyi kestiler. Tüm gözler merak içinde Sicilyalı’ya takılı kaldı.
“Mösyö l’Abbé, iş ciddileşiyor,” dedi İngiliz, “yerinizde olsam, geri çekilmeyi hesaba katardım.”
“Herifin içine şeytan kaçmış,” diye bağırdı Fransız ve evden fırladı gitti, kadınlar çığlıklar atarak salonu terk ettiler, virtüöz de onların peşinden; Alman piskoposluk müşaviri bir koltukta horluyor, Rus ise her zamanki gibi aldırışsızca oturmaya devam ediyordu.
“Belki de büyük konuşanlarla alay etmek istediniz,” diyerek tekrar söze başladı Prens, herkes dışarı çıktıktan sonra, “Yoksa bize verdiğiniz sözü yerine getirmeye niyetli misiniz?” dedi.
“Haklısınız,” dedi Sicilyalı. “Abbé ile konuşurken ciddi değildim, o ödleğin sözüme güvenmeyeceğini gayet iyi bildiğimden ona böyle bir teklifte bulundum. Ama aslında mesele şakaya gelmeyecek kadar ciddi.”
“O halde meseleye hâkim olduğunuzu kabul ediyorsunuz?”
Büyücü uzun bir süre sustu, Prens’i dikkatle süzüyor gibiydi.
“Evet,” diye cevap verdi sonunda.
Prens’in merakı çoktan son haddine varmıştı. Ruhlar âlemiyle ilişkiye girmek, en büyük hayaliydi; Ermeni’nin o ilk göründüğü andan itibaren, az çok olgunlaşmış aklının uzun zamandır kendinden uzakta tuttuğu tüm fikirler yeniden hortladı. Sicilyalı ile bir kenara çekildi, onunla hararetli hararetli konuştuğunu duyuyordum.
“Şu anda karşınızdaki adam,” diye devam etti Prens, “bu önemli konunun açıklığa kavuşturulması için sabırsızlıktan yanıp tutuşmakta. Burada, benim kuşkumu giderecek ve gözlerimin önündeki perdeyi kaldıracak olan kişileri benim velinimetim, benim en yakın dostum olarak kucaklayacağım. Benim için böyle büyük bir hizmette bulunmayı ister misiniz?
“Benden ne talep ediyorsunuz?” dedi büyücü düşünceli bir tavırla.
“Şimdilik sanatınızla ilgili bir örnek yeter. Bana bir hayalet gösterin.”
“Bu ne işe yarayacak?”
“Böylece beni daha yakından tanıyıp daha ileri seviyedeki bir derse layık olup olmadığıma hüküm verebilirsiniz.”
“Size herkesten çok değer veriyorum, saygıdeğer Prens. Sizin henüz farkında olmadığınız, yüzünüzdeki gizli bir güç ilk görüşte beni size bağladı. Siz zannettiğinizden daha kudretlisiniz. Benim bütün gücüm sınırsızca sizin emrinizdedir, ancak…”
“O halde, bana bir hayalet gösterin.”
“Fakat ilk önce bu talebinizin sırf basit bir meraktan kaynaklanmadığından emin olmam gerekir. Görünmez kuvvetler bir ölçüye kadar benim irademe bağlıysa da, kutsal sırların kutsiyetini bozmamak, yani gücümü kötüye kullanmamak koşuluyla.”
“Niyetim tamamen saftır. Ben hakikati istiyorum.”
O anda bulundukları yerden uzaklaşarak ilerideki bir pencereye yaklaştılar, artık ne konuştuklarını duyamıyordum. Bu konuşmayı benimle aynı şekilde dinlemiş olan İngiliz beni kenara çekti.
“Prensiniz asil ruhlu bir adam. Bir sahtekârla ilişkiye girmesine üzülüyorum.”
“Belli olmaz,” dedim, “onun bu işten nasıl sıyrılacağına bağlı.”
“Biliyor musunuz?” dedi İngiliz, “Şu anda o sefil herif önemsenmek istiyor. Paranın sesini duyuncaya kadar sanatını ortaya sermeyecek. Burada dokuz kişiyiz. Aramızda para toplayalım ve yüksek bir miktar ile onu heveslendirelim. O bozguna uğrar, Prens’inizin de gözleri açılır.
“Bence tamam.”
İngiliz tabağa altı guinea attı ve sırayla toplamaya başladı. Herkes birkaç louis verdi; önerimiz özellikle Rus’u olağanüstü ilgilendirmiş gibi görünüyordu, tabağa yüz duka değerinde bir banknot bıraktı; İngiliz bu savurganlığa çok şaşırdı. Toplanan parayı Prens’e götürdük. “Lütfen,” dedi İngiliz, “bu beye bizim adımıza ricada bulunarak sanatının bir örneğini izlememize izin vermesini ve minnettarlığımızın bu ufak kanıtını da kabul etmesini sağlayınız. “Prens içine değerli bir yüzük koyarak tabağı Sicilyalı’ya uzattı. O ise birkaç saniye durup düşündü. “Sayın baylar ve velinimetlerim,” diyerek söze başladı, “bu yüce ruhluluk beni utandırdı. Beni tam olarak tanımadığınız belli oluyor ama ben gene de talebinize karşılık vereceğim. Dileğiniz yerine getirilecektir” (bir yandan da çanı çalıyordu.) “Şahsım adına hakkım olmayan bu altınları izninizle yolumuzun üzerindeki Benedikten manastırına hayır işleri için bırakacağım. Yüzüğü ise prenslerin en saygıdeğerini bana hatırlatacak paha biçilmez bir yadigâr olarak saklayacağım.”
O anda otelin sahibi geldi ve Sicilyalı parayı derhal ona iletti.
“Yine de alçağın biri o,” dedi İngiliz kulağıma. “Parayı reddetti, çünkü şimdi onun için önemli olan bizzat Prens’tir.”
“Ya da otelin sahibi görevini biliyor,” dedi bir başkası.
“Kimi istiyorsunuz?” diye sordu büyücü, Prens’e.
Prens bir an düşündü. “Bence büyük adamlardan birini getirtin,” diye seslendi Lord. “Papa Ganganelli’yi6 çağırın. Beyefendiye nasıl olsa ucuza mal olacak.”
Sicilyalı dudaklarını ısırdı. “Kutsanmış birini çağırmam yasak.”
“Tüh, bu çok fena,” dedi İngiliz. “Hangi hastalıktan öldüğünü belki kendisinden öğrenebilirdik.”
“Marki de Lanoy,” diyerek Prens söze girdi, “son savaşta Fransız tuğgeneraliydi ve benim en yakın arkadaşımdı. Hastinbeck çarpışmasında ölümcül bir yara aldı, onu benim çadırıma taşıdılar, orada çok geçmeden kollarımda öldü. Can çekişirken, kendisine yaklaşmam için bana işaret etti. ‘Prens,’ diye konuşmasına başladı, ‘anayurdumu bir daha asla göremeyeceğim, benden başka kimsenin bilmediği bir sırrımı size söylüyorum. Felemenk sınırındaki bir manastırda yaşayan bir…’ O anda can verdi. Ölümün eli son sözlerini yarıda kesti; onu burada görmek ve devamını dinlemek isterdim.”
“Tanrı biliyor ya, çok şey istiyorsunuz,” diye haykırdı İngiliz. “Bu işin altından kalkarsanız, sizi ikinci bir Süleyman7 ilan edeceğim.”
Prens’in bu anlamlı seçimine hayran kaldık ve hep birden onu destekledik. O sırada büyücü sert adımlarla bir aşağı bir yukarı yürüyordu, kararsızlık içinde kendisiyle mücadele ediyor gibiydi.
“Ölenin geride size bıraktıklarının hepsi bu kadardı, öyle mi?”
“Hepsi bu.”
“Onun yurdunda bu konuda daha başka soruşturmalar yapmadınız mı?”
“Hepsi boşunaydı.”
“Marki de Lanoy kusursuz bir yaşam sürmüştü, değil mi? Her ölüyü çağırmam yasak da.”
“Ölürken gençliğinde yaşadığı aşırılıklardan pişmanlık duyuyordu.”
“Yanınızda ondan bir anı taşıyor musunuz?”
“Evet.” (Prens gerçekten yanında bir enfiye kutusu taşıyordu, üzerinde mineyle işlenmiş Marki’nin minyatür portresi olan bu kutuyu sofrada yanına koymuştu.)
“Bunun ne olduğunu bilmem gerekmiyor! Beni yalnız bırakın. Ölen kişiyi göreceksiniz.”
O bizi çağırana kadar, diğer köşke geçmemizi rica etti. Derhal salondaki bütün mobilyaları dışarı çıkarttı, pencereleri söktürdü ve kepenkleri sonuna kadar indirtti. Dostu olduğu belli olan otel sahibine, içinde kor halinde kömür bulunan bir çanak getirmesini ve evde yanan bütün ateşleri suyla dikkatlice söndürmesini emretti. Dışarı çıkmadan önce, her birimizden burada görüp duyduklarımız hakkında sonsuza dek konuşmayacağımıza dair namus sözü vermemizi istedi. Arkamızdan bu köşkteki tüm odaların kapıları sürgülendi.
Saat on biri geçiyordu, evin her yanına derin bir sessizlik hâkimdi. Dışarı çıkarken, Rus bana yanımızda dolu silah bulundurup bulundurmadığımızı sordu. “Niçin?” dedim. “Ne olur, ne olmaz,” diye cevapladı. “Bir dakika bekleyin, ben bir bakayım.” Yanımızdan uzaklaştı. Baron von F** ve ben o köşke bakan bir pencereyi açtık, bize sanki iki kişinin aralarında fısıldaştıklarını ve bir yere merdiven dayadıklarını duymuşuz gibi geldi. Tabii ki bu sadece bir tahmindi, bunun doğru olduğunu ileri sürmeye cesaret edemem. Rus yarım saat sonra bir çift tabancayla geri döndü. İçine kurşun yerleştirdiğini gördük. Saat ikiye yaklaşırken büyücü tekrar göründü ve bize vaktin geldiğini haber verdi. İçeri girmeden önce ayakkabılarımızı çıkartmamız, üzerimizde sadece gömlek, çorap ve iç çamaşırımızın kalması emredildi. Arkamızdan, ilk seferinde de olduğu gibi, kapı sürgülendi.
Salona geri döndüğümüzde, yere kömürle geniş bir daire çizilmiş olduğunu gördük, içine on kişiyi, hepimizi rahatça alacak büyüklükteydi. Odanın dört duvarı boyunca bütün döşeme tahtaları kaldırılmıştı, öyle ki bir adanın üzerinde gibiydik. Dairenin tam ortasına üstü siyah örtüyle kaplı bir altar yerleştirilmiş, altına da kırmızı atlas bir halı serilmişti. Altarın üzerinde bir kurukafanın yanında açık halde bir Keldani İncili durmaktaydı, ayrıca üzerine gümüş bir haç tutturulmuştu. Mum yerine gümüş bir kabın içinde ispirto yanıyordu. Günlükten yayılan yoğun duman salonu kararttığından, ışık adeta boğulmuştu. Büyücü, tıpkı bizler gibi soyunuktu, ama onun ayakları çıplaktı; boynundaki insan saçından yapılma kolyenin ucunda bir muska taşıyordu, kalçasına üzeri gizli şifreler ve sembolik figürlerle bezeli beyaz bir önlük dolamıştı. El ele tutuşmamızı ve derin bir sessizlik içinde kalmamızı emretti; özellikle hayalete hiç soru sormamamızı tembih etti. İngiliz’den ve benden (en çok bizim ikimize karşı güvensizlik besliyor gibiydi) iki çıplak kılıcı hiç kıpırdamadan çapraz olarak onun bir parmak kadar başının üstünde işlem bitinceye kadar tutmamızı rica etti. Çevresinde bir yarımay oluşturduk, Rus subay İngiliz’in hemen yanında altarın bitişiğinde duruyordu. Yüzü doğuya çevrili halde, büyücü şimdi halının üzerindeydi, dört bir yöne kutsanmış su serpiyordu, üç defa İncil’e doğru eğildi. Ruh çağırma seremonisi yedi-sekiz dakika kadar sürdü, biz olanlardan hiçbir şey anlamadık; bittiğinde hemen arkasında duranlara bir işaret vererek şimdi onu saçlarından sıkıca tutmalarını istedi. Şiddetli kasılmalar içinde üç defa ölenin adını haykırdı ve üçüncüsünde elini haça doğru uzattı.
Birdenbire hepimiz sanki bir şimşek çaktığını hissettik ve ellerimiz birbirinden ayrıldı; ani bir gök gürültüsü evi sarstı, bütün kapı kilitleri çınlamaya, bütün kapılar çarpmaya başladı, ispirto kabının kapağı kapandı, ışık söndü ve karşı duvardaki şöminenin üzerinde bir insan sureti belirdi, gömleği kanlıydı, yüzü ölmekte olan birinin benzi gibi bembeyazdı.
“Kim çağırıyor beni?” diye boğuk, zar zor duyulan bir ses geldi kulağımıza.
“Arkadaşın,” diye cevap verdi büyücü, “senin hatırana saygı duyan ve ruhun için dua eden,” diyerek Prens’in adını söyledi.
Cevaplar hep uzun bir aradan sonra geliyordu.
“Ne istiyormuş?” diye ses devam etti.
“Bu dünyada başladığın ama bitiremediğin itirafını sonuna kadar dinlemek istiyor.”
“Felemenk sınırındaki bir manastırda yaşayan…”
O anda ev yeniden sarsıldı. Kapılar şiddetli bir gök gürültüsüyle kendi kendine açıldı, bir yıldırım odayı aydınlattı ve ilki gibi kanlar içinde ve bembeyaz suratlı ama ondan daha korkunç başka bir cismani görüntü eşikte belirdi. İspirto kendiliğinden alev aldı ve salon önceden olduğu gibi aydınlandı.
“Kim var aramızda?” diye bağırdı büyücü korku içinde ve dehşet dolu gözlerle topluluğa bir bakış attı: “Seni ben çağırmadım.”
Hayalet, vakur ve sessiz adımlarla altara doğru yürüyüp halının üzerinde, tam karşımızda durdu ve haçı eline aldı. İlk sureti artık göremez olmuştuk.
“Kim çağırıyor beni?” dedi bu ikinci hayalet. Büyücü şiddetle titremeye başladı. Korku ve hayretten donup kalmıştık. Ben bir tabanca kaptım, büyücü onu elimden çekip aldı ve karşımızdaki hayalete doğru ateş etti. Kurşun altarın üzerinde ağır ağır yuvarlandı ve hayalet dumanın içinden hiçbir şey olmamışçasına ortaya çıktı. O anda büyücü baygın bir halde yere yığıldı.
“Ne oluyor?” diye bağırdı İngiliz dehşet dolu bir sesle ve ona bir kılıç darbesi indirmek istedi. Hayalet onun koluna dokundu ve kılıç yere düştü. O anda korkudan alnım ter içinde kaldı. Baron von F** de aynı anda dua okuduğunu sonradan itiraf etti. Bütün bu zaman boyunca Prens, korkusuz ve sakin bir tavırla gözlerini hayalete dikmiş, duruyordu.
“Evet! Seni tanıdım,” diye sonunda haykırdı duygulanarak, “Sen Lanoy’sun, sen benim arkadaşımsın… Nereden geliyorsun?”
“Ebediyet dilsizdir. Bana geçmiş yaşantıma ait sorular sor.”
“Bana tarif ettiğin manastırda kim yaşıyor?”
“Benim kızım.”
“Nasıl? Sen baba mı oldun?”
“Ah, ne yazık ki, çok az babalık yaptım!”
“Mutlu değil misin, Lanoy?”
“Tanrı beni yargıladı.”
“Bu dünyada sana ne gibi bir hizmette bulunabilirim?”
“Hiç, sen kendini düşün yeter.”
“Bunu nasıl yapmalıyım?”
“Roma’da bunu öğreneceksin.”
O anda bir şimşek daha çaktı ve gök gürledi. Odayı kara bir duman bulutu kapladı; dağıldığında, hayalet yok olmuştu. Bir pencerenin kepengini açtım. Sabah olmuştu.
Şimdi büyücü de ayılıyordu. “Neredeyiz?” diye haykırdı, gün ışığını görür görmez. Rus subay onun hemen arkasında duruyor ve omzunun üstünden ona bakıyordu. “Düzenbaz,” dedi ona doğru dehşet saçan bir bakışla, “bir daha asla ruh çağırmayacaksın.”
Sicilyalı arkasına döndü, dikkatle onun yüzüne baktı, tiz bir çığlık attı ve ayaklarına kapandı.
Bir anda hepimiz sözümona Rus olan adama baktık. Prens, onda Ermeni’nin yüz hatlarını tanımakta zorlanmadı ve biraz önce kekelemekte olduğu söz ağzına tıkıldı kaldı. Dehşet ve hayretten hepimiz adeta taş kesilmiştik. Hiç ses çıkarmadan ve kıpırdamadan bu esrarengiz varlığa gözlerimizi dikmiş, bakıyorduk; o ise sessiz gücün ve azametin ifadesi olan bir bakışla içimizi okuyordu. Bu suskunluk bir dakika sürdü, sonra bir dakika daha. Herkes soluğunu tutmuştu.
Birden kapıya birkaç kez kuvvetle vuruldu ve hepimiz kendimize geldik. Kapı parçalanarak salona devrildi, içeriye nöbetçilerle birlikte mübaşirler8 daldı. “İşte nihayet sizi bir arada bulduk!” diye bağırdı şefleri ve yanındakilere döndü. “Hükümet adına!” diye haykırdı bize doğru. “Sizleri tutukluyorum.” Daha aklımız başımıza gelmeden, göz açıp kapayıncaya kadar etrafımız sarılmıştı. Şimdi kendisini tekrar Ermeni diye adlandıracağım Rus subay, mübaşirlerin şefini kenara çekti ve o anki karışıklıkta fark edebildiğim kadarıyla, kulağına gizlice birtakım sözler fısıldadı ve ona yazılı bir belge gösterdi. Bunun üzerine, mübaşir hiç konuşmadan, önünde saygı dolu bir reverans yaparak onun yanından uzaklaştı ve bize doğru dönüp şapkasını çıkardı. “Beni bağışlayın, baylar,” dedi, “sizi bu sahtekârla karıştırdım. Size kim olduğunuzu sormayacağım; çünkü bu bey karşımdakilerin onurlu kişiler olduğuna dair bana güvence veriyor.” Bunları söylerken adamlarına bizi serbest bırakmalarını işaret etti. Sicilyalı’yı ise gözaltına alıp bağlamalarını emretti. “O serserinin artık vakti doldu,” diye ekledi. “Yedi aydır onu yakalamak için pusuda bekliyorduk.”
Bu sefil adam gerçekten acınacak durumdaydı. İkinci hayaletin görünmesi ve bu beklenmedik baskının yarattığı çifte korku, aklını başından almıştı. Bir çocuk gibi onu bağlamalarına izin verdi; bir ölününkini andıran yüzünde gözleri kocaman açılmış, sabit bakıyordu; dudakları usul usul seğirir gibi titriyor, ama ağzından hiçbir ses çıkmıyordu. Her an bir kasılma nöbeti geçirecek gibiydi. Prens onun durumuna acıdı ve kendini tanıtarak salıverilmesi için mübaşiri ikna etmeye yeltendi.
“Saygıdeğer bayım,” dedi mübaşir, “böylesine bir yüce ruhlulukla kendisine aracılık ettiğiniz bu adamın kim olduğunu biliyor musunuz? Sizi aldatmak için kurduğu düzen onun en hafif suçlarından biri. İşbirlikçileri elimizde. Onun hakkında iğrenç şeyler söyleniyor. Bundan sadece kürek cezasıyla kurtulursa, kendini şanslı saymalı.”
O arada otel sahibinin de çalışanlarıyla birlikte iplerle bağlanmış olarak avludan geçirildiklerini gördük. “O da mı?” diye bağırdı Prens. “O ne suç işledi?” Mübaşirlerin şefi, “O, onun suç ortağı ve yardakçısı,” diye cevapladı. “Elçabukluğu numaralarında ve hırsızlıklarında ona yardımcı olan ve ganimeti paylaştığı kişi. Biraz sonra buna ikna olacaksınız, saygıdeğer bayım.” (O sırada adamlarına doğru döndü.) “Bütün evi baştan başa arayın ve ne bulursanız derhal bana bildirin.”
Şimdi Prens etrafına bakınarak gözleriyle Ermeni’yi arıyordu ama ondan eser yoktu; baskının yarattığı genel karışıklık sırasında fark edilmeden uzaklaşmaya fırsat bulmuştu. Prens çaresizdi; hemen adamlarını peşinden yollamaya kalktı; hatta bizzat kendisi gidip onu aramak istedi, beni de beraberinde sürüklemek niyetindeydi. Pencereye doğru koştum; bütün evin etrafını bu olayın söylentilerini duyan meraklılar sarmıştı. Kalabalığı aşmak imkânsızdı. Prens’e şöyle telkinde bulundum: “Bu Ermeni bizden gizlenmeyi gerçekten istiyorsa, saklanmanın yolunu mutlaka bizden iyi biliyordur ve tüm aramalarımız da boşa çıkacaktır. Bence dilerseniz biraz daha burada kalalım, saygıdeğer Prens. Belki bu mübaşir onun hakkında bize daha fazla bilgi verebilir; eğer doğru gördüysem, ona kendini tanıttı.”
Hâlâ yarı çıplak olduğumuzu fark etmiştik. Hemen odamıza gittik ve hızla kıyafetlerimizi üzerimize geçirdik. Geri döndüğümüzde, evde yapılan arama bitmişti.
Altarı dışarı çıkarıp salonun döşeme tahtalarını kaldırınca, içinde bir insanın dik olarak rahatça oturabileceği, genişçe bir mahzen ortaya çıktı, kapısından dar bir merdivenle bodruma iniliyordu. Bu mahzende bir elektrikleme makinesi, bir saat ve küçük bir gümüş çan bulundu; çan ve elektrikleme makinesinin, altar ve onun üstüne tutturulmuş olan haçla arasında bir bağlantı yapılmıştı. Şöminenin tam karşısındaki pencerenin kepengi delinmiş ve bir sürgü takılmıştı, böylece daha sonra öğrendiğimiz gibi, bu deliğe bir laterna magica9 yerleştirilerek istenen görüntü şöminenin üzerindeki duvara düşürülmüştü. Tavan arasından ve bodrumdan çeşitli davullar çıkardılar, üzerlerinde iplere bağlanmış iri kurşun küreler asılıydı, herhalde duyduğumuz gök gürültüsü seslerini bu yolla meydana getirmişlerdi. Sicilyalı’nın kıyafetleri incelendiğinde, bir kutunun içinde çeşitli tozlar, aynı şekilde cam tüpler ve kaplarda cıva, bir cam şişede fosfor, demir düğmelerin üzerine yapışmasından mıknatıs özelliği olduğunu hemen anladığımız bir yüzük, ceketinin cebinde bir “Göklerdeki Babamız” duası, uzun bir sakal, küçük cep tabancaları ve bir hançer bulundu. “Bakalım, dolu muymuş!” dedi mübaşirlerden biri ve eline aldığı tabancalardan birini şömineye doğrultarak ateş etti. “İsa Meryem aşkına!” diye boğuk bir insan sesi haykırdı, bu sesi ilk hayaletten de duymuştuk; aynı anda da vücudu kanlar içinde birinin bacadan aşağıya düştüğünü gördük. “Hâlâ huzura kavuşamadın mı, zavallı ruh?” diye bağırdı İngiliz, bizler dehşetle geriye çekilirken. “Haydi, mezarına dön. Olmadığın gibi görünmüştün; şimdi ise göründüğün gibi olacaksın.”
“İsa Meryem aşkına! Yaralandım,” diye tekrarladı şöminedeki adam. Kurşun sağ bacağını parçalamıştı. Derhal yarasını sardılar.
“Peki sen kimsin, hangi iblis seni buraya getirdi?
“Ben zavallı bir çıplak ayaklı keşişim,” diye cevapladı yaralı adam.
“Buradaki yabancı bir adam bana bir duka altını verdi ve karşılığında…”
“Ezberlettiği bir efsun duasını söylemeni mi istedi? Peki neden işin bitince çıkıp gitmedin?”
“Bana bir işaret verecekti, o zaman gidebilecektim; ama işaret gelmedi, dışarı çıkmak için yukarı tırmanmak istediğimdeyse, merdiven yerinde yoktu.”
“Sana ezberlettirdiği efsun duası neydi?”
Adam o anda bayıldı, ondan artık bir şey öğrenmek mümkün değildi. Daha yakından baktığımızda, onun önceki akşam Prens’in yoluna çıkıp büyük bir ciddiyetle konuşan keşiş olduğunu fark ettik.
O sırada Prens, mübaşirlerin şefine doğru dönmüştü.
“Siz bizi,” dedi, aynı zamanda avucuna birkaç altın sıkıştırarak, “siz bizi bir sahtekârın elinden kurtardınız ve bizi tanımadığınız halde hakkımızı verdiniz. Şimdi eğer birkaç sözüyle bizim serbest bırakılmamızı sağlayan o meçhul kişinin kim olduğu hakkında bizi aydınlatırsanız, size karşı minnettarlığımız son haddine varacaktır.”
“Kimi kastediyorsunuz?” diye sordu mübaşirlerin şefi, bu sorunun ne kadar gereksiz olduğunu açıkça belli eden bir yüz ifadesiyle.
“Rus üniformalı bayı kastediyorum, sizi bir kenara çekip yazılı bir belge göstererek kulağınıza birtakım sözler fısıldamış, siz de onun üzerine bizi serbest bırakmıştınız.”
“Demek o adamı tanımıyorsunuz?” diye tekrar sordu mübaşir. “O sizin grubunuzdan değil miydi?”
“Hayır,” dedi Prens, “üstelik çok önemli sebeplerden dolayı kendisiyle yakından tanışmak istiyordum.”
“Yakından,” diye cevap verdi mübaşir, “onu ben de tanımıyorum. Şahsen adını bile bilmiyorum, bugün onu hayatımda ilk kez gördüm.”
“Nasıl olur, bu kadar kısa zamanda ve birkaç sözle hem kendisinin hem de bizlerin suçsuz olduğuna sizi nasıl ikna edebildi?”
“Aslında bir tek sözcükle.”
“Peki neydi bu? İtiraf edeyim, bunu bilmek istiyorum.”
“Bu meçhul adam, saygıdeğer bayım,” –aynı anda da avucundaki duka altınlarını eliyle tartıyordu– “Bana karşı o kadar cömert davrandınız ki, sizden bu sırrı daha fazla saklamayacağım –bu meçhul adam– Devlet Engizisyonu’ndan bir subaydı.”
“Engizisyon mu! Bu adam!..”
“Aynen öyle, saygıdeğer bayım, gösterdiği evrak beni öyle olduğuna ikna etti.”
“Aynı adamdan mı bahsediyorsunuz? Bu imkânsız.”
“O halde size dahasını da söyleyeyim, saygıdeğer bayım. Aynı adam, ruh çağıran kişiyi tutuklamak üzere benim buraya gönderilmemi sağlayan ihbarı yapanın da ta kendisiydi.”
Şaşkınlığımız artmış halde birbirimize baktık.
“Şimdi anlaşıldı,” diye bağırdı İngiliz sonunda, “ruh çağıran o sefil herifin onun yüzünü yakından görünce neden korkudan titrediği belli oldu. Onun kendisini ihbar eden kişi olduğunu anladı ve o yüzden öyle çığlık atıp ayaklarına kapandı.”
“Hiç de değil,” diye bağırdı Prens. “Bu adam, her ne olmak istiyorsa odur ve o anda her ne olması gerekirse o olur. Bu adam gerçekte nedir, bunu henüz hiçbir ölümlü öğrenemedi. Sicilyalı’ya ‘Bir daha asla ruh çağırmayacaksın!’ sözlerini haykırdığı anda onun yıkıldığını görmediniz mi? Bunun arkasında çok şey var. İnsandan gelen böyle bir tehdidin bu kadar korkutacağına beni kimse inandıramaz.”
“Bu konuda bizzat büyücü bize en iyi şekilde yol gösterebilir,” dedi Lord, “eğer bu bay,” (mübaşirlerin şefine doğru dönerek) “tutukladığı adamla konuşmamıza imkân sağlayabilirse.”
Mübaşirlerin şefi buna söz verdi ve biz de hemen ertesi sabah onu ziyaret edeceğimize dair İngiliz’le sözleştik. Derken Venedik’e geri dönmek üzere yola koyulduk.
Sabahın erken saatlerinde Lord Seymour (İngiliz’in adı buydu) oradaydı ve kısa bir süre sonra mübaşirin bizi hapishaneye götürmesi için gönderdiği, daha önceden de gördüğümüz bir şahıs geldi. Bu arada Prens’in birkaç günden beri avcı erlerinden birinin kayıp olduğunu söylemeyi unuttum. Bremen doğumlu bu avcı eri uzun yıllar Prens’e dürüstçe hizmet etmiş ve onun güvenini kazanmıştı. Başına bir şey mi geldi, kaçırıldı mı, yoksa kaçtı mı, kimse bilmiyordu. Kaçması için ortada mantıklı hiçbir sebep yoktu, her zaman sessiz ve düzgün çalışan bir insan olduğu için, kendisine asla bir ihtarda bulunulmamıştı. Arkadaşlarının bütün hatırlayabildikleri, son zamanlarda içine kapandığı ve vakit bulduğu her an, Giudecca Adası’ndaki bir Minorit10 manastırını ziyaret ettiği ve orada birkaç biraderle sık sık görüştüğüydü. Bu durumdan yola çıkarak onun belki de keşişlerin etkisine kapılıp Katolikliği kabul etmiş olabileceği kanısına vardık. Prens o zamanlar bu konuları pek umursamadığından, sonuçsuz kalan birkaç araştırma yaptırmakla yetinmişti. Yine de, sefere çıktığında her zaman yanında olan, ona hep sadık kalan ve yabancı bir memlekette kolayca yeri doldurulamayacak bu insanın kaybı onu üzüyordu. Ancak o gün, tam dışarı çıkmak üzere olduğumuz sırada, Prens’in kendisine yeni bir hizmetkâr temin etmesi için görevlendirdiği banker aradı ve Prens’e iyi eğitimli, düzgün kıyafetli, orta yaşlı, uzun yıllar bir procurator’un11 hizmetinde yazman olarak çalışmış, Fransızca ve biraz da Almanca bilen, ayrıca çok iyi referansları bulunan birini takdim etti. Adamın fizyonomisi beğenildi, ayrıca maaşının Prens’in onun hizmetinden memnuniyetine bağlı olarak belirlenmesini istediğini açıklaması üzerine, hiç tereddütsüz işe alındı.
Sicilyalı’yı özel bir hapishanede bulduk; mübaşirin dediğine göre, Prens’in ricasıyla şimdilik buraya getirilmişti ama daha ileride, tüm girişleri kapatılmış, kurşunla kaplı damların altına atılacaktı. Bu kurşun damlar, Venedik’in en korkunç hapishanesidir; San Marco Sarayı’nın çatısı altında bulunan bu hapishaneye atılan bahtsız suçlular, kızgın güneş ışınlarını toplayan kurşun yüzeyin altında çoğunlukla cinnet geçirirler. Sicilyalı dünkü olaydan sonra tekrar kendine gelmişti, Prens’i görünce saygıyla ayağa kalktı. Bir bacağı ve bir eli zincire vurulmuştu, onun dışında odanın içinde serbestçe dolaşabiliyordu. Biz içeri girince, nöbetçi yanımızdan uzaklaşarak kapının önüne çıktı.
“Gelişimin sebebi,” dedi Prens, yerlerimize oturduktan sonra, “sizden iki konuda açıklama istememdir. İlkini bana zaten borçlusunuz, diğeriyle ilgili olarak da beni tatmin etmeniz zararınıza olmaz.”
“Bu oyunda artık benim rolüm kalmadı,” diye karşılık verdi Sicilyalı. “Kaderim sizin ellerinizde.”
“Bir tek dürüstlüğünüz,” diye karşılık verdi Prens, “bunu hafifletebilir.”
“Sorun, saygıdeğer bayım. Cevaplamaya hazırım, çünkü artık kaybedecek hiçbir şeyim yok.”
“Ermeni’nin yüzünü elinizdeki aynada görmemi sağladınız. Bunu nasıl yaptınız?”
“Baktığınız şey, ayna değildi. Ermeni kıyafetli bir adamın tasvir edildiği, üzeri camlanmış basit bir pastel resim sizi yanılttı. Benim elçabukluğum, akşam karanlığı, sizin hayretiniz bu aldatmacayı destekledi. Otelde el konulan diğer eşyaların arasında bu resim de bulunacaktır.”
“Peki benim düşüncelerimi nasıl bu kadar iyi bilebildiniz ve doğrudan Ermeni’yi tahmin ettiniz?”
“Bu hiç de zor olmadı, saygıdeğer bayım. Yemek masalarında hizmetkârlarınızın önünde kimseden kuşkulanmaksızın Ermeni’yle aranızda geçen olayı anlatır dururdunuz. Adamlarımdan biri, hizmetinizdeki bir avcı eriyle tesadüfen Giudecca’da tanışmış ve benim için gereken bilgiyi yavaş yavaş kendisinden almayı bilmiş.”
“Bu avcı eri nerede?” diye sordu Prens. “Onu bulamıyorum, kaçtığından mutlaka haberiniz vardır.”
“Size yemin ederim, bu konuda en ufak bir bilgim yok, saygıdeğer bayım. Ben şahsen kendisini hiç görmedim, biraz önce bahsettiğim konunun dışında onunla asla başka bir ilişkim olmadı.”
“Devam edin,” dedi Prens.
“Bu yolla sizin Venedik’te kalışınız ve başınıza gelenlerden aslında ilk kez haberim oluyordu ve derhal bunu kullanmaya karar verdim. Görüyorsunuz, saygıdeğer bayım, dürüst konuşuyorum. Brenta Nehri üzerinde geziye çıkmayı planladığınızı öğrendim; buna yönelik hazırlıklarımı yapmıştım ve tesadüfen elinizden düşürdüğünüz bir anahtar, sanatımı üzerinizde denemem için bana ilk fırsatı verdi.”
“Nasıl? Yani ben yanıldım mı? Demek anahtar meselesi Ermeni’nin değil, sizin eserinizdi. Anahtarımı düşürdüm mü demek istiyorsunuz?”
“Para kesenizi çıkartırken – işte ben de o ânı fırsat bildim, kimseye fark ettirmeden çabucak ayağımla üzerini kapattım. Piyango çekilişi yaptığınız yerdeki kişiyle aramızda anlaşmıştık. Size boş numaranın olmadığı bir kaptan çekiliş yaptırdı, anahtar siz kazanmadan çok daha önce kutunun içine yerleştirilmişti.”
“Şimdi anlıyorum. Peki ya, yolumu kesip bana o ciddi lafları eden çıplak ayaklı keşiş?”
“O da, duyduğuma göre, yaralı olarak şömineden çekip çıkarılan adamın ta kendisi. Bu gizli saklı işte bana hizmet eden arkadaşlarımdan biri.”
“Peki bunu ne amaçla yaptınız?”
“Sizi düşündürmek için; sizi belli bir ruh durumuna önceden hazırlamak, aklınıza sokmuş olduğum doğaüstü hallere duyarlı kılmak için.”
“Peki ya, o umulmadık, tuhaf bir yöne dönen pantomim gösterisi – en azından onda sizin parmağınız yoktu, öyle değil mi?”
“Kraliçeyi canlandıran kızı ben çalıştırmıştım, onun rolü baştan sona benim eserimdir. Prens cenaplarının böyle bir yerde tanınmış olmayı hayli yadırgayacağını tahmin ettim ve affınıza sığınıyorum, saygıdeğer bayım, Ermeni’yle ilgili maceranız sizin olağanüstü bir olay karşısında doğal yorumlara tenezzül etmeyip bunun kaynağını daha yükseklerde aramaya çoktan eğilimli olabileceğiniz konusunda beni ümitlendirmişti.”
“Gerçekten,” diye bağırdı Prens, sıkkın ve şaşkın bir yüz ifadesiyle, o arada özellikle bana doğru anlamlı bir bakışla, “gerçekten,” diye haykırdı, “bunu beklemiyordum!”
“Peki,” diyerek uzun bir suskunluğun ardından konuşmasına devam etti, “şöminenin üzerindeki duvarda beliren görüntüyü nasıl meydana getirdiniz?”
“Tam karşıdaki kepenge yerleştirilmiş olan laterna magica ile. Sonradan oradaki deliği siz de fark etmişsinizdir.”
“Fakat nasıl oldu da, aramızdan bir kişi bile bunun farkına varmadı?” diye sordu Lord Seymour.
“Hatırlarsanız, saygıdeğer bayım, salona döndüğünüzde yoğun bir duman her tarafı karartmıştı. Ayrıca önlem olarak, kaldırılan tahta döşemeleri laterna magica’nın yerleştirildiği o pencerenin yanına dayamıştım; böylece bu kepengin hemen gözünüze çarpmasını engellemiş oldum. Üstelik herkesin yerini aldığından ve kimsenin odayı incelemeyeceğinden emin oluncaya kadar fener bir sürgünün arkasına gizlenmişti.”
“Diğer köşkteyken dışarı baktığımda,” diye atıldım, “bana öyle geldi ki, sanki salonun yakınlarına bir merdivenin dayandırıldığını duydum. Böyle bir şey oldu mu?”
“Aynen öyle. Yardımcım fenerin ayarını yapmak için bu merdivenle o dediğim pencereye tırmandı.”
“Görüntü,” diye devam etti Prens, “gerçekten de ölmüş olan arkadaşıma kaba hatlarıyla benziyordu; özellikle sarışınlığı doğru çıkmıştı. Bu tamamen tesadüf müydü, yoksa nasıl oldu da bunu bildiniz?”
“Prens cenapları hatırlayacaktır, sofrada hemen yanınızda bir kutu bulunuyordu, kapağında da ** üniformalı bir subayın mineyle işlenmiş bir portresi vardı. Size, arkadaşınızdan herhangi bir hatırayı yanınızda taşıyıp taşımadığınızı sordum, cevabınız evet olunca, belki de o kutu olabileceği sonucuna vardım. Yemek sırasında resmi gözümle iyice inceledim, resim yapmakta çok yetenekli, benzetmekte de çok şanslı olduğumdan, algıladığınız bu üstünkörü benzerliği resme yansıtmak benim için kolay oldu; dahası Marki’nin yüz hatları çok dikkat çekiciydi.”
“Fakat görüntü sanki hareket ediyor gibiydi.”
“Öyle görünüyordu; ancak hareket eden görüntü değil, fenerin aydınlattığı dumandı.”
“Ve bacadan aşağıya düşen adam da hayaletin yerine cevap veriyordu, değil mi?”
“Aynen öyle.”
“Fakat soruları iyi duyamayabilirdi.”
“Buna gerek de yoktu. Hatırlarsanız, saygıdeğer Prens, hayalete bizzat soru yöneltmenizi size kesinlikle yasaklamıştım. Benim ona ne soracağım ve onun da bana ne cevap vermesi gerektiği konusunda sözleşmiştik; yine de bir hata olmasın diye, sözleri arasına büyük zaman aralıkları bırakmasını, bunu da bir saatin vuruşlarını sayarak belirlemesini tembih ettim.”
“Otel sahibine emir vererek evde yanan bütün ateşleri suyla dikkatlice söndürttünüz; bu hiç kuşkusuz…”
“Şöminedeki adamımı boğulma tehlikesinden korumak içindi; çünkü evdeki bacalar birbiriyle bağlantılıdır ve sizin bulunduğunuz bölmenin durumundan hiç emin değildim.”
“Peki nasıl oldu da,” diye sordu Lord Seymour, “sizin hayalet ona ihtiyaç duyduğunuz andan ne daha erken ne daha geç ortaya çıktı?”
“Benim hayalet, onu çağırmamdan çok daha uzun süredir odadaydı; ancak ispirto lambası yandığı sürece, bu mat ışığı kimse göremiyordu. Benim efsun duası sona erdiğinde, ispirtonun yandığı kabın kapağını indirdim, salon birden karanlığa gömüldü ve ilk kez o anda duvardaki figür fark edildi, oysa uzun zamandır oraya yansıtılmaktaydı.”
“Fakat tam hayalet göründüğü sırada, hepimize elektrik çarptığını hissettik. Bunu nasıl yaptınız?”
“Altarın altındaki makineyi keşfettiniz. İpek bir halının üzerinde durduğumu da gördünüz. Sizden yarım ay şeklinde karşıma dizilmenizi ve el ele tutuşmanızı istedim; zaman yaklaştığında içinizden birine beni saçlarımdan tutmasını işaret ettim. Haç, iletkendi ve ben ona dokunduğum anda size elektrik çarptığını hissettiniz.”

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «ЛитРес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/pages/biblio_book/?art=69480061) на ЛитРес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.