Читать онлайн книгу «Kerim Ustanın Oğlu» автора Halide Edib Adıvar

Kerim Usta'nın Oğlu
Halide Edib Adıvar

Can Yayınları 2081

© 2012, Can Sanat Yayınları Ltd. Şti.
Tüm hakları saklıdır. Tanıtım için yapılacak kısa alıntılar dışında yayıncının yazılı izni olmaksızın hiçbir yolla çoğaltılamaz.

1. basım: Atlas Kitabevi, 1974
Can Yayınları’nda 1. basım: Haziran 2012
E-kitap 1. sürüm Eylül 2014, İstanbul
2012 tarihli 1. basım esas alınarak hazırlanmıştır.

Yayına hazırlayan: Mehmet Kalpaklı

Kapak tasarımı: Ayşe Çelem Design
Kapak resmi: ©
Shutterstock (http://www.shutterstock.com)

ISBN 978-975-07-2388-9

CAN SANAT YAYINLARI
YAPIM, DAĞITIM, TİCARET VE SANAYİ LTD. ŞTİ.
Hayriye Caddesi No: 2, 34430 Galatasaray, İstanbul
Telefon: (0212) 252 56 75 / 252 59 88 / 252 59 89 Faks: (0212) 252 72 33
www.canyayinlari.com (http://www.canyayinlari.com)
yayinevi@canyayinlari.com

HALİDE EDİB ADIVAR
KERİM USTA'NIN

OĞLU
BİR DOKTORUN HAYATI

ROMAN







Halide Edib Adıvar’ın Can Yayınları’ndaki kitapları:
Sinekli Bakkal, 2007
Ateşten Gömlek, 2007
Vurun Kahpeye, 2007
Handan, 2007
Mor Salkımlı Ev, 2007
Türk’ün Ateşle İmtihanı, 2007
Yolpalas Cinayeti, 2008
Son Eseri, 2008
Tatarcık, 2009
Türkiye’de Şark-Garp ve Amerikan Tesirleri, 2009
Kalp Ağrısı, 2010
Zeyno’nun Oğlu, 2010
Âkile Hanım Sokağı, 2010
Çaresaz, 2011
Sevda Sokağı Komedyası, 2011




HALİDE EDİB ADIVAR, 1882’de İstanbul’da doğdu. Üsküdar’daki Amerikan Kız Koleji’nde okudu. 1908’de gazetelere yazmaya başladığı kadın haklarıyla ilgili yazılarından ötürü gericilerin düşmanlığını kazandı. 31 Mart Ayaklanması sırasında bir süre için Mısır’a kaçmak zorunda kaldı. 1909’dan sonra eğitim alanında görev alarak öğretmenlik, müfettişlik yaptı. Balkan Savaşı yıllarında hastanelerde çalıştı. 1919’da Sultanahmet Meydanı’nda, İzmir’in işgalini protesto mitinginde etkili bir konuşma yaptı. 1920’de Anadolu’ya kaçarak Kurtuluş Savaşı’na katıldı. Kendisine önce onbaşı, sonra üstçavuş rütbesi verildi. Savaşı izleyen yıllarda Cumhuriyet Halk Fırkası ile siyasal görüş ayrılığına düştü. Ardından 1917’de evlendiği ikinci eşi Adnan Adıvar’la birlikte Türkiye’den ayrıldı. 1939’a kadar dış ülkelerde yaşadı. O yıllarda konferanslar vermek üzere Amerika’ya ve Mahatma Gandi tarafından Hindistan’a çağrıldı. 1939’da İstanbul’a dönen Adıvar, 1940’ta İstanbul Üniversitesi’nde İngiliz Filolojisi Kürsüsü başkanı oldu, 1950’de Demokrat Parti listesinden bağımsız milletvekili seçildi. 1954’te istifa ederek evine çekildi ve 1964’te öldü.




Sunu

Halide Edib Adıvar’ın bu küçük romanı ilk olarak 1958 yılında Milliyet gazetesinde günlük tefrika olarak 2 Mart-13 Nisan arasında yayımlanmıştır. Kitap halinde ilk basımı, yazarın ölümünden çok sonra, 1974 yılında Heyulâ romanıyla birlikte yapılır. Romanın konusu oldukça basittir. Çocukluğunu geçirdiği Millî Mücadele devrinden başlayarak Cumhuriyet’in ilk yıllarına uzanan bir yaşamda, ünlü bir doktorun hayatı, kendi dilinden aktarılır. Roman, Doğu Batı kültürlerine ait evlilik, meslek hayatı, kadın erkek ilişkileri gibi kavramların karşılaştırıldığı bir eser niteliğindedir.
Bu yayımda Milliyet gazetesindeki tefrika esas alınmıştır. Yazarın diğer kitaplarında olduğu gibi, herhangi bir sadeleştirme yapılmamış; ancak günümüz okuru için sayfa altlarında bazı kelimelerin anlamları verilmiştir.




1
Doktor Kasım Derman’ı

takdim

Bugün o, İstanbul’un hatta bütün Türkiye’nin en fazla rağbet gören1 meşhur doktorları arasındadır. Fakat kimse onun Kerim Usta’nın oğlu olduğunu bilmez. Mamafih2 Kerim Usta’nın oğlu olmanın onda uyandırdığı garip ve dikkate değer mudilenin3 bu şöhret ve şanında büyük bir rol oynadığını kabul etmek lâzımdır. Esasen bu hikâye onun bir nevi4 hâl tercemesidir.5 Ve onun tarafından yazılmıştır. Fakat daha evvel onu takdim etmek, ne gibi âmillerle6 bu eseri yazmaya giriştiğini anlatmak icap eder.7
Sene 1956. Temmuz’un yakıcı sıcaklarında Cağaloğlu’ndaki büyükçe bir apartmanın üst katında, şahsına tahsis ettiği8 küçük dairede, Doktor Kasım Derman, uykusuz geçen bir gecenin sabahında, yatağında büyük bir huzursuzluk içinde sağına soluna dönüyor, başındaki sersemliği gidermek için biraz uyku kestirmeye çalışıyordu. Fakat ne yapsa bir türlü kendini bırakıp dalamıyordu.
Apartmanın birinci katı[nın] bir muayenehane olduğu, kapıdaki tabeladan anlaşılıyordu. İkinci katını, dul annesiyle teyzesi işgal ediyorlardı. Üçüncü katı doktorun kitap odasıyla misafir odaları ihtiva ediyordu9. Çünkü Doktor Kasım Derman hem çok okurdu hem de aynı zamanda hiç olmazsa ayda bir-iki defa dostlarını, arkadaşlarını kabul ederdi. Hulâsa10 mesleği ile fikrî, içtimaî11 ve şahsî hayatı arasındaki münasebetlerini12 kat’î13 olarak ayarlamış bir adamdı.
Kendi dördüncü katı iki oda, bir banyo ve büyük kısmı üstü açık bir dam terasından ibaretti. Bundan başka da her katın büyük veya küçük bir mutfağı da vardı.
Bütün bu gaye ve işleri birbirinden ayrı olan apartman katlarını, asistanı Nuriye Hanım idare ederdi. Bu kırklık ve becerikli canlı kadıncağız hastaları gayet iyi idare ettiği gibi, hizmetçi Şaziye ile aşçı Hasan ve kapıcı da tamamen onun emrinde idiler.
Doktor Kasım Derman, kahvaltısını odasında yapar, öğle ve akşam yemeklerini annesiyle beraber yerdi. Muayenehanesinin arka tarafındaki iki odayı işgal eden Nuriye Hanım da, ailenin bir ferdi gibi yemeklerini umumiyetle14 onlarla beraber yerdi.
Doktorun annesi Memduha Hanım, kardeşi Emine Hanım’la yaz aylarını Suadiye’de, bir ailenin deniz kenarındaki evlerinin iki odasında geçirirler, Nuriye Hanım da mutlak onlara bu birkaç ay için hususi15 bir hizmetçi kadın bulurdu. Memduha Hanım belki eski bir itiyat neticesiyle16, yaşı epeyce ilerlemiş olmasına, hatta kalbi de biraz bozuk olmasına rağmen durmaz oturmaz faal bir kadındı. Doktor onları umumiyetle17 hafta sonlarında ziyaret ederdi. Fakat kendisi gecelerini her yaz Florya’da, her sene tuttuğu deniz kenarındaki evlerden birinde geçirirdi. Tabiî doktor için bu Florya devri, sadece temmuz ve ağustos aylarına mahsustu. Çünkü Doktor Kasım Derman, temmuz ayında hiç hastaya bakmaz, sadece haftanın iki gününde, yani pazartesi ve perşembe günleri muayenehanesinde, öğleden sonra hasta kabul ederdi.
Kasım Derman, meşhur doktorlarla dolu İstanbul şehrinde âdeta bir nevi18 Lokman Hekim gibi telakki19 edilir, herkes peşine düşerdi. Herhangi hastanede resmî bir vazifesi olmamakla beraber konsültasyonlarda çok aranırdı.
Doktor Kasım Derman, sadece İstanbul’da değil Anadolulular arasında da yakası bırakılmayan bir adamdı. Bazan iki aydan evvel gün vermemesine rağmen yine de Anadolu’dan gelen hastalar, icap ederse20 tarlalarını satıp İstanbul’da han köşelerinde onun tarafından muayene edilmek için nöbet beklerlerdi. Muayenehane ücreti elli lira idi; evlere yüz liraya gider, konsültasyonlardan da iki yüz lira alırdı. Rağbet o kadar artmıştı ki, doktor tellalları21 bazan Anadolu’dan gelen, okumak bilmeyenleri, başka doktora Kasım Derman diye götürürdü.
Yalnız, cumartesi günleri üçten beşe kadar ücretsiz muayene eder, bunların fakir insan rolü alan hastalar olup olmadığını Nuriye Hanım kontrol ederdi.
Tabiî bu fevkâlade22 rağbet çok çene yoruyor, yerli yersiz dedikodulara yol açıyordu. Bu rağbetin sebepleri arasında, evvelâ hakikaten birinci derecede bir iç hastalıkları mütehassısı23 olması gelir. Memlekette bir mucize diyarı halini almaya başlayan Amerika’da yetişmiş olması da bu rağbeti arttırıyordu. Fakat en mühim âmilin24, hiç şüphesiz, ele güç geçmesi olduğunu da kabul etmek gerekir.
Gün almanın zorluğu arttıkça ona karşı inhimâk25 da şiddetle artıyordu. Malûm ya, canlı, cansız nadir elde edilen şeye insanlar çok düşkündür. Nazlı sevgililerin şarkılarımızda en fazla ah ve vah ile anıldığını unutmamak lâzımdır. Nuriye Hanım içinden, “Bir gün olur çağın geçer,” derse de doktorla hiçbir zaman münasebette26 ciddiyeti ve resmiyeti kaybetmezdi.
Kasım Derman, elini yanı başındaki zile uzatmak istedi fakat daha evvel, biraz sersemliğini gidermek için ellerini kaldırdı, gerindi. Evet, yeryüzüne sıcağın ateş saldığı bugünlerde en kuvvetli iradeler de felce uğruyor, kimse parmağını kımıldatmak istemiyordu.
Hangi şeytan onu, dün gece Florya sahilindeki dalgaların ahengiyle tatlı tatlı uyuduğu deniz odasından çıkarken geceyi burada geçirmeye sevk etmişti? Doktor Kasım Derman, bunu aptalca bir hareket diye vasıflandırıyordu. Fakat bu hareketin sâiki27 de yok değildi. Hatta onun şuur28 üstü kabul ettiği sâikin altında şuurunun sonsuz katlarında gizlenen hayli tesirler de canlanmıştı.
Kasım Derman’ın annesi Memduha Hanım’a göre, Kasım, 1 Ağustos’ta doğmuştu. Kadıncağız mutlaka o günü parlak bir surette kutlamayı âdet edinmişti. Evvelâ sadece kendi eski bildiklerine inhisâr eden29 bu doğum günü (Kasım Günü) aptalca bir gürültüden ibaretti. Çünkü yıllar geçip de Kasım’ın İstanbul sosyetesinde nâmı yükseldikçe bu kutlamalar, karmakarışık bir ziyafet, her sınıftan insanların katıldığı acayip bir gümbürtü halini almıştı.
Kasım, doğum gününün 1 Ağustos olduğuna da pek emin değildi. Herhalde kırk beş küsur yıl önce Eskişehir’de Kasım’ı doğurduğu zaman bu doğum, herhalde Arabî aylarının biriyle tespit edilmiştir. Fakat Memduha Hanım’ın bu şeylerden pek haberi yoktu. Kadıncağız, doğum günü kutlamaları, millî bir âdet hükmüne girmeye30 başladığı zaman, bunu nedense “1 Ağustos” diye tespit etmişti.
Daha evvel dediğimiz gibi, evvelâ kendi muhitine31 inhisâr eden bu toplantı şimdi her sınıftan kalabalığı hatta Kasım’ın doktor arkadaşlarını da içine alıyordu. İşte bu günün davetiyelerini hazırlamak, Taksim Gazinosu’nda tertibat almak32 için temmuzun son günlerinde harekete geçmek lâzımdı.
Kasım Derman, annesinin gönlünü almak için hazırladığı bu günün akşamını hatırladıkça daima kendi kendine gülüyordu. Allahım, nasıl bir insan ve sınıflar hulâsası33 idi bu! Evvelâ, şimdi Topkapı ve civarında oturan eskiler, sonra Cağaloğlu’ndaki apartmanda münasebete34 giriştiği yeni biçim hanımlar ve erkekler… Daha sonra, Kasım Derman’ın arkadaşları ve kadınları… İşte Kasım’ı en çok güldüren, kadın ve erkek birbirinden devirlerce ayrılan sınıflar ve fertler! Memduha Hanım bu parlak ziyafet, mızıkalar ve danslı saatlerde, daima dirsekleri havada, oğluna hayranlıkla baktıklarını tahayyül ettiği35 zengin ve modern bayanların yüzlerini arar, sonra bütün meşhur doktorların hepsinin oğluna gıpta ile baktıklarını düşünerek kadıncağızın gözleri pırıl pırıl yanardı.
Kasım Derman, bu yıl, bu doğum kutlamasından annesini vazgeçirmek, hiç olmazsa bunu eski ahbaplarına inhisâr ettirmek36 istemiş, fakat bunu yaptırmanın ne kadar müşkül37 olacağını bildiği için bir akşam evvel eve gelmiş, yatakta, sabaha kadar annesini ziyaret edip neler söyleyeceğini zihninde kararlaştırmaya çalışmıştı. Evet, bu defa annesini ikna edebilse işin ötesini tamamen Nuriye Hanım’a bırakacaktı.
Acaba neden bunu kendisi doğrudan doğruya Suadiye’ye gidip annesiyle konuşmamıştı? Esasen her cumartesi oraya gitmiyor muydu? Bunu sabaha kadar bu hamam gibi sıcak odasında düşünmekte ne manâ vardı? İşte asıl mesele bu!
Florya’da bir gün evvel, birdenbire yabancı bulduğu, âdeta yadırgadığı yüksek ve zengin sınıfa, aynı zamanda diğer kalabalık, onda galebe çalamadığı38 birtakım şuuraltı39 hatıraları yükseltmişti. Bu hatıraların en dibinde olanları birdenbire birbirlerini iterek kafasına ve şuuruna hücuma başlamışlardı. İşte asıl [bu] onu bu gece Cağaloğlu’ndaki dairesinin sessiz ve yalnızlık havasına çekmiş getirmişti.
Dün sabah denizden çıkmış, kumları ışık ateşiyle yakan güneşte dolaşıyordu. Kalabalık henüz o kadar bariz değildi, fakat arkasında, aynı kumluktan gelen seslerden başka erken banyo yapmak için gelenlerin mevcut olduğunu hissediyordu. Gözleri, mavi suları yaran, deniz köşküne doğru âdeta güdümlü mermi süratiyle40 gelen küçük bir beyaz römorköre dalmıştı. Arkasından gelen sesler, heyecanlı bir tempo ile yüksel[meye başlayınca] başını çevirdi arkasına baktı.
Mayolu küçük bir kadın grubu. Aralarında göbekli şişman bir erkek. Önlerinde uzun boylu bir memur, ancak dokuz yaşlarında olduğu tahmin edilen başı tıraşlı, zayıf bir erkek çocuğun kolundan sımsıkı yakalamış. Küçük oğlanın elinde fındık fıstık ve nane şekeri dolu bir işporta. Mayolu gruptan yaşlı bir kadın bağırıyor:
– Memur efendi! Yavruyu bırak! Fındık fıstık satmak bir suç mu?
– Buraya satıcı girmesi yasak olduğunu piç kurusu pekâlâ biliyor. Bu saatte memur bulunmaz diye arkadan sızmış gelmiş. Bu işin önüne hemen geçmek lâzım yoksa satıcıdan size duracak yer kalmaz.
– Ama benim canım fındık istiyor. Denizde içim bayıldı.
Çocuk iki eliyle işportaya sımsıkı sarılmış, gözleri etrafı tarıyor, fakat aynı zamanda bir şey söylemeden memurun arkasından gitmeye hazır gibi. Fakat kadının müdahalesi41 onu bir an için durdurmuş gibi.
– İzin verirseniz hanımefendiye biraz fındık fıstık satayım memur efendi. Vallahi başkasına yaklaşmadan çıkar giderim sonra.
Çocuğun ince sesinde utangaçlıkla karışık biraz da isyan vardı.
– Olamaz. Haydi yürü bakayım!
Şişman erkek, ihtiyar kadının elindeki torbadan aldığı bir parayı çocuğun sepetine atıyor:
– Al, buradaki siftahın bu olsun. Malını bu memnû42 daire haricinde43 satarsın.
Şimdi çocuğun yüzünde, beklenilen bir sevinç ve şükran yerine, bir izzeti nefis,44 tokat yemiş bir insanın isyanı var. İşportadaki parayı memura uzatıyor:
– Bu parayı hanım teyzeye verin, ben dilenci değil, satıcıyım.
– Vay maskara vay. Haydi hop, yürü bakalım!
Çocuk şimdi memurun önünde acele acele gidiyor. Evet, memurun yasağından fazla, iyi niyetle verilen bu para yüzünü kıpkırmızı yapacak kadar ona dokunmuş. Bu ses, bu izzeti nefis isyanı, bu sahne Doktor Kasım Derman’ın hafızasının dibine gömülmüş ne kadar sahne uyandırmış.
Ondan sonra yine tekrar denize dönüyor. Şimdi de deniz odasının biraz ötesindeki odadan, mayolu, belki orta yaşa yakın fakat dinç ve sarışın bir bayan ona doğru geliyor:
– Siz Doktor Kasım Derman değil misiniz?
– Evet. İçinden, burada da mı hasta hücumuna uğrayacağız, diyor.
– Sizden iki aydan önce mülakat45 alınmaz olduğunu söylemişlerdi. Ne kadar zamandır size gelmek istiyorum, deniz komşusu olduğunu işitince belki daha yakın bir zaman için randevu temin edebilirim diye karşınıza çıktım.
Sarı saçları, bir dişi arslan yelesi gibi rüzgârda uçuyor, boyalı dudakları o kadar cazibeli ki… Kasım Derman kendi kendine:
– Ne tuhaf, bu yüzü tanıyormuşum gibi geliyor bana, diyor.
Kadın, doktorun gözlerinden kendisini sakınmaya çalışan bir şeyler hissetmiş, fakat o da birdenbire tanımış, fakat eskiden birbirlerini bildiklerini belli etmek istemiyor. İhtimal46, ilk müracaatında47 onun kim olduğunu, mazisini48 bilmiyordu. Şimdi yıldırım gibi dönüyor, denize doğru yürürken yüksek sesle, fakat biraz evvelki istekli müracaata nadim49 olmuş gibi sesleniyor:
– Ben Sadık Mergün’ün eşiyim… Tuğla tüccarı. Kararınızı verince bana söylersiniz.
Doktor Kasım Derman’ın kalbinde ani bir çarpıntı yapan bir hatıra daha bir an için bütün varlığını sarıyor sonra uçup gidiyor. Bununla da şuuraltında50 biriken sahneler sona eriyor. Yükselen güneşin, pişen vücudunu bir an korumak maksadıyla biraz ötedeki küçük ağaçlığın altına sığınıyor. Biraz ötede başka mayolu kadınlar da var. Kasım’ın arkası dönük. Anlaşılan biraz evvelki sarışın kadın da şimdi onların arasında. Yüksek sesle konuşuyorlar. Mümkün olsa Doktor Kasım kulaklarını tıkayacak, uyuyacak. Sesler gittikçe yükseliyor ve kulaklarını tıkamaya vakit kalmadan hafızası bu konuşmaları bir zabıt kâtibi51 gibi kaydediyor:
– Ne kadar ecnebiye52 benziyorsunuz.
– Öyle mi? Yirmi beş yıldır buradayım. İngiltere’den gelmiştim, bir daha gitmedim; kocam hem Türk hem Müslüman. Ben de hem Türk tebaası53 hem Müslüman’ım.
– Ne güzel Türkçe öğrenmişsiniz! Türkiye’ye İngilizce hocalığı için mi geldinizdi?
– Hayır.
– Ya niçin geldiniz?
– İzmir’de bir lunaparka geldim, at hocalığı yapardım.
– Nasıl nasıl?
– Biraz cambazlık. Ne tuhaf günlerdi… Bir de…
Kasım başını kaldırıyor, arkasına bakıyor. Fakat kadın Kasım’la göz göze gelince birden fırlıyor, denize doğru gidiyor. Sırtı düz, kudretli iki kolu kaldırıp denize atılıyor.
Tıpkı bir cambazhanenin tepesindeki ipten aşağıda koşan bir ata atlayıp koşturan bir cambaz [gibi] kız dalgalara biniyor. Bununla da yetmiyor. Kasım’ın kafasını altüst eden hatıralar birbirini kovalıyor.
Şimdi artık Doktor Kasım Derman denize, yatağında gerinirken başının içindeki örümcek ağlarına benzeyen, birbirine dolaşan hatıraları silkip atmak istiyor gibi. Hemen doğruluyor. Yatağına oturuyor, başucundaki zile tekrar tekrar basıyor.
Psikoloji kelimesi ve şümulü54 hiçbir vakit zamanımızdaki kadar kullanılmış, bütün mesleklere, hayatın bütün taraflarına yayılmış değildi. Fakat bu göze görünmeyen realite55, belki hayvanlardan başlayarak insanlarda akıl ermez derecede genişlemiş cepheler edinmiştir. Psikolojik sezişler acaba en fazla kimlerde vardır?
Evvelâ, hiç şüphesiz, hayatın herhangi sahasında kendi kendilerini yetiştirmiş, bilhassa56 hayat insiyâkının57 kudretinden dolayı beka58 bulmuş fertlerde, hayat seviyesinin zirvesine her nevi59 mahrumiyet ve yoksulluk içinden yükselenler de vardır.
Tahsilsiz, görgüsüz, en ibtidâî60 fertlerde ağalıktan milyonerliğe ulaşmış olanların mevsûkıyyeti61 de hiç şüphesiz en fazla, belki kendilerinin de haberdar olmadıkları bu sezişten ileri gelir. Fakat…
En dikkate değeri, belki tahsil fırsatı hatta imkânı bir hiç iken bunu elde edip en yüksek derecesine ulaşan, cemiyette nâm ve şan kazananlardır. İşte Doktor Kasım bunların en parlak bir örneğidir. Bilerek bilmeyerek, şöhret ve maddî muvaffakiyetin62 tepesine, hem de bilgisi ile ulaşan, mesleğinin yıldızı olanlar arasında bulunan Kasım Derman, şimdi belki başka bir şöhret tepesine gözlerini çevirmiş olduğunu o akşam idrak etmiş63 gibi idi.
Kasım Derman’ın tırmanmak istediği bu ikinci şöhret tepesi dünyaca tanınmış bir muharrir64, bir romancı olmaktı. Bu noktaya onu hangi sâiklerin65 sevk ettiğini bilmek için mutlak geçirdiği badireler66 ve inanılmayacak kadar zor geçitli hayat devirlerini bilmek lâzımdır. Kendisi de bu gayeye ulaşmak için ilk ve uzun hayat geçidini yazmakla başlamak gerektiğini anlamıştı. Öyle ya, büyük romancılar arasında her millette doktorlar yok muydu? Eserleri her dile tercüme edilmiş, kendisi de merakla okumuştu.
Burada insanın aklına bir sual67 gelebilir. Acaba neden tıp sahasında bir keşif yapıp da şöhretini aynı yüksek dereceye eriştirmek istemiyordu? Evet, onu da istiyordu. Fakat mazisi o kadar zengin ve dolgundu ki, bunu içinden yazı ile çıkarıp atmadan bir şey yapamayacaktı. İşte onun için insanüstü bir dev gibi bir ayağı ilim tepesinde, ötekisi edebiyat tepesinde olsun istiyordu.
Kendisi için tarihî olan bugünden sonra kırk beş yaşına ayak basacaktı. Bu sabah doğum günü kutlamak mecburiyetinin sıkıntısı arasında, işte şuurunun altında68 filizlenen bu gaye, bu meseleyi çarçabuk pişirip doktorluk hayatının yükünü biraz omuzlarından attıktan sonra onu kütüphanesine kapatacaktı. Fakat işin psikolojik tarafı, mesleğini tamamen terk etmesine mâni69 idi. Ne kadar usanç verici olursa olsun, hastalarla temas, insan anlayışında öyle yepyeni zaviyeler70 açıyordu ki! Mamafih71 meslekî faaliyeti en az dereceye indirip hayat romanına başlamak kararını vereceği muhakkaktı72.
Doktor Kasım Derman yıkandı, giyindi, Suadiye’ye gitti. Annesinin, doğum gününü bu defa arzusuna göre sadeleştirmek, bir tek sınıfa, yani annesinin eski ahbaplarına inhisâr ettirmek73 için ne dil döktü ise yine de Memduha Hanım’ı ikna edemedi. Belki annesinin bu mevzuda74 ısrarı, çıkacağı yeni fikir ve sanat yolu için faydalı idi. Çünkü bir defa daha hayatının birbirinden başka olan safhalarını gözden geçirmek fırsatını bulacaktı.
Bu yeni yolun ilk adımları, bir hayat faciasıyla başlar. Kutlama gecesi annesi tehlikeli bir kalp krizi geçirdi. Hayatının en sıkı bağlı olduğu aziz varlığı toprağa vermek bir türlü aklına sığmıyordu. Fakat bir doktor olarak bunun mukadder75 olduğunu da biliyordu. Ondan sonra Cağaloğlu’ndaki apartmanına kapandı, hayatını yazmaya başladı.
Ondan sonra muayene günlerini azaltmış, kendisi kütüphanesinde, masanın başında hayatını yazmaya başladı. Tabiî günlerce bazan birkaç satır yazıyor, bazan da hiç yazamıyordu. Artık bütün bu devirde tek dayandığı şahıs Nuriye Hanım olmuştu.
– Nuriye Hanım, ben hayatımın romanını yazmak istiyorum, ne dersin?
– Ben onu epeyce zamandır tahmin ediyordum.
– Fakat bir türlü başlayamıyorum.
– Kendinizi biraz sıkın.
Kasım Derman, esasen roman yazmaya başlamanın güçlüğünü, bilhassa76 doktorlar arasında okumuş öğrenmişti. Fakat hiçbir zaman bunun bu kadar zor, hatta imkânsızlık hissi vereceğini tahmin etmemişti.
Realist77 bir hâl tercemesi78 yazmanın roman kadar güç ve içine girebilmenin ne kadar korkunç bir fikir ve irade görüşü olduğunu ancak üç ay sonra eserini yazmaya başlarken anladı. Tam bir buçuk yıl sonra eserini bitirdi. Nuriye Hanım’a dikte ediyordu. Ancak bir buçuk yıl sonra neşredilebilecek hâle soktu. İşte bütün Türkiye’de tedavisindeki muvaffakiyeti79 Amerikan tıp mecmualarına kadar geçen Doktor Kasım Derman’ın bundan sonraki fasıllarda80 hayat romanını okuyacaksınız.


1
. Beğenilen.

2
. Bununla birlikte.

3
. (Burada) Etkinin.

4
. Çeşit.

5
. Özgeçmişidir.

6
. Etkenlerle, sebeplerle.

7
. Gerekir.

8
. Ayırdığı.

9
. Oluşturuyordu.

10
. Kısacası.

11
. Toplumsal, sosyal.

12
. İlişkilerini.

13
. Kesin.

14
. Genellikle.

15
. Özel.

16
. Alışkanlık sonucunda.

17
. Genellikle.

18
. Çeşit.

19
. Kabul.

20
. Gerekirse.

21
. Satışlarda aracılık eden kimseler.

22
. Aşırı.

23
. Dahiliye uzmanı.

24
. Önemli etkenin, sebebin.

25
. Aşırı düşkünlük gösterme.

26
. İlişkide.

27
. Sebebi.

28
. Bilinç.

29
. (Burada) Verilen.

30
. (Burada) Olarak kabul edilmeye.

31
. Çevresine
.

32
. Hazırlık yapmak.

33
. Özeti.

34
. İlişkiye.

35
. Hayalinde canlandırdığı.

36
. Sınırlamak.

37
. Zor.

38
. Yenemediği.

39
. Bilinçaltı.

40
. Hızıyla.

41
. Araya girmesi.

42
. Yasak.

43
. Dışında.

44
. Onur.

45
1. Görüşme.

46
2. Belki.

47
3. Başvurusunda.

48
4. Geçmişini.

49
5. Pişman.

50
6. Bilinçaltında.

51
1. Tutanak tutan yazman.

52
2. Yabancıya.

53
3. Uyruğu.

54
. Kapsamı.

55
. Gerçeklik.

56
. Özellikle.

57
. İçgüdüsünün.

58
. Kalıcılık.

59
. Çeşit.

60
. İlkel.

61
. Gerçekliği, sağlamlığı.

62
. Başarının.

63
. Anlamış.

64
. Yazar.

65
. Sebeplerin.

66
. Kötü durumlar.

67
. Soru.

68
. Bilinçaltında.

69
. Engel.

70
. Bakış açıları.

71
. Bununla birlikte.

72
. Kesindi.

73
. Sınırlamak.

74
. Konuda.

75
. Yazgısında var olduğunu.

76
. Özellikle.

77
. Gerçekçi.

78
. Özgeçmiş.

79
. Başarıyı.

80
. Bölümlerde.




2
Hikâye başlıyor

Gerçi Nuriye Hanım’a romanımı yazacağımı söylemiştim ama bu yazıya bir monografi yani hâl tercemesi [adını] vermeyi daha münasip81 görüyorum. Herhalde hâl tercemesi denildiği zaman dahi hiç hayal karışmamış bir nevi82 yazı telâkki etmek83 doğru değildir. Çünkü ekseriya84 romancıların eserlerinden fazla, bunlarda şahsî görüşler ve tefsirler85 vardır. Esasen hayal hayatın neresine girmez ki! Hatta insanlar kendi ömürlerini canlandırırken eminim ki en fazla ona hayal gözlüğü ile bakarlar. İşte size Doktor Kasım Derman’ın yani bu satırları yazanın hayatı ilk idrak ettiği86 sahne!
Mütevazı87 bir dükkân. Üstünde büyük harflerle “MUHALLEBİCİ” yazılı, fakat altındaki “Kerim Usta” daha büyük ve süslü harflerle yazılıdır.
Bu dükkân, Eskişehir istasyonunun karşı sırasındadır. Bütün bu hattan geçen trenler, bu durakta biraz kaldığı zaman, yolcuların gittikleri meşhur bir dükkândır.
Buradan geçen trenler ise mutlak İstanbul’dan kalkmaz ve sadece İstanbul’a doğru gitmez.
Şark’a88 da, Adana’ya da, Orta Şark89 ve Garb90 vilayetlerine de geçtiği için burası memleket içinde hatta dışında tren yolcularınca bilinen bir yerdir.
Muhallebi, sütlaç, aşure ve tavukgöğsünün en lezizini burada bulursunuz. Eğer karnınız aç ise haşlanmış tavuk eti, peynir, zeytin dahi yiyebilirsiniz. Hele kahvesi ve çayı, oradaki kahvehanelerdekinden daha üstündür.
Kerim Usta, Adapazarlı bir Çerkes’tir. Orada arazisi vardır, fakat kendisi toprakla pek uğraşmış değildir. O, daha fazla at alım satımı piyasasında tanınmıştır. Fakat Adapazarı günlerinde dahi hayatını bir muhallebici dükkânı sayesinde temin etmiştir.91 Herhalde böyle bir dükkânın Eskişehir durağında daha verimli olacağını tahmin etmiş, buraya gelmiş ve tahmininde aldanmadığını pek çabuk anlamıştır. Eskişehir’de Memduha Hanım adında bir güzel dul kadınla evlenmiş, hemen hemen Eskişehirli olmuştur.
Memduha Hanım aslen İstanbulludur. O da oldukça badireli92 ve acı bir hayat geçirmiştir. Bir emekli binbaşının kızı imiş. Çok genç yaşında bir mülazımla93 evlendirmişler, fakat bütün varlığı ile bağlandığı bu subay Balkan harbinde şehit düşmüş. Çok geçmeden babasını da kaybettikten sonra hayli sıkıntı çekmiş, nihayet o zaman Eskişehir’de bir mahallede yaşayan teyzesi Emine Hanım’ın yanına gelmiş yerleşmiş.
Tren durağında onu karşılayan teyzesi Kerim Usta’nın dükkânına götürerek muhallebi ikram etmiş ve bu vesile ile Kerim Usta ile karşılaşmıştır. Anlaşılan ateşini içinde saklayan Kerim Usta’nın içini altüst etmiş, bu yakışıklı Çerkes ona talip olmuş, çok geçmeden de evlenmişler. Bu satırları yazan Kasım Derman, bu çiftin ilk ve son çocuklarıdır. İlk evlendikleri yıl, çocukları dünyaya gelinceye kadar teyzeleri Emine Hanım’ın evinde yaşamışlar, fakat serbest hayata alışık olan Kerim Usta çocuğunu ve karısını dükkânının üstünde, iki senedir yaşamış olduğu odaya getirmiş, yerleştirmiştir.
Dükkânın arkasındaki mutfak geniştir, dükkânda satılan bütün müstahzarat94 orada hazırlanır. Kerim Usta’ya bilmem kaç senedir hizmet eden genç Tatar da hâlâ orada idi. Fakat bütün bu leziz muhallebi, sütlaç vesaireyi karısı hazırlardı.
İşte benim dünyadan haberdar olduğum ilk devrin sahnesi, bu dükkân ve dükkânın önündeki karışık kalabalığın yeridir. Kaç yaşındaydım bilmem, herhalde üç yaşından pek fazla değil, belki de biraz eksik, çünkü çocuk hafızasına hayat sahneleri çok erken yerleşir. İşte “ben” diye idrak ettiğim95 canlı parça, orayı dolduran, oralarda dolaşan, mütemadiyen96 değişen iki ayaklı mahlûklardan biridir; fakat kendimi bu anlayış, o kadar ibtidâî97 ki kendimi henüz dört ayaklı mahlûkattan, bilhassa98 köpek yavrularından pek başka hissetmiyordum. Bilâkis99 köpek yavrularını, oradan gelip geçen küçüklerden daha şirin buluyor, bu yavrularla münasebetimde100 konuşmadan anlaşıyordum.
Bu his belki de oradaki yolcu çocuklarının, hatta serseri ve satıcı çocukların bana yukarıdan bakmalarından, itip dürtmelerinden ileri geliyordu. Halbuki köpekler kuyruklarını sallıyor, bacaklarıma sürünüyor, dilleri dışarıda arkamdan koşup geliyor, benimle oynaşıyorlardı.
Şimdi size annemi ve babamı gördüğüm gibi takdim edeyim. Kadını, erkeği anlamaktan daha zor olduğunu –bugün bu kadar hastası arasında birçok kadın bulunan tecrübeli bir doktor olduktan sonra dahi– iddia edebilirim. Gerçi kadınlar hislerini daha kolaylıkla ve cömertlikle dışarı vururlar, fakat en basitini dahi, kendince tamamiyle hâkim görünen bir erkekten, his bakımından daha güçlükle teşhis edebilirsiniz. Belki hem açık hem meçhul101 kalmak kadının cazibesini arttırır, fakat ben anladığım şeyleri tercih ederim. Mamafih102 annemin dünyada en çok sevdiğim bir insan olduğunu da itiraf ederim.
Onun güzel bir kadın olduğunda hiç şüphe yoktu. Gerçi sabahtan akşama hatta gece yarısına kadar çalışmak yüzüne bâriz103 bir yorgunluk ifadesi vermiş, gözlerinin altını simsiyah yapmış, yüzünün bütün hatlarını gevşetmişti, fakat gene de bilhassa104 gözlerinin güzelliğini söndürememişti. İki uzun, ince siyah kaş altındaki koyu fındık rengindeki büyük gözlerinin şulesi105 hiç parlaklığını kaybetmemişti. Belki bu şule bana karşı beslediği muhabbetin nuruydu.106 Mamafih babama baktığı zaman bu gözlerin iç ışığı başka bir tempo ile ışıldar ve onu da çok sevdiğini hissettirirdi. Fakat bu muhabbetin aryası107 ve ışığı başka başka kapılardan kendini gösterirdi.
Eğer annemi uzun müddet tanırsanız, istediği şeyi elde etmedeki kudretine –kullandığı vasıtaların basitliğine rağmen– şaşar kaldırdınız. Onun mekânı hemen hemen tamamen mutfaktı. Dükkândan mutfağa açılan yuvarlak bir delikten mütemadiyen108 babamın sesini duyardınız:
– Bir muhallebi, iki sütlaç, tavukgöğsü, çay, kahve vesaire.
Çay ve kahveyi umumiyetle109 babamın çırağı Tatar Osman pişirir, ötekileri annemden alır, bir tepsi içinde yandan dükkâna getirirdi. Tatar Osman’ın iyi yürekli bir insan olduğunda hiç şüphe yoktu. Bilhassa bana karşı büyük bir muhabbet110 gösterirdi, fakat her nedense belki topal, belki çiçek bozuğu ve sırıtkan olması bir türlü gönlümü tamamen çekemedi.
Annem inanılmayacak kadar çok çalışmak icap eden111 bu mutfakta bazan bir sandalyeye çöker, Tatar Osman’ın getirdiği sandalyeye ayaklarını uzatır, gözlerini kapar, fakat gözkapaklarının arkasındaki gözler, ben yaklaşırsam bakmadan görür, elini uzatır, beni dizlerine oturtur, kolları sımsıkı boynuma dolanır… O yumuşak göğse başımı dayadığım zaman içimde hâsıl olan huzuru ifade edebilecek tabirlerin hiçbir dilde olmadığına eminim.
Bazan mutfağa gelen babam bizi sarmaş dolaş bir halde bulurdu. Fakat yüzünün manâsı değişmeden bir tek hattı kımıldamadan, içinden tebessüm ettiğine112 eminim.
Annemle babamın farkını şimdi onu da tarif etmeye çalıştığım zaman belki anlayacaksınız. Onu tarif edebilmek için klasik bir ressam, daha ziyade dâhi bir heykeltıraş gerekir. Ancak öyle bir dâhi, mermer arkasında gibi duran hayatı, simanın113 hareketine lüzum kalmadan sezebilir. Ben işte onu, herhalde menbaını114 bilmediğim bir iç şuurla115 sezebilirim zannediyorum. İşte dıştan görünüşü:
Uzun ve ince, fakat sıhhatsizlik116 ifade eden bir zayıflık değil. Bilâkis,117 vücudunun yapısı, muayyen118 bir örneği en fazla çizgilerde görünen şekli ifade eder. Kalçalar, göze çarpacak kadar geniş omuzlarından ince, karnı çıkmış değil. Kollar ve bacaklar uzun, dirseklerden aşağısı daima açık olan kollarının ve göze görünebilen bacaklarının adaleleri kadar bir kudret ifade edebilir. Suratına gelince, hatları düzgün ve uygun. Çene ince, yanaklarının etleri kafasının iskeletini tamamen örtmüyor. Ağız düz ve solgun iki dudaktan ibaret. Burun keskin bir keser gibi biraz büyücek, fakat ince ve biçimli. Gözleri menekşe renginde yeşil, kaşlarının uçları, daima sual soruyormuş gibi biraz kalkık.
Bu yüzün ve vücudun hususiyeti119, iyi veyahut kötü, sahiplerinin hisleri ne kadar kuvvetli olursa olsun hatları ile dışarı vurmamalarındadır. Fakat ben en küçük yaşta dahi, onun bir manken veya heykel düzlüğü arkasındaki hisleri, kendiminmiş gibi seziyorum.
İnsanın hayatını idrak ettiği120 ilk devir, belki hafızasının ve şuurunun ilk katını teşkil ettiği121 için ebedî bir rüya gibi kalır. Ve bütün rüyalar gibi, kelime ile ifadeye kalkışırsanız, yerinde uçuşan ve hareket halinde bir rüya veya hissin gölgesidir.
Kafamdaki bu gölgelerin perdesi, Eskişehir tren durağının genişçe asfaltının üstündeki hayat hareketleridir. Uzun ve akla sığmayacak kadar birbirinden başka kılık kıyafet; cins ve tavır itibariyle birbirinden başka bir insan kalabalığı oraya hâkimdir. O günlerde, fesleri kalıplı, püskülleri arkada ve yanda, püskülsüz fesler arkaya atılmış, kılık ve kıyafeti pejmürde122 şehirliler ve köylüler orasını istila ederdi123. Ekseriyeti124 çarşaflı veyahut yeldirmeli baş örtülü kadınlar kalabalığın ortasındadır. Fakat…
Birinci sınıf vagondan dışarıyı seyredenler, hatta muhallebiciye kadar gelen kadınlar şık mantolu, başlarına sarılı bir pelerin parçasının altından inen uzun peçeleri arkaya atılmıştır. Ekseri kadınların kucaklarında veya ellerinden tutup götürdükleri çocuklar da vardır. Bir kısmı, vagonların penceresinden dışarıdakilerle muhabbet ederler.
Bütün bu kalabalığın arasında, sırtlarında yükler veya küfeler taşıyan erkekler de vardır. Bunların arasında koşuşan, bağrışan, yemiş, fındık fıstık satan çocuklar birbirlerini iterek trenin pencerelerine mallarını uzatırlar. Nihayet bir “Tamaammm!” bir çan sonra evvelâ yavaş yavaş tren harekete geçer. Sahanlıkta geç kalmışlar vagon kapılarına, birbirlerini ite dürte saldırırlar.
Bu çeşit ve hareketli kalabalık arasında Kerim Usta’nın küçük bir modeli olan Kasım çocuğunu da okşayanlar vagon pencerelerinden seslenip konuşanlar eksik değildir. Kasım, eline para sıkıştırılmamak şartıyla bu alâkadan125 hoşlanır. Fakat satıcı çocuklar onu kıskanır, iter kakarlar hatta ayağına çelme takıp yere yuvarlarlar. Bir defasında üzerinden üç koyun da geçmişti. Bereket versin Kerim Usta yetişti, onu kollarının arasına alıp mutfağa götürdü, bıraktı. Annesi elini yüzünü yıkadı, üstünü silkti. Hiç alâka göstermeden böyle anlarda Kasım’ı koruyan Kerim Usta, onu bir tek defa okşamış, kucağına almış değildir.
Her gece, akşam yemeğini yedikten sonra Kasım’ı yukarıdaki odaya gönderirler. İşte oda: Sokak üstündeki pencerenin önünde uzunca bir sedir, çocuğun yatağı oradadır. Sedirin üstüne, yani odanın ortasına babasıyla annesinin yatağı serilir. Onları koyun koyuna yatar gördüğü zaman Kasım yutkunur, korkmasa babasına bir tekme atıp kendisi annesine sarılıp yatacaktır.
Gece yarısına kadar dışarıdaki ayak sesleri, konuşmalar, bağrışmalar, “Düüüütttt”ler ve “Tamaammmm”ları dinler, sonra dalar.
Gece yarısından sonra dükkânın işlerine Tatar Osman bakar, sonra o da mutfakta yatar.
Bir makine intizamıyla126 sürüp giden bu hayat sahnesi ne kadar devam etti bilemem. Dükkânda evde az hissedilen bir huzursuzluk hissedilmeye başlamıştı. Şimdi dükkânın mutfağa açılan duvar deliğinin altındaki masada Kerim Usta’nın Adapazarlı müşterileri sık sık görülüyor. O masa umumiyetle127 Kerim Usta’nın yeridir, pek az konuşan usta şimdi arkadaşlarına mütemadiyen128 bir şeyler fısıldıyor. Sahne yavaş yavaş değişiyor. Geceleri yatakta Memduha Hanım’la kocası mütemadiyen konuşuyorlar. Bazan münakaşa ediyorlar129, bazan kadın ağlıyor ve ancak o zaman Kasım yatağında, Kerim Usta’nın kudretli kollarının karısını sardığını, boğazını tıkayan bir kıskançlıkla görüyor. Hafızada yerleşmiş bazı cümleler vardır:
– Benim İstanbul’da kimsem kalmadı ki…
– Ben sizi besleyecek parayı vereceğim. Sen Beşiktaş’taki o akrabaya giderek beni orada beklersin. Biz nasıl olsa muvaffak130 olacağız… Memleketi kurtaracağız.
– Ne zamana kadar bu iş sürecek?
– Allah bilir. Şimdi büyük bir kumandan bu işin başına geçiyor…
– Peki ama siz asker değilsiniz ki… Siz…
Kerim Usta karısının ağzını tıkıyor.
– Sus, sus!.. Çocuk duyabilir.
– Ama bu çok tehlikeli bir iş…
– Vatan işi bu hatun.
Sonra bir hıçkırık. Kerim Usta’nın kolları annemin boynunda… Ben de sebebini bilmeden hıçkırarak, ağlamaya başlamışım.
Üç gün sonra annemle beraber beni, babam trene bindiriyor. İki sandık, bir yatak bağı… Babam Adapazarlı arkadaşlarıyla ayakta, bize uzaktan bakıyor.
Düüüttt!.. Haydi İstanbul.


81
. Uygun.

82
. Çeşit.

83
. Saymak, öyle anlamak.

84
. Çoğunlukla.

85
. Yorumlar.

86
. Anladığı.

87
. Gösterişsiz.

88
. Doğu’ya.

89
. Orta Doğu.

90
. Batı.

91
. Sağlamıştır.

92
. Zorlu.

93
. Teğmenle.

94
. Hazırlanmış şeyler.

95
. Algıladığım.

96
. Sürekli.

97
. İlkel.

98
. Özellikle.

99
. Aksine.

100
. İlişkimde
.

101
. Bilinmeyen.

102
. Bununla birlikte.

103
. Aşikâr, açık.

104
. Özellikle.

105
. Alevi.

106
. Sevginin ışığıydı.

107
. (Burada) Nağmesi, sesi.

108
. Sürekli.

109
. Genellikle.

110
. Sevgi.

111
. Gerektiren.

112
. Gülümsediğine.

113
. Yüzün.

114
. Kaynağını.

115
. Bilinçle.

116
. Sağlıksız.

117
. Aksine.

118
. Belli.

119
. Özelliği.

120
. Algıladığı.

121
. Oluşturduğu.

122
. Eski püskü.

123
. Kaplardı.

124
. Çoğunluğu.

125
. İlgiden.

126
. Düzeniyle.

127
. Genellikle.

128
. Sürekli.

129
. Tartışıyorlar.

130
. Başarılı.




3
İstanbul’a doğru

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «ЛитРес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/pages/biblio_book/?art=69480010) на ЛитРес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.