Читать онлайн книгу «Mürver Ağacı» автора Оскар Уайльд

Mürver Ağacı
Wilde Oscar

OSCAR WILDE
MÜRVER AĞACI

TOPLU ÖYKÜLER

KLASİKLER 97

Can Yayınları 2083
Complete Short Fiction, Oscar Wilde
© 2012, Can Sanat Yayınları Ltd. Şti.
Tüm hakları saklıdır. Tanıtım için yapılacak kısa alıntılar dışında yayıncının

yazılı izni olmaksızın hiçbir yolla çoğaltılamaz.

1. basım: Haziran 2012
E-kitap 1. sürüm Eylül 2015, İstanbul
Haziran 2012 tarihli 1. basım esas alınarak hazırlanmıştır.

Yayına hazırlayan: Seçkin Selvi

Kapak tasarımı: Ayşe Çelem Design
ISBN 978-975-07-2710-8

CAN SANAT YAYINLARI
YAPIM, DAĞITIM, TİCARET VE SANAYİ LTD. ŞTİ.
Hayriye Caddesi No: 2, 34430 Galatasaray, İstanbul
Telefon: (0212) 252 56 75 / 252 59 88 / 252 59 89 Faks: (0212) 252 72 33
www.canyayinlari.com (http://www.canyayinlari.com/)
yayinevi@canyayinlari.com


OSCAR WILDE
MÜRVER AĞACI

TOPLU ÖYKÜLER


ÖYKÜ

İngilizce aslından çeviren
Suat Ertüzün



Oscar Wilde’ın Can Yayınları’ndaki diğer kitapları:
De Profundis, 1989
Dorian Gray’in Portresi, 2002

OSCAR WILDE, 1854’te İrlanda’nın Dublin kentinde doğdu. Edebiyatla yakından ilgili, aydın bir ailenin oğluydu. 1878’de “Ravenna” adlı uzun şiiriyle Newdigate Ödülü’nü kazandı. 1881’de yayımladığı şiirler, Dante Gabriel Rossetti ve John Keats’in etkisindeydi. 1884’te Constance Lloyd’la evlendi ve bu evlilikten iki çocuğu oldu. Bu dönemde yayımladığı Mutlu Prens ve Diğer Öyküler, masal ve romantik alegori alanındaki ustalığını ortaya koyuyordu. Tek romanı Dorian Gray’in Portresi, masal ve öykü kitapları Lord Arthur Savile’in Suçu ve Nar Evi 1891’de yayımlandı. İlk başarılı oyunu Leydi Windermere’in Yelpazesi ertesi yıl, Salome ise 1893’te basıldı. Cinsel seçiminden ötürü suçlanarak iki yıl yattığı hapishanenin insanlık dışı koşullarını işlediği Reading Zindanı Baladı 1898’de okuyucuyla buluştu. Wilde, bir kulak enfeksiyonunun neden olduğu şiddetli bir beyin iltihabı sonucu 1900 yılında Paris’te öldü.

SUAT ERTÜZÜN, 1971 yılında Hollanda’da doğdu. İlkokulu Hollanda’ da, ortaokul ve liseyi İstanbul’da okudu. Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nü 1996’da bitirdi. Bir süre bankacılık ve turizm sektöründe çalıştıktan sonra tamamen çeviriye yöneldi: Coetzee, Necib Mahfuz, Kiran Desai, Ronan Bennett, Sybille Bedford, Rudolfo Anaya, John Banville gibi yazarlardan çeviriler yaptı.


Mutlu Prens ve Diğer Öyküler
Carlos Blacker’a[1 - Carlos Blacker (1859–1928) daha çok İngiltere dışında, özellikle Paris’te yaşayan ve Wilde’ın kendisini ilk olarak oradaki gezilerinde tanıdığı bir İngiliz. (Ç.N.)]

MUTLU PRENS
Şehrin çok yukarısında, yüksek bir sütunun üstünde Mutlu Prens’in heykeli dururdu. Baştan aşağı ince altın varak kaplıydı, gözlerinin yerinde iki parlak safir taşı vardı ve kılıcının kabzasında kocaman kırmızı bir yakut parıldardı.
Gerçekten çok beğenilirdi. Sanatkârane beğenileriyle şöhret kazanmak isteyen Belediye Meclisi üyelerinden biri, “Bir rüzgârgülü kadar güzel,” diyor, yararlı işler yaptığı halde insanların onu yararsız biri olarak düşünmelerinden çekindiği için, “yalnız pek faydası yok,” diye ekliyordu.
Mantıklı bir anne, olmayacak şeyler isteyip ağlayan küçük oğluna, “Neden Mutlu Prens gibi olamıyorsun?” diye soruyordu. “Bir şey için ağlamayı rüyasında bile görmez o.”
Güzelim heykeli süzen morali bozuk bir adam, “Dünyada hiç olmazsa birinin çok mutlu olmasına seviniyorum,” diyordu.
Parlak kırmızı elbise ve temiz beyaz önlükleriyle katedralden çıkan Hayrat Okulu öğrencileri, Mutlu Prens için, “Tıpkı bir meleğe benziyor,” diyorlardı.
Matematik Öğretmeni, “Nereden biliyorsunuz,” diyordu, “hiç melek gördünüz mü ki?”
Çocuklar, “Gördük tabii, rüyamızda,” diye cevap veriyor, Matematik Öğretmeni çocukların rüya görmesini tasvip etmediğinden, haşince kaşlarını çatıyordu.
Bir gece şehrin üstünden küçük bir Kırlangıç uçuyordu. Arkadaşları altı hafta önce Mısır’a gitmişler, ama o güzeller güzeli bir Kamış’a âşık olduğu için geride kalmıştı. Baharın ilk günlerinde kocaman sarı bir güvenin peşi sıra ırmaktan aşağı doğru uçarken tanışmıştı onunla ve incecik belinin cazibesine pek kapıldığından, durup onunla konuşmuştu.
Konuya hemen girmeyi seven Kırlangıç, “Sana âşık olsam mı?” diye sormuş, Kamış da ona doğru hafiften eğilmişti. Bunun üzerine Kırlangıç onun çevresinde uçtukça uçmuş, kanatlarıyla dokunduğu suyu gümüş renklerle titreştirmişti. Kur faaliyeti bu şekilde yaz boyu sürmüştü.
Öbür Kırlangıçlar, “Gülünç bir sevda bu,” diye cıvıldaşıyordu, “Kamış’ın parası olmadığı gibi bir sürü de ilişkisi var.” Gerçekten de ırmak Kamışlardan geçilmiyordu. Derken sonbahar geldi ve Kırlangıçların hepsi uçup gitti.
Onlar gidince Kırlangıç yalnızlığa kapıldı ve sevgilisine olan aşkından bıkmaya başladı. “Hiç sohbeti yok,” dedi, “ayrıca fettan olmasından korkuyorum; durmadan rüzgârla cilveleşiyor.” Nitekim ne vakit rüzgâr esse Kamış’a doğru son derece zarif bir reverans yapıyordu. “Evcimen olduğunu kabul ediyorum,” diye devam etti Kırlangıç, “halbuki ben gezmeyi severim ve dolayısıyla karım da gezmeyi sevmelidir.”
Sonunda, “Benimle gelecek misin?” diye sordu, fakat Kamış başını hayır gibilerden salladı, evine çok bağlıydı.
Kırlangıç, “Duygularımla oynadın,” diye feryat etti ve, “Ben Piramitlere gidiyorum. Elveda!” diyerek uzaklaştı.
Gün boyu uçtu ve akşam olunca şehre ulaştı. Kendi kendine, “Acaba nerede konaklamalıyım?” diye sordu. “Umarım şehrin gerekli tertibatı vardır.”
Sonra yüksek bir sütunun üstündeki heykeli fark etti. “İşte, şurada konaklayayım,” dedi. “Havası temiz ve bol, güzel bir nokta.” Böylece Mutlu Prens’in iki ayağının tam arasına kondu. Etrafına bakınır ve uykuya dalmaya hazırlanırken kendi kendine usulca, “Yatak odam altından,” dedi; fakat tam başını kanadının altına alıyordu ki, üstüne iri bir su damlası düştü. “Olur şey değil!” diye bir çığlık attı. “Havada bir bulut bile olmadığı, yıldızlar apaçık ve berrak göründüğü halde yağmur yağıyor. Kuzey Avrupa’da hava ne kadar berbat. Kamış yağmuru severdi, ama onunki bencillikten başka bir şey değildi zaten.”
Bir damla daha düştü.
Kırlangıç, “Yağmurdan korunamayacaksam heykelin bana faydası ne? Bari kendime iyi bir baca külahı bulayım,” diyerek gitmeye karar verdi.
Fakat kanatlarını açmaya kalmadan üçüncü bir damla daha düşünce başını kaldırıp baktı. Bir de ne görsün?
Mutlu Prens’in gözleri yaşlarla doluydu ve o yaşlar altın yanaklarından aşağı süzülüyordu. Ay ışığında yüzü o kadar güzel görünüyordu ki, küçük Kırlangıç’ın yüreği burkuldu.
“Kimsin?” dedi.
“Ben Mutlu Prens’im.”
Kırlangıç, “Öyleyse niçin ağlıyorsun?” diye sordu; “Sırılsıklam oldum.”
“Ben hayattayken ve bir insan kalbine sahipken,” dedi heykel, “gözyaşı nedir bilmez, çünkü üzüntünün girmesine izin verilmeyen Sanssouci Sarayı’nda[2 - Prusya Kralı Büyük Friedrich’in Potsdam kentindeki büyük sarayı. (Ç.N.)] yaşardım. Gündüzleri dostlarımla bahçede oynar, akşamları Büyük Salon’da dansın başını çekerdim. Bahçeyi çok yüksek bir duvar çevirirdi, ama arkasında ne olduğunu merak edip sormazdım; çevremdeki her şey çok güzeldi. Maiyetim bana Mutlu Prens derdi. Gerçekten de mutluydum, tabii haz mutluluksa. İşte öyle yaşadım ve öyle öldüm. Öldükten sonra beni o kadar yükseğe yerleştirdiler ki, yaşadığım şehrin tüm çirkinliklerini ve tüm sefaletini görmeye başladım ve kalbim kurşundan olmasına rağmen artık ağlamadan duramıyorum.”
Kırlangıç kendi kendine, “Ne, bu heykel som altın değil mi?” diye sordu. Kişisel görüşlerini yüksek sesle dile getiremeyecek kadar kibardı.
Heykel nağmeli kısık bir sesle, “Uzakta,” dedi, “uzaktaki küçük bir sokakta yoksul bir ev var. Pencerelerinden biri açık ve oradan, bir masanın başında oturan bir kadın görüyorum. Yüzü çökmüş ve yorgun, terzi olduğu için kaba ve kızarmış elleri iğneden delik deşik. Kraliçe’nin en güzel nedimesi gelecek Saray balosunda giysin diye saten bir elbiseye nakışla çarkıfelek çiçekleri işliyor. Odanın köşesindeki bir yatakta küçük oğlu hasta yatıyor. Ateşi var ve portakal istiyor. Annesi ona nehir suyundan başka bir şey veremediği için ağlıyor. Kırlangıç, Kırlangıç, küçük Kırlangıç, kılıcımın kabzasındaki yakutu ona götürmez misin? Ayaklarımı şu kaideye tutturmuşlar, hareket edemiyorum.”
Kırlangıç, “Beni Mısır’da bekliyorlar,” dedi. “Arkadaşlarım Nil’de bir yukarı bir aşağı uçarak nilüferlerle konuşuyor. Çok geçmeden büyük Kral’ın mezarında uykuya dalacaklar. Oradaki boyalı tabutta yatıyor Kral. Sarı ketene sarılı ve baharatlarla mumyalanmış olarak. Elleri solmuş yapraklara benziyor ve boynunda da açık renkli yeşim bir kolye var.”
“Kırlangıç, Kırlangıç, küçük Kırlangıç,” dedi Prens. “Benimle bir gece kalıp habercim olmaz mısın? Oğlan çok susuz, annesi çok üzgün.”
Kırlangıç, “Oğlan çocuklarını sevdiğimi sanmıyorum,” dedi. “Geçen yaz nehrin kıyısında iki hain oğlan vardı, bana sürekli taş atan değirmencinin oğulları. Hiç isabet ettiremediler tabii, biz kırlangıçlar iyi uçarız. Ayrıca ben çevikliğiyle nam yapmış bir aileden gelirim; ama yine de saygısızcaydı yaptıkları.”
Fakat Mutlu Prens çok mahzun göründüğünden yüreği elvermedi küçük Kırlangıç’ın. “Çok soğuk olsa da burada seninle bir gece kalıp habercin olayım madem,” dedi.
Prens, “Teşekkür ederim, küçük Kırlangıç,” dedi.
Böylece Kırlangıç, Prens’in kılıcındaki iri yakutu çıkardı ve gagasına alarak şehrin çatılarını aştı.
Beyaz mermerden melek heykelleriyle katedral kulesinin yanından geçti. Sarayın yanından geçerken kulağına dans sesleri geldi. Güzeller güzeli bir kız âşığıyla birlikte balkona çıkıyordu. Âşığı, “Yıldızlar ne kadar harika,” dedi, “ve ne kadar harika aşkın gücü!” Kız, “Umarım elbisem Kraliyet balosuna yetişir,” diye karşılık verdi. “Üstüne nakışla çarkıfelekler işlenmesi için sipariş verdim, ama terziler o kadar tembel ki.”
Kırlangıç nehri aştı ve gemilerin yelken direklerine asılı fenerleri gördü. Gettoyu aşarken yaşlı Yahudilerin birbirleriyle pazarlık ettiklerini ve bakır kefelerde para tarttıklarını gördü. Sonunda yoksulun evine ulaşıp içeri baktı. Oğlan yüksek ateşle yatağında dönüp duruyordu, annesi de yorgunluktan uyuyakalmıştı. Kırlangıç seke seke içeri girip iri yakutu masaya, kadının yüksüğünün yanına bıraktı. Sonra usulca masanın çevresinden uçtu ve kanatlarıyla oğlanın alnını yelledi. Oğlan, “Ne kadar serinledim, herhalde iyileşiyorum,” dedi ve tatlı bir uykuya daldı.
Kırlangıç sonra Mutlu Prens’e döndü ve yaptıklarını anlattı. “Tuhaf,” dedi, “hava bu kadar soğuk olmasına rağmen basbayağı ısındım.”
Prens, “Çünkü iyi bir iş yaptın,” dedi. Ve küçük Kırlangıç düşüne düşüne uykuya daldı. Düşünmek hep uykusunu getirirdi zaten.
Gün ışıyınca ırmağa doğru uçup banyo yaptı.
Kuşbilim Profesörü köprünün üstünden geçerken, “Ne hayret verici bir olgu,” dedi. “Kış mevsiminde bir kırlangıç!” Ve yerel gazetede bu konuyla ilgili uzun bir yazı yazdı. Yazı kimsenin anlamadığı kelimelerle o kadar doluydu ki, herkes ondan söz etti.
Kırlangıç, “Bu gece Mısır’a gidiyorum,” dedi ve bunun umuduyla neşelendi. Tüm anıtları ziyaret etti ve kilisenin kulesinde uzun uzun oyalandı. Gittiği her yerde Serçeler cıvıldaşıp birbirlerine, “Ne seçkin bir yabancı!” diyor, o da bununla çok eğleniyordu.
Ay doğarken yine Mutlu Prens’e uçtu. “Mısır’a bir söyleyeceğin var mı?” diye sordu. “Artık yola çıkıyorum.”
“Kırlangıç, Kırlangıç, küçük Kırlangıç,” dedi Prens, “benimle bir gece daha kalmaz mısın?”
Kırlangıç, “Mısır’da beni bekliyorlar,” diye cevap verdi. “Yarın arkadaşlarım İkinci Çağlayan’a uçacaklar. Orada hipopotamlar hasır otlarının arasında dinlenirken tanrı Memnon büyük bir granit tahtta oturur, tüm gece yıldızları izler ve sabah yıldızı parlamaya başlayınca bir sevinç çığlığı atar, ardından sessizliğe gömülür. Öğleyin sarı aslanlar su içmek için nehrin kıyısına iner. Gözleri zümrüt gibi yeşildir ve gürlemeleri çağlayanınkinden daha gürdür.”
“Kırlangıç, Kırlangıç, küçük Kırlangıç,” dedi Prens, “şehrin uzaklarında, tavan arasında bir adam görüyorum. Kâğıtlarla kaplı bir masanın üstüne eğilmiş ve yanındaki bardakta solmuş bir demet menekşe var. Saçları ince ve kahverengi, dudakları nar gibi kırmızı, iri gözleri hülyalı. Tiyatro Yönetmeni için bir oyunu tamamlamaya çalışıyor, ama soğuktan artık yazamıyor. Mangalda kömürü kalmamış ve açlıktan bitap düşmüş.”
İyi yürekli Kırlangıç, “Öyleyse seninle bir gece daha kalayım,” dedi. “Ona da bir yakut götüreyim mi?”
Prens, “Ne yazık ki başka yakutum yok!” dedi. “Geriye yalnızca gözlerim kaldı. Onlar da bin yıl önce Hindistan’dan getirilmiş nadir safir taşındandır. Birini çıkarıp ona götür. Onu kuyumcuya götürüp satar, yiyecek ve yakacak alır, oyununu bitirir.”
Kırlangıç, “Sevgili Prens, bunu sana yapamam,” dedi ve ağlamaya başladı.
“Kırlangıç, Kırlangıç, küçük Kırlangıç,” dedi Prens, “sana ne söylüyorsam onu yap.”
Bunun üzerine Kırlangıç, Prens’in gözünü çıkardı ve tavan arasındaki öğrenciye yollandı. Çatıda bir delik olduğundan içeri girmek zor değildi. O delikten süzüldü ve kendini odada buldu. Başını ellerinin arasına almış olan genç adam Kırlangıç’ın kanat çırpışlarını işitmedi ve gözlerini kaldırdığında solmuş menekşelerin üstündeki nefis safiri gördü.
“Demek değerimi anlamaya başladılar,” diye bir çığlık attı. Artık gayet mutlu görünerek, “Bunu büyük bir hayranım getirmiş olmalı. Şimdi oyunumu bitirebilirim,” dedi.
Kırlangıç ertesi gün limana indi. Büyük bir teknenin direğine kondu ve denizcilerin halatlarla ambardan koca koca sandıkları çıkarmasını izledi. Her sandığın belirmesiyle, “Heyamola!” diye bağırıyorlardı. Kırlangıç, “Ben Mısır’a gidiyorum!” diye feryat etti, ama kimse oralı olmadı ve ay doğunca yine Mutlu Prens’e uçtu.
“Sana veda etmeye geldim,” diye seslendi.
“Kırlangıç, Kırlangıç, küçük Kırlangıç,” dedi Prens, “benimle bir gece daha kalmaz mısın?”
Kırlangıç, “Kış geldi ve ilk kar çok geçmeden düşer,” dedi. “Şimdi Mısır’da güneş yeşil palmiye ağaçlarını ısıtıyor ve timsahlar çamurda yatıp miskin miskin etrafa bakıyordur. Arkadaşlarım artık Baalbek Tapınağı’nda yuva kuruyor, pembeli beyazlı güvercinler onları izleyerek birbirine kuğurduyordur. Sevgili Prens, seni bırakmak zorundayım, ama seni hiç unutmayacağım ve gelecek bahar verdiklerine karşılık sana iki değerli, çok güzel taş getireceğim. Kırmızı bir gülden daha al bir yakut, engin denizlerden daha mavi bir safirin olacak.”
Mutlu Prens, “Aşağıdaki meydanda,” dedi, “kibrit satan küçük bir kız var. Fakat kibritlerini oluğa düşürdüğünden hepsi ziyan oldu. Eve para götürmezse babası onu döveceği için ağlıyor. Ne ayakkabıları ne de çorapları var, küçük başı da çıplak. Öbür gözümü de çıkarıp ona verirsen babasının dayağından kurtulur.”
Kırlangıç, “Seninle bir gece daha kalırım,” dedi, “ama gözünü çıkaramam. Yoksa tamamen kör kalırsın.”
“Kırlangıç, Kırlangıç, küçük Kırlangıç,” dedi Prens, “sana ne söylüyorsam onu yap.”
Böylece Kırlangıç, Prens’in öbür gözünü de çıkarıp pır diye uçuverdi. Kibrit satan kıza doğru hızlı bir dalış yaparak değerli taşı avucuna bıraktı. Küçük kız, “Ne güzel bir cam parçası,” diye bir çığlık attı ve gülerek eve koştu.
Sonra Kırlangıç, Prens’in yanına döndü. “Artık kör kaldığına göre hep seninle kalacağım,” dedi.
Zavallı Prens, “Hayır, küçük Kırlangıç,” dedi, “Mısır’a gitmelisin.”
Kırlangıç, “Hep yanında kalacağım,” dedi ve Prens’in ayaklarının dibinde uyudu.
Ertesi günün tamamını Prens’in omzunda geçirdi ve yaban ellerde gördüklerine ait hikâyeler anlattı. Nil kıyısında uzun sıralar halinde dikilen ve gagalarıyla japonbalıklarını yakalayan kızıl aynakları; dünyanın kendisi kadar yaşlı olup çölde yaşayan ve her şeyi bilen Sfenks’i; ellerinde kehribar tespihlerle develerinin yanında ağır ağır yürüyen tüccarları; abanoz gibi kapkara olan ve bir billura tapan Ay Dağları’nın[3 - Bugün Uganda olan topraklardaki bir dağ sırası. (Ç.N.)] Kralı’nı; bir palmiye ağacında uyuyan ve kendisini bal petekleriyle beslemeleri için emrinde yirmi rahip olan kocaman yeşil yılanı; büyük bir gölde iri yassı yapraklarla yolculuk yapan ve kelebeklerle sürekli savaş halinde olan pigmeleri anlattı.
“Kırlangıç, Kırlangıç, küçük Kırlangıç,” dedi Prens, “bana hayret verici şeyler anlatıyorsun, ama bunlardan da hayret verici olan şey, erkeklerin ve kadınların ıstıraplarıdır. Sefaletten daha büyük bir esrar yoktur. Şehrimin üstünde uç, küçük Kırlangıç ve bana gördüklerini anlat.”
Kırlangıç koca şehrin üstünde uçtu ve zenginler güzel evlerinde eğlenirken kapılarında dilencilerin oturduğunu gördü. Işık girmez geçitlere girdi, kararmış sokaklara halsizce bakan aç çocukların solgun yüzünü gördü. Bir köprünün kemerli girişi altında iki küçük oğlan birbirlerinin kollarında yatarak ısınmaya çalışıyor, “Ne kadar açız!” diye hayıflanıyorlardı. Fakat bekçi, “Orada yatmayın,” diye bağırınca çaresiz yağmura çıktılar.
Kırlangıç döndü ve Prens’e gördüklerini anlattı.
Prens, “Üstüm incecik altın varakla kaplıdır,” dedi. “Onu pul pul alıp yoksullarıma ver; diriler hep altının onları mutlu edeceğini düşünürler.”
Prens fena halde donuk ve boz bir renge bürünene kadar incecik altın varağı pul pul söküp götürdü Kırlangıç. İncecik altın varağı yoksullara pul pul götürdükçe, yüzüne renk gelen çocuklar gülüp sokaklarda oyun oynamaya başladılar. “Artık ekmeğimiz var!” diye bağrıştılar.
Derken kar, karın ardından don vurdu. Sokaklar gümüşten yapılmış gibi parlak ve ışıl ışıl görünüyordu. Evlerin saçaklarından billur hançer gibi uzun buz parçaları sarkıyor, herkes kürklerle dolaşıyor ve küçük oğlanlar kızıl şapkalar giyip buzda paten yapıyorlardı.
Zavallı küçük Kırlangıç üşüdükçe üşüyor, ama Prens’e olan sevgisinden onu yalnız bırakmıyordu. Fırıncı başını çevirdiğinde fırının kapısı önündeki kırıntıları kapıyor ve kanatlarını çırparak ısınmaya çalışıyordu.
Fakat sonunda öleceğini biliyordu. Son bir gayretle Prens’in omzuna bir kez daha çıktı. “Hoşça kal, sevgili Prens!” diye mırıldandı. “Elini öpmeme izin verir misin?”
“Sonunda Mısır’a gidecek olmana seviniyorum, küçük Kırlangıç,” dedi Prens. “Burada gereğinden çok kaldın. Fakat beni dudaklarımdan öpmelisin, çünkü seni seviyorum.”
Kırlangıç, “Mısır’a gitmiyorum,” dedi. “Ölüler Evi’ ne gidiyorum. Ölüm, Uyku’nun kardeşidir, değil mi?”
Ve Mutlu Prens’i dudaklarından öpüp can vererek ayaklarının dibine düştü.
O an heykelin içinden bir şey kırılmış gibi tuhaf bir çatırtı geldi. Prens’in kurşun kalbi tam ortadan ikiye ayrılmıştı. O kadar korkunç bir don vardı.
Ertesi sabah Belediye Başkanı, Meclis Üyeleriyle birlikte aşağıdaki meydandan geçiyordu. Sütunun önünden geçerlerken başını kaldırıp heykele baktı: “Şuna bakın! Mutlu Prens ne kadar perişan görünüyor!” dedi.
Belediye Başkanı’yla her zaman aynı fikirde olan Meclis Üyeleri, “Gerçekten ne kadar perişan!” diye haykırdı ve çıkıp heykele baktılar.
“Kılıcındaki yakut düşmüş ve altın kaplaması da düşmüş,” dedi Belediye Başkanı. “Neredeyse dilenciden farkı kalmamış!”
Meclis Üyeleri, “Dilenciden farkı kalmamış,” dediler.
Belediye Başkanı, “Üstelik ayağının dibinde bir kuş ölüsü var,” diye devam etti. “Kuşların burada ölmemesiyle ilgili bir tebliğ yayınlamalıyız.” Ve Belediye Kâtibi teklifi not etti.
Böylece Mutlu Prens’in heykelini indirdiler. Üniversiteden Sanat Profesörü, “Güzel olmadığı için artık faydası da yok,” dedi.
Sonra heykeli büyük bir ocakta erittiler ve Belediye Başkanı, madenle ne yapacaklarına karar vermek için Dökümhane’de bir toplantı düzenledi. “Elbette ki başka bir heykel yapmalıyız,” dedi, “bana ait bir heykel.”
Fakat bütün Belediye Meclisi Üyeleri, “Heykel bana ait olsun,” diye tutturunca kavga çıktı. Onlardan en son haber aldığımda hâlâ kavga ediyorlardı.
Dökümhane’deki işçilerin ustabaşı, “Ne tuhaf şey!” dedi. “Şu kırık kurşun kalbi ocakta bir türlü eritemiyorum. Bari atayım.” Ve onu Kırlangıç’ın ölüsünün olduğu çöplüğe attılar.
Tanrı, meleklerinden birine, “Bana şehirdeki en değerli iki şeyi getirin,” dedi. Melek O’na kurşun kalple ölü kuşu getirdi.
Tanrı, “Doğru tercihi yaptın,” dedi, “çünkü ebediyete kadar bu küçük kuş Cennet bahçemde şakıyacak, Mutlu Prens de altın şehrimde beni övecek.”

BÜLBÜL VE GÜL
Genç Öğrenci, “Ona kırmızı bir gül getirirsem benimle dans edeceğini söyledi, ama koca bahçemde bir tane bile yok,” diye sızlandı.
Bülbül bodur bir pırnal meşesi yuvasından onu işitti ve yaprakların arasından merakla bakındı.
“Bir kırmızı gül yok koca bahçemde!” diye feryat etti Öğrenci ve güzel gözleri yaşlarla doldu. “Ah, saadet ne küçük şeylere bağlı! Bilgelerin yazdıkları her şeyi okudum ve felsefenin tüm sırlarını özümsedim, ama gel gör ki, bir kırmızı gülüm yok diye hayatım perişan oldu.”
Bülbül, “Nihayet gerçek bir âşık,” dedi. “Hiç tanımadığım halde geceler boyu onun şarkısını şakıdım: Geceler boyu yıldızlara onun hikâyesini anlattım da şimdi onu buldum. Saçları sümbül, dudakları arzunun gülü kadar kırmızı; fakat sevda yüzünü fildişi gibi soldurmuş ve keder mührünü kaşlarına vurmuş.”
Genç Öğrenci, “Prens’in yarın akşam balosu var ve katılanlar arasında sevdalım da olacak,” diye mırıldandı. “Ona kırmızı bir gül getirirsem benimle gün ağarana kadar dans edecek. Bir kırmızı gül getirirsem onu kollarımda tutacağım, o da başını omzuma yaslayacak ve eli elimde kenetli olacak. Fakat bahçemde öyle bir çiçek olmadığından sevdalım bana yüz vermeyecek ve ben tek başıma oturacağım. Bana itibar etmeyecek ve kalbim kırılacak.”
Bülbül, “İşte gerçek âşık,” dedi. “Şarkısını şakıdığım şeylerin ıstırabını çekiyor: Bana sevinç olan ona acı veriyor. Aşk şüphesiz harika bir şey. Zümrütlerden daha değerli, işlenmiş opallerden daha kıymetli. İnciler ve narlar onu satın alamaz, zaten pazarda satılık da değil. Ne tüccardan alınabilir, ne de terazide tartılıp değer biçilebilir.”
Öğrenci, “Müzisyenler galeride oturacak ve yaylı çalgılarını çalacak, sevdiğim de arpın ve kemanın sesine dans edecek. O kadar hafif dans edecek ki, ayakları yere değmeyecek ve neşeli giysileriyle saraylılar etrafında pervane olacak. Fakat ona verecek kırmızı bir gülüm olmadığı için dans ettiği ben olmayacağım,” diyerek kendini çimenlere attı, yüzünü ellerine gömüp ağlamaya başladı.
Küçük yeşil bir Kertenkele kuyruğu havada koşarak Öğrenci’nin yanından geçerken, “Neden ağlıyor?” diye sordu.
Bir güneş huzmesinin peşinde pır pır uçan bir Kelebek, “Sahi, niçin?” diye ona katıldı.
Bir Papatya yumuşak bir sesle usulca, “Sahi, neden?” diye sordu komşusuna.
“Kırmızı bir gül için ağlıyor,” dedi Bülbül.
“Kırmızı bir gül için mi?” diye çığlık attılar. “Ne gülünç!” Hatta biraz alaycı olan küçük Kertenkele düpedüz kahkaha attı.
Fakat Öğrenci’nin kederindeki sırrı anlayan Bülbül meşe ağacında sessizce oturup Aşk’ın esrarını düşündü.
Sonra kahverengi kanatlarını açtı ve havaya ağdı. Koruluktan bir gölge gibi geçti ve bir gölge gibi bahçede süzüldü.
Çimenliğin ortasında harika bir gül ağacı vardı ve onu görünce oraya doğru uçtu, bir sürgüne kondu.
“Bana kırmızı bir gül verirsen,” dedi, “sana en tatlı şarkımı okurum.”
Fakat Gül Ağacı başını salladı.
“Güllerim beyazdır,” diye karşılık verdi. “Denizin köpüğü kadar beyaz, dağlardaki karlardan daha da beyaz. Fakat eski güneş saatinin oradaki kardeşime git, belki o istediğini verebilir.”
Böylece Bülbül oradaki Gül Ağacı’na gitti.
“Bana kırmızı bir gül verirsen,” diye feryat etti, “sana en tatlı şarkımı okurum.”
Fakat Gül Ağacı başını salladı.
“Güllerim sarıdır,” dedi. “Kehribar bir tahtta oturan denizkızlarının saçları kadar sarı, tırpancının çayıra tırpanıyla gelmesinden önce açan nergisten daha da sarı. Ama Öğrenci’nin penceresi altında yetişen kardeşime gidersen belki sana istediğini verir.”
Böylece Bülbül, Öğrenci’nin penceresi altında yetişen Gül Ağacı’na gitti.
“Bana kırmızı bir gül verirsen,” diye feryat etti, “sana en tatlı şarkımı okurum.”
Fakat Gül Ağacı başını salladı.
“Güllerim kırmızıdır,” dedi, “güvercinin ayakları kadar kırmızı, okyanustaki mağarada dalga dalga salınan büyük mercan yelpazelerinden daha da kırmızı. Fakat kış damarlarımı dondurduğu, ayaz goncalarımı budadığı, fırtına dallarımı kırdığı için bu yıl hiç çiçek veremeyeceğim.”
Bülbül, “Tüm istediğim bir kırmızı gül,” diye feryat etti, “sadece bir kırmızı gül! Bulmamın hiç mi yolu yok?”
Gül Ağacı, “Bir yolu var,” diye karşılık verdi. “Ama o kadar korkunç ki, sana söylemeye yüreğim el vermiyor.”
Bülbül, “Sen yine de söyle,” dedi, “korkmuyorum.”
Gül Ağacı, “Kırmızı bir gül istiyorsan,” dedi, “onu ay ışığında nağmelerden yapmalı ve kalbinin kanıyla boyamalısın. Bağrını bir dikene yaslayarak bana şarkı okumalısın. Gece boyu bana şarkı okumalısın; diken kalbini delmeli ve can suyun damarlarıma akıp benim olmalıdır.”
Bülbül, “Kırmızı bir gül için ölmek ne büyük bir bedel!” dedi, “Hayat herkes için çok değerlidir. Yeşil ormanda oturup Güneş’i altın, Ay’ı inci arabasında seyretmek hoştur. Tatlıdır alıcın rayihası; tatlıdır vadide saklı çan çiçekleri, tepeleri saran fundalar. Fakat Aşk, Hayat’tan daha güzeldir; ayrıca bir insan kalbinin yanında bir kuşun kalbi nedir?”
Kahverengi kanatlarını açtı ve havaya ağdı. Koruluktan bir gölge gibi geçti ve bir gölge gibi bahçede süzüldü.
Genç Öğrenci çimenlikte hâlâ onu bıraktığı gibi yatıyordu ve güzel gözlerindeki yaşlar henüz kurumamıştı.
Bülbül, “Müjdeler olsun,” diye seslendi, “müjdeler olsun; kırmızı gülüne kavuşacaksın. Onu ay ışığında nağmelerden yapacağım ve kalbimin kanıyla boyayacağım. Karşılığında senden tek istediğim, gerçek bir âşık olman, çünkü Aşk, Felsefe’den hikmetlidir. Ayrıca Felsefe hem hikmetli hem de İktidar’dan daha kudretli olsa bile Aşk da kudretlidir. Alev rengidir kanatları ve gövdesi. Dudakları bal gibi tatlıdır, nefesi buhur gibidir.”
Öğrenci başını çimlerden kaldırıp dinledi, ama yalnızca kitaplarda yazılanları bildiğinden Bülbül’ün ona söylediklerini anlayamadı.
Fakat Meşe Ağacı anladı ve yuvasını kendi dallarına yapan küçük Bülbül’den çok hoşlandığı için üzüldü.
“Bana son bir şarkı oku,” diye fısıldadı. “Gidince kendimi çok yalnız hissedeceğim.”
Bülbül gümüş bir kaptan taşan su gibi sesiyle Meşe Ağacı’na şarkısını okudu.
Şarkı bitince Öğrenci kalktı ve cebinden birer defterle kurşunkalem çıkardı.
Koruluktan yürürken kendi kendine, “İnkâr edilemeyecek bir endamı var,” diye düşündü. “Ama ya duyguları? Korkarım yok. Hatta o da çoğu sanatkâr gibi; pür zarafet, ama sıfır samimiyet. Başkası için kendini feda etmez. Aklı fikri müzikte; ayrıca sanatçıların bencil olduğunu herkes bilir. Yine de sesini güzel kullandığı kabul edilmelidir. Fakat bunun tek başına bir anlam ifade etmemesi yazık; veya bir işe yaramaması.” Ardından odasına gidip samandan küçük döşeğine uzanarak sevdiğini düşünmeye başladı, bir süre sonra da uykuya daldı.
Göklerde Ay parlayınca Bülbül, Gül Ağacı’na doğru uçtu ve bağrını dikene yasladı. Gece boyu bağrı oraya yaslı olarak şakıdı ve buz renkli billur Ay eğilip ona kulak verdi. Bülbül gece boyu şakıdı ve diken bağrına battıkça battı, can suyu ondan akıp gitti.
Önce bir oğlan ve kızın kalplerinde sevdanın doğuşunu anlatan bir şarkı okudu. Ve Gül Ağacı’nın en tepesindeki sürgünde nefis bir gül, şarkılar birbirini izledikçe yaprak yaprak çiçeklendi. Nehrin üstündeki bir sis kadar renksizdi başlangıçta… sabahın ayakları gibi renksiz ve şafağın kanatları gibi gümüş. Gümüş aynada bir gülün gölgesi gibi, havuzdaki bir gülün gölgesi gibi en tepedeki filizde çiçeklendi.
Fakat Gül Ağacı dikene daha çok yaslanması için Bülbül’e seslendi. “Yakına gel, küçük Bülbül,” dedi, “yoksa gül olmadan Gün doğacak.”
Böylece Bülbül Gül’e daha çok yaklaştı ve bir adamla genç bir kızın ruhlarında tutkunun doğuşuna gelince şarkılarını daha da yüksek sesle şakımaya başladı.
Ve gülün yapraklarına, gelinin dudaklarını öpen bir damadın yüzündeki kızarıklık gibi, pembenin narin kızartısı vurdu. Fakat diken henüz Bülbül’ün kalbine ulaşmadığından gülün kalbi beyazdı; ne de olsa bir gülün kalbini ancak Bülbül’ün kalbindeki kan kırmızıya boyayabilirdi.
Fakat Gül Ağacı dikene daha da yaklaşması için Bülbül’e seslendi. “Daha yakına gel, küçük Bülbül,” dedi, “yoksa gül olmadan Gün doğacak.”
Bunun üzerine Bülbül Gül’e daha çok yaklaştı ve diken kalbine değince şiddetli bir sancı vurdu içine. Buruktu, buruktu sancı ve Bülbül’ün coştukça coştu şakıması; çünkü Ölüm’le tamamlanan Aşk’ın, mezarda ölmeyen Aşk’ın şarkısını okuyordu.
Ve muhteşem gül doğunun göğü gibi kızardı. Kızardı taçyaprakların kuşağı ve kızardı bir yakut gibi çiçeğin kalbi.
Fakat Bülbül’ün sesi giderek zayıfladı, küçük kanatları çırpınmaya başladı ve gözlerine bir perde indi. Şakıması yitti ve boğazının sıkıldığını hisseder gibi oldu.
Derken, var gücüyle son bir ezgi okudu. Bembeyaz Ay o ezgiyi duydu ve şafağı unutarak gökyüzünde biraz daha oyalandı. Kırmızı gül o nağmeyi duydu ve cezbeyle baştan ayağa ürpererek sabahın ayazında taçyapraklarını açtı. Ekho[4 - Yunan mitolojisinde bir dağ nympha’sı (su perisi) ya da Oreas. Tanrıça Hera tarafından cezalandırılarak konuşma yetisi elinden alınmıştı fakat başkalarının konuşmalarındaki son sözcükleri yineleyebiliyordu. (Ç.N.)] o nağmeyi tepelerdeki mor mağaralara taşıdı ve uyuyan çobanları rüyalarından uyandırdı. Nehirde arasından süzüldüğü kamışlar haberini denize ulaştırdı.
“Bak bak!” dedi Gül Ağacı, “Gül nihayet oldu.” Fakat Bülbül kalbinde dikenle yüksek otların içinde cansız yattığından cevap vermedi.
Öğlen olunca Öğrenci penceresini açıp dışarı baktı.
“Şuna bak, ne büyük bir talih!” diye bir çığlık attı. “Kıpkırmızı bir gül! Hayatım boyunca hiç böyle bir gül görmedim. O kadar güzel ki, eminim Latincede upuzun bir adı vardır.” Ve eğilip çiçeği kopardı.
Sonra şapkasını taktı ve elinde gülle Profesör’ün evine koştu.
Profesör’ün kızı kapının önünde oturuyor, bir çıkrıkta mavi ipek eğiriyordu; küçük köpeği de ayağının dibinde yatıyordu.
Öğrenci, “Sana kırmızı bir gül getirirsem benimle dans edeceğini söylemiştin,” dedi. “İşte sana tüm dünyanın en kırmızı gülü. Bunu bu akşam kalbinin üstünde taşı; birlikte dans ederken sana benim seni ne kadar sevdiğimi söylesin.”
Fakat kız yüzünü buruşturdu.
“Korkarım elbiseme pek uymayacak,” dedi. “Hem Mabeyinci’nin yeğeni bana bazı gerçek mücevherler gönderdi; mücevherlerin çiçeklerden çok daha değerli olduğunu herkes bilir.”
Öğrenci öfkeyle, “Yemin ederim, senin kadar nankörünü görmedim!” dedi ve gülü, sokağa fırlattı; gül oluğa düştü, üstünden de bir at arabası geçti.
Kız, “Nankör mü? Bak sana ne diyeceğim, sen de çok kabasın. Hem sen kim oluyorsun? Altı üstü bir Öğrenci. Mabeyinci’nin yeğeni gibi ayakkabılarında gümüş toka olduğunu bile sanmıyorum,” dedi ve sandalyesinden kalkıp içeri girdi.
Öğrenci oradan uzaklaşırken, “Aşk ne aptalca bir şeymiş,” dedi. “Hiçbir şeyi ispatlayamadığı için Mantığın yarısı kadar bile işe yaramıyor; bu da yetmezmiş gibi, insana hep imkânsız şeyleri anlatıyor ve doğru olmayan şeylere inandırıyor. Madem Aşk, faydanın her şey demek olduğu bu çağda hiçbir fayda etmiyor, ben de Felsefe’ye dönüp Metafizik çalışayım.”
Böylece odasına dönüp büyük tozlu kitabını çıkardı ve okumaya başladı.

BENCİL DEV
Çocuklar her öğleden sonra okuldan döndüklerinde Dev’in bahçesinde oynarlardı.
Yumuşacık yeşil çimeni olan harika bir bahçeydi burası. Çimenliğin orasına burasına yıldız gibi çiçekler serpiştirilmişti, ayrıca baharları pembe ve inci renkli narin çiçeklere bürünen, güzleri de bolca meyve veren on iki şeftali ağacı vardı. Kuşlar ağaçlara konup öyle tatlı şakırlardı ki, çocuklar onlara kulak vermek için oyunlarını bırakırlardı. Birbirlerine, “Burada ne kadar mutluyuz!” diye seslenirlerdi.
Bir gün Dev geri döndü. Arkadaşı olan Cornwall’lı gulyabaniyi ziyarete gitmiş ve yanında yedi yıl kalmıştı. Ve yedi yılın sonunda, sohbeti kıt olduğundan, söyleyeceklerini söylemiş olarak şatosuna çekilmeye karar verdi. Fakat geldiğinde çocuklar bahçesinde cirit atıyordu.
Aksi mi aksi bir sesle, “Burada ne yapıyorsunuz?” diye gürleyince çocuklar kaçıştılar.
Dev, “Benim bahçem bana aittir,” dedi. “Bunu herkes bilir, içinde benden başka kimsenin oynamasına müsaade etmem.” Böylece bahçeyi yüksek bir duvarla çevirdi ve bir uyarı tahtası dikti.

İZİNSİZ GİRENLER
YARGILANACAKTIR
Çok bencil bir Dev’di.
Zavallı çocukların oynayacakları hiçbir yer kalmamıştı. Yolda oynamayı denediler, ama çok tozlu ve taşlı olduğu için orasını sevmediler. Öyle olunca dersleri bittiğinde yüksek duvarın çevresinde dolaşıp içerideki güzel bahçeden söz etmeye başladılar.
Birbirlerine, “Orada ne kadar mutluyduk,” dediler.
Sonra Bahar geldi ve tüm yurdu küçük çiçekler ve küçük kuşlar bürüdü. Fakat Bencil Dev’in bahçesi hâlâ kıştı. İçinde çocuklar olmadığından kuşlar şakımıyor ve ağaçlar çiçeklenmeyi unutuyordu. Bir keresinde güzel bir çiçek başını çimlerden yukarı uzattı ve uyarı tahtasını görünce çocuklar için o kadar üzüldü ki, tekrar yerin içine girdi ve uykuya daldı. Bu durumdan yalnızca Kar ve Ayaz memnundu. “Bahar bu bahçeyi unuttuğuna göre,” dediler, “burada yıl boyu kalabiliriz.” Kar büyük beyaz örtüsüyle çimleri örttü, Ayaz tüm ağaçları gümüşe boyadı. Sonra yanlarında kalması için çağırdıkları Kuzey Yeli geldi. Kürklere sarınmıştı Kuzey Yeli ve bütün gün bahçede gürleyip duruyor, baca külahlarını deviriyordu. “Burası harika bir yer,” diyordu, “ziyarete gelmesi için mutlaka Dolu’yu da çağırmalıyız.” Böylece Dolu da geldi. Arduvaz taşlarının çoğunu kırana kadar her gün üç saat boyunca şatonun çatısını dövüyor, sonra da bahçenin dört bir yanında koşturabildiği kadar koşturuyordu. Boz giyimliydi ve nefesi buz kesiyordu.
Pencerede oturup soğuk beyaz bahçesine bakan Bencil Dev, “Bahar’ın niçin bu kadar geciktiğini anlamıyorum,” diyordu. “Umarım havalar düzelir.”
Fakat ne Bahar geldi ne Yaz. Güz her bahçeye altın meyveler verirken Dev’in bahçesine hiçbir şey vermedi. “Dev çok bencil,” dedi. Dolayısıyla burası hep Kış, hep Kuzey Yeli, hep Dolu, hep Ayaz’dı ve ağaçların arasında Kar oynaşıp duruyordu.
Bir sabah Dev yatağında uyanık yatarken harika bir nağme duydu. Kulağına o kadar tatlı geliyordu ki nağme, “Kral’ın çalgıcıları geçiyor olmalı,” diye düşündü. Aslında penceresinin dışında küçük bir keten kuşu şakıyordu ama onu bile işitmeyeli o kadar uzun zaman olmuştu ki, duyduğu şey ona dünyanın en güzel müziği gibi gelmişti. Derken başının üstünde dönen Dolu kesildi, Kuzey Yeli gürlemeyi bıraktı ve açık pencereden içeri nefis bir koku süzüldü. Dev, “Galiba Bahar nihayet geldi,” dedi ve yatağından fırlayıp dışarı baktı.
O da ne?
Karşısında olağanüstü bir manzara vardı. Duvardaki küçük bir delikten çocuklar içeri girmiş, ağaçların dallarına kurulmuşlardı. Gözünün gördüğü her ağaçta küçük bir çocuk oturuyordu. Ve ağaçlar çocukların dönmesinden o kadar memnundu ki, baştan aşağı çiçeğe bürünmüşlerdi ve kollarını çocukların üstünde usulca sallıyorlardı. Kuşlar uçuşuyor ve sevinçle cıvıldıyor, çiçekler gülerek başlarını yeşil çimlerden yukarı kaldırıyorlardı. Görülecek şeydi doğrusu, ama bir köşe nedense hâlâ Kış’tı. Bahçenin en ücra yeri olan o köşede küçük bir oğlan çocuğu dikiliyordu. Çok küçük olduğu için ağacın dallarına uzanamıyor ve çevresinde dolaşarak içli içli ağlıyordu. Hâlâ buz ve karla kaplı olan ve başında Kuzey Yeli esip gürleyen zavallı ağaç, “Tırman, küçük oğlan!” diyor ve dallarını indirebildiği kadar indiriyorduysa da oğlan bir türlü yetişemiyordu.
Bunu gören Dev’in yüreği yumuşadı. “Ne kadar bencillik yapmışım!” dedi. “Bahar’ın bahçeme neden gelmediğini şimdi anlıyorum. Şu küçük oğlanı ağacın dalına çıkarıp duvarı indireyim de bahçem sonsuza, ama sonsuza kadar çocukların oyun sahası olsun.” Yaptıklarına gerçekten pişmandı.
Merdiveni inip çıt çıkarmadan kapıyı açtı ve bahçeye çıktı. Fakat çocuklar onu görünce o kadar korktular ki, hepsi birden kaçıştı ve bahçe yine Kış oldu. Yalnız şu küçük oğlan kaçmadı; gözleri yaşla dolu olduğundan Dev’in geldiğini görememişti. Böylece Dev arkadan gizlice sokuldu ve usulca oğlanın elini tutup onu ağaca çıkardı. Ağaç daha o an çiçeklenince ve kuşlar üşüşüp şakımaya başlayınca küçük oğlan kollarını açıp Dev’in boynuna doladı ve onu öptü. Dev’in artık kötü niyetli olmadığını gören öbür çocuklar koşarak döndüler ve Bahar da onlarla birlikte geri geldi. Dev, “Çocuklar, burası artık sizin bahçeniz,” dedi ve büyük bir balyoz alıp duvarı indirdi. İnsanlar saat on ikide çarşı pazara giderken Dev’in hayatlarında gördükleri en güzel bahçede çocuklarla oynadığını gördüler.
Çocuklar bütün gün oynadı ve akşam olunca Dev’ in yanına gelip ona veda ettiler.
“Ama küçük arkadaşınız nerede?” diye sordu Dev. “Ağaca çıkardığım şu oğlan?” Ona öpücük verdiği için Dev en çok onu seviyordu.
Çocuklar, “Bilmiyoruz,” diye cevap verdiler. “Gitmiş.”
Dev, “Ona yarın da mutlaka gelmesini söyleyin,” dedi. Fakat çocuklar nerede oturduğunu bilmediklerini, onu daha önce hiç görmediklerini söyleyince Dev çok üzüldü.
Çocuklar her öğleden sonra, okul çıkışında gelip Dev’le oynadılar. Fakat Dev’in sevdiği küçük oğlan bir daha hiç görünmedi. Çocukların hepsine çok iyi davranıyordu Dev, ama baştaki küçük arkadaşını da özlüyor ve sık sık ondan söz ediyordu. “Onu görmeyi ne çok istiyorum!” diyordu.
Yıllar böylece geçti ve Dev iyice yaşlanıp güçten düştü. Artık dışarıda oynayamadığından kocaman koltuğunda oturuyor ve çocukların oynamasını seyredip bahçesine hayran hayran bakıyordu. “Bir sürü güzel çiçeğim var,” diyordu. “Ama hepsinden daha güzeli çocuklar.”
Bir kış sabahı giyinirken penceresinden dışarı göz attı. Baharın uykuda olduğunu ve çiçeklerin dinlendiğini bildiği için artık kışlardan nefret etmiyordu.
Birdenbire gözlerini hayretle ovaladı ve iyice baktı. Şahane bir görüntüydü bu. Bahçenin en uzak köşesinde bir ağaç güzel mi güzel beyaz çiçeklere bürünmüştü. Dalların hepsi altına dönmüş, üstlerinden gümüş meyveler sallanıyor, altında da şu sevdiği küçük oğlan duruyordu.
Dev büyük bir sevinçle merdivenden aşağı koşup bahçeye çıktı. Çimenliği aceleyle geçip çocuğa yaklaştı. Ve yaklaştıkça yüzü öfkeden morardı. “Seni böyle yaralamaya kim cüret etti?” diye sordu. Çünkü çocuğun avuç içlerinde de, küçük ayaklarında da birer mıh izi vardı.
Dev, “Seni böyle yaralamaya kim cüret etti?” diye bağırdı. “Söyle bana, koca kılıcımı alıp onu parçalayayım.”
Küçük çocuk, “Olmaz,” dedi. “Bunlar Sevgi’nin yara izleri.”
“Sen kimsin böyle?” diye soran ve yüzüne garip bir saygı ifadesi oturan Dev küçük çocuğun önünde diz çöktü.
Çocuk ona doğru gülümseyip, “Bahçende bir kere oynamama izin verdin, bugün de ben seni Cennet bahçemde ağırlayacağım,” diye cevap verdi.
O gün öğleden sonra çocuklar oynamak için geldiklerinde Dev’in ölmüş olarak ağacın altında yattığını gördüler; baştan ayağa beyaz çiçekler içindeydi.


SADIK ARKADAŞ
Bir sabah yaşlı Su Faresi yuvasından başını uzattı. Boncuk gibi parlayan gözleri ve kırçıl bıyıkları vardı, kuyruğu da uzunca kara bir lastik gibiydi. Sarı kanaryaları andıran yavru ördekler havuzda oraya buraya yüzüyor, kıpkırmızı ayakları olan bembeyaz anneleri onlara suyun içinde nasıl baş aşağı duracaklarını öğretmeye çalışıyordu.
Onlara, “Baş aşağı duramazsanız hiçbir zaman muteber cemiyete giremezsiniz,” diye telkin ediyor, her fırsatını bulduğunda bu işin nasıl yapılacağını gösteriyordu. Gelgelelim, yavru ördekler hiç oralı değildi. Muteber bir cemiyet içinde olmanın onlara nasıl bir fayda sağlayacağını göremeyecek kadar küçüktüler.
Yaşlı Su Faresi, “Ne asi çocuklar!” diye söylendi. “Boğulmayı hak etmiyorlar mı şimdi?”
Ördek, “Olur mu öyle şey?” diye karşılık verdi. “Kimse bunu anasının karnında öğrenmiyor, ayrıca bir ebeveyn her zaman sabırlı olmalıdır.”
Su Faresi, “Öyle mi? Ben ebeveynlik duygusunu hiç bilmem,” dedi. “Ben bir aile erkeği değilim. Doğrusu, hiç evlenmedim ve buna niyetim de yok. Aşk iyi, hoş ama arkadaşlık çok daha yücedir. Hatta bildiğim kadarıyla, dünyada sadık bir arkadaştan daha soylu ve değerli bir şey yoktur.”
Konuşmaya kulak misafiri olan ve yakındaki bir söğüt ağacına tüneyen bir Ketenkuşu, “Peki lütfen söyler misin, sadık bir arkadaşın vazifeleri hakkında ne düşünüyorsun?” diye sordu.
Ördek, “Evet, ben de tam bunu öğrenmek istiyordum,” diyerek havuzun karşı ucuna kadar yüzdü ve yavrularına iyi bir örnek vermek için başı üstünde durdu.
Su Faresi, “Ne saçma bir soru!” dedi. “Sadık bir arkadaşın bana sadık olmasını beklerim tabii ki.”
Gümüş renkli bir sürgünün tepesinde salınıp minik kanatlarını çırpan küçük Ketenkuşu, “Peki karşılığında ne yaparsın?” diye sordu.
Su Faresi, “Ne demek istediğini anlamıyorum,” dedi.
Ketenkuşu, “Sana bununla ilgili bir hikâye anlatayım,” dedi.
Su Faresi, “Hikâye benim hakkımda mı?” diye sordu. “Öyleyse dinlerim, çünkü hikâyelere tam anlamıyla bayılırım ben.”
Ketenkuşu, “Sana da uyarlanabilir,” dedi ve aşağı inip suyun kıyısına konarak Sadık Arkadaşın hikâyesini anlatmaya koyuldu.
“Bir varmış bir yokmuş,” diye başladı, “Hans adında dürüst, ufak tefek bir adam varmış.”
Su Faresi, “Seçkin biri miymiş?” diye sordu.
Ketenkuşu, “Hayır,” dedi, “temiz kalbi ve komik, yuvarlak, güler yüzlü suratı dışında hiç de seçkin biri olduğunu sanmıyorum. Küçük bir köy evinde tek başına yaşar ve her gün bahçesinde çalışırmış. Taşrada onunki kadar sevimli başka bir bahçe yokmuş. Orada hüsnüyusuflar, şebboylar, çobançantaları, Fransız düğünçiçekleri varmış. Şam gülleri, sarı güller, leylak renkli çiğdemler ve altınlı, morlu beyazlı menekşeler varmış. Haseki küpesi ve çayır teresi, mercanköşk ve ballıbaba, çuhaçiçeği ve süsen, nergis ve pembe karanfil, aylar birbirini takip ettikçe sırasıyla çiçeklenip açıyor, bir çiçeğin yerini öbürü alıyor, gözü okşayan güzel görüntüler, burna hoş gelen tatlı kokular hiç eksik olmuyormuş.
Küçük Hans’ın birçok arkadaşı varmış, ama en sadıkları Değirmenci Hugh imiş. Zengin Değirmenci küçük Hans’a o kadar sadıkmış ki, duvarın üstünden eğilip koca bir demet çiçek veya bir avuç dolusu güzel kokulu ot koparmadan ya da eğer mevsimiyse, ceplerini erik ve kirazla doldurmadan Hans’ın bahçesinin yanından geçmezmiş.
‘Gerçek arkadaşlar her şeylerini paylaşır,’ dermiş Değirmenci ve küçük Hans da başıyla onaylayıp gülümser, böyle asil fikirlere sahip bir arkadaşının olmasından gurur duyarmış.
Komşular, değirmeninde istiflenmiş yüz çuval unu, altı sağmal ineği ve yünü bol, büyük bir koyun sürüsü olan zengin Değirmenci’nin küçük Hans’a karşılık olarak hiçbir şey vermemesini bazen garipserlermiş; fakat Hans hiçbir zaman bunları dert etmez ve gerçek arkadaşlığın diğerkâmlığı hakkında Değirmenci’nin söylediği manidar şeyleri dinlemek ona her şeyden daha çok keyif verirmiş.
Küçük Hans böylece bahçesinde çalışmaya devam etmiş. Bahar, yaz ve sonbahar boyunca hep çok mutluymuş, ama kış gelip de pazara götürecek meyve veya çiçeği kalmayınca epeyce açlık çekmiş ve üşümüş, çoğu akşam birkaç armut kurusu veya çetin ceviz dışında bir şey yiyemeden yatmak zorunda kalmış. Üstelik Değirmenci onu görmeye gelmediğinden çok da yalnızlık çekmiş.
Değirmenci, karısına, ‘Kar kalkmadıkça küçük Hans’ı görmemin bir manası yok,’ demiş, ‘çünkü zor günlerinde insanları rahat bırakmak, ziyaretle başını ağrıtmamak gerek. Arkadaşlık hakkında en azından benim fikrim bu ve haklı olduğuma da eminim. O yüzden bahar gelene kadar bekleyip onu o zaman görmek daha iyi; hem böylece bana koca bir sepet çuhaçiçeği verebilecek ve bu da onu mutlu edecektir.’
Karısı, çam odunuyla ısınan büyük ocağın başındaki rahat koltuğundan, ‘İnsanlara karşı ne kadar düşüncelisin,’ diye karşılık vermiş. ‘Gerçekten öyle. Arkadaşlık hakkındaki sözlerini dinlemek sahiden mutluluk verici. Üç katlı bir evde oturmasına ve serçeparmağında altın bir yüzük takmasına rağmen rahibin bile senin kadar tatlı dilli olmadığına eminim.’
Değirmenci’nin küçük oğlu, ‘Ama küçük Hans’ı buraya çağırsak olmaz mı?’ diye sormuş. ‘Zavallının bir sıkıntısı varsa ona yulaflı lapamın yarısını verebilir ve beyaz tavşanlarımı gösterebilirim.’
Değirmenci, ‘Budala çocuk!’ demiş. ‘Seni ne diye okula gönderdiğimizi anlamıyorum. Hiçbir şey öğrendiğin yok. Çünkü küçük Hans buraya gelip sıcacık ocağımızı, güzel akşam yemeklerimizi, fıçıdaki nefis kırmızı şarabımızı görse kıskanabilir; kıskançlık da, insanın huyunu bozan en fena şeydir. Hans’ın mizacının bozulmasına göz yumamam. Ben onun en iyi arkadaşıyım; ona her zaman göz kulak olurum ve hiçbir şeyin aklını çelmemesine dikkat ederim. Hem Hans gelirse prensiplerime aykırı olduğu halde benden veresiye un isteyebilir. Un başka, arkadaşlık başka; ikisi karıştırılmamalıdır. Zaten yazılışları da farklıdır ve bambaşka anlamlara gelirler. Bunu herkes bilir.’
Kendine koca bir bardak ılık bira dolduran Değirmenci’nin Karısı, ‘Ne kadar doğru söylüyorsun!’ demiş. ‘Basbayağı çarkırkeyif oldum. Sanki kilisedeyim.’
Değirmenci, ‘Birçok insan iyi rol yapar; ama iyi konuşanlar azdır, bu da konuşmanın bir o kadar zor olduğunu ve bir o kadar da marifet istediğini gösterir,’ diye karşılık verirken masanın karşısındaki küçük oğluna öyle sert bakmış ki, oğlan utançtan kıpkırmızı kesilerek başını neredeyse çay bardağına kadar indirmiş ve ağlamaya başlamış. Fakat siz onun kusuruna bakmayın; daha çok küçükmüş.”
Su Faresi, “Hikâyenin sonu bu mu?” diye sordu.
Ketenkuşu, “Ne münasebet,” dedi, “bu daha başı.”
Su Faresi, “Öyleyse çağın gerisinde kalmışsın,” dedi. “Bugünlerde her hikâyeci sondan başlayıp başa dönüyor ve ortada bitiriyor. Yeni âdet bu. Geçen gün yanında genç bir adamla havuzun etrafında dolaşan bir eleştirmenden işittim. Konu hakkında enine boyuna konuştu; mavi gözlüğüne, kel kafasına ve genç adamın bir söz söylediği her seferinde, ‘Püff!’ diye cevap vermesine bakılırsa haklı olduğuna eminim. Ama lütfen devam et. Değirmenci fevkalade hoşuma gitti. Benim de türlü güzel duygularım vardır, o yüzden aramızda büyük bir anlayış olduğunu görüyorum.”
Bir o ayağının, bir bu ayağının üstünde hoplayan Ketenkuşu, “Pekâlâ,” dedi, “kış geçer geçmez ve çuhaçiçekleri açık sarı yıldızlar halinde açmaya başlar başlamaz Değirmenci, karısına, küçük Hans’ı görmeye gideceğini söylemiş.
Karısı, ‘Ne kadar iyi yüreklisin!’ demiş; ‘Daima başkalarını düşünüyorsun. Çiçekler için büyük sepeti de almayı unutma, olur mu?’
Değirmenci yel değirmeninin kanatlarını güçlü demir bir zincirle bağlamış ve kolunda sepetle tepeden aşağı inmiş.
Oraya vardığında, ‘Günaydın, küçük Hans,’ demiş.
Küreğine yaslanarak ağzı kulaklarına varan Hans, ‘Günaydın,’ demiş.
Değirmenci, ‘Koca kışı nasıl geçirdin?’ diye sormuş.
‘Doğrusunu istersen,’ demiş Hans, ‘sorduğun iyi oldu, hem de çok iyi oldu. Korkarım bu kış bayağı zor geçti, ama artık bahar geldiği için mutluyum, zaten çiçeklerimin de durumu iyi.’
Değirmenci, ‘Bütün kış senden söz ettik, Hans,’ demiş, ‘ve nasıl olduğunu merak ettik.’
Hans, ‘Çok iyisiniz,’ demiş. ‘Ben de beni unuttuğunuzdan korkmuştum.’
Değirmenci, ‘Hans, beni şaşırtıyorsun,’ demiş. ‘Arkadaşlık asla unutmaz. Onun en güzel yanı budur, ama sen galiba hayatın şiirselliğini anlamıyorsun. Bu arada, çuhaçiçeklerin de ne güzel görünüyor!’
Hans, ‘Evet, çok güzeller, değil mi?’ demiş. ‘Ve neyse ki bu sene bol oldular. Onları pazara götürüp belediye başkanının kızına satacağım ve parasıyla el arabamı geri alacağım.’
‘El arabanı geri mi alacaksın? Onu sattığını mı söylüyorsun? Ne büyük bir aptallık!’
‘Aslını istersen,’ demiş Hans, ‘mecbur kaldım. Bu kışın benim için çok kötü geçtiğini anlamışsındır; ekmek alacak param bile kalmadı. O yüzden önce pazar ceketimin gümüş düğmelerini, sonra gümüş zincirimi, sonra büyük pipomu, son olarak da el arabamı sattım. Fakat artık hepsini tekrar geri alacağım.’
Değirmenci, ‘Hans,’ demiş, ‘Ben sana el arabamı veririm. Pek iyi durumda değil, hatta bir yanı düştü ve tekerleğinin çubuklarında da kırık var, ama yine de sana verebilirim. Kendi hesabıma büyük bir cömertlik yaptığımı biliyorum ve birçok insan onu vermemi son derece aptalca bulacaktır, ama ben herkes gibi değilim. Bence cömertlik arkadaşlığın özüdür, ayrıca kendime zaten yeni bir el arabası aldım. Evet, için rahat olsun, sana el arabanı ben veririm.’
Küçük Hans, ‘Ne diyeyim, gerçekten çok cömertsin,’ demiş ve komik yuvarlak yüzü sevinçle parlamış. ‘Evde döşemelik bir tahtam var, onunla arabayı kolayca tamir edebilirim.’
Değirmenci, ‘Tahta mı?’ demiş. ‘Ahırın çatısı için tam ihtiyacım olan şey! Çatıda kocaman bir gedik var ve kapamazsam bütün darı nemlenecek. İyi ki söyledin! Bir iyiliğin başka bir iyiliği doğurması ne şaşırtıcı. Ben sana el arabamı veriyorum, sen de bana tahtanı veriyorsun. El arabası tabii ki tahtadan çok daha değerli, ama gerçek arkadaşlık bunları önemsemez. Hadi, getir de hemen bugün ahırda işe koyulayım.’
Hans, ‘Hay hay,’ diyerek barakaya seğirtmiş ve tahtayı sürüyerek getirmiş.
Tahtayı gören Değirmenci, ‘Pek büyük bir şey değilmiş,’ demiş. ‘Ahırın çatısını onardıktan sonra el arabasını tamir etmeye yetmeyebilir. Fakat bu elbette benim hatam değil. Ayrıca sana el arabamı verdiğime göre sen de karşılığında bana biraz çiçek verebilirsin. İşte sepet; lütfen iyice doldur, olur mu?’
Küçük Hans epeyce üzgün, ‘İyice doldurayım mı?’ demiş, çünkü sepet sahiden de kocamanmış ve onu doldurursa pazara götürecek çiçeği kalmayacakmış. Oysa gümüş düğmelerini geri almayı ne kadar istiyormuş.
Değirmenci, ‘Sana el arabamı verdiğime göre birkaç çiçek istememde bir mahzur olmayacağını düşünüyorum,’ demiş. ‘Belki yanlışım var, ama bence arkadaşlık, gerçek arkadaşlık her tür bencilliğin üstündedir.’
Küçük Hans, ‘Sevgili arkadaşım, en iyi arkadaşım, bahçemdeki bütün çiçekler senin olsun. Gümüş düğmelerimi almaktansa her gün senin güzel sözlerini dinlemeyi tercih ederim,’ demiş ve koşarak bütün sevimli çuhaçiçeklerini toplayıp Değirmenci’nin sepetine doldurmuş.
Değirmenci, ‘Hoşça kal, küçük Hans,’ demiş ve omzunda tahta, elinde koca sepetle evine doğru gitmiş.
Küçük Hans, ‘Sen de hoşça kal,’ diyerek neşeyle işine dönmüş. Değirmenci ona el arabasını vereceği için çok sevinçliymiş.
Ertesi gün hanımellerini sundurmaya tuttururken Değirmenci’nin yoldan ona seslendiğini duymuş. Seyyar merdivenden inip bahçenin öbür yanına koşmuş ve duvarın üstünden bakmış.
Değirmenci koca bir çuval unla orada dikiliyormuş.
‘Sevgili küçük Hans,’ demiş, ‘şu bir çuval unu benim için pazara taşır mısın?’
Hans, ‘Hay Allah, çok üzgünüm,’ demiş, ‘ama bugün gerçekten çok işim var. Sürünücü bitkilerimin hepsini tutturmam, tüm çiçeklerimi sulamam ve tüm çimlerin üstünden silindirle geçmem gerekiyor.’
‘Ama nasıl olur?’ demiş Değirmenci. ‘Sana el arabamı verdiğim halde beni reddetmen biraz samimiyetsizce geliyor.’
Hans, ‘Lütfen öyle deme,’ diye üzülmüş. ‘Ben kimseye samimiyetsiz davranamam.’ Ve koşarak şapkasını almış, omuzlarında koca bir çuvalla yola düşmüş.
O gün hava çok sıcak, yol da fena halde tozluymuş. Hans daha altıncı mil taşına ulaşamadan o kadar yorulmuş ki, oturup dinlenmek zorunda kalmış. Fakat sonra gücünü toplayıp devam etmiş ve sonunda pazara ulaşmış. Orada bir süre bekledikten sonra unu çok iyi bir fiyata satmış ve gecikirse yolda karşısına hırsızların çıkacağından korkarak hemen eve dönmüş.
Yatağa girerken kendi kendine, ‘Çok yorucu bir gün oldu,’ diye düşünmüş. ‘Ama Değirmenci’nin isteğini kıramazdım; ne de olsa en iyi arkadaşım, üstelik bana el arabasını da verecek.’
Ertesi sabah Değirmenci erkenden un parasını almaya gelmiş, ama küçük Hans çok yorgun olduğundan hâlâ yataktaymış.
Değirmenci, ‘Aman Tanrım, ben sana el arabamı veriyorum, sen tembellik yapıyorsun,’ demiş. ‘Daha çok çalışmalısın, Hans. Tembellik büyük bir günahtır ve ben hiçbir arkadaşımın asla tembel veya aylak olmasını istemem. Seninle açık konuşmamı yadırgama. Arkadaşın olmasam elbette böyle yapmam. Ama insan tamamen açık konuşamayacaksa arkadaşlığın ne anlamı kalır? Herkes güzel şeyler söyleyebilir, karşısındakini memnun edip pohpohlayabilir, ama gerçek bir arkadaş daima hoşa gitmeyecek şeyler de söyler ve incitmeyi göze alır. Hatta gerçek bir arkadaşsa bunu tercih eder, çünkü o zaman doğrusunu yaptığını bilir.’
Küçük Hans gözlerini ovalayıp gece kukuletasını çıkararak, ‘Çok üzgünüm,’ demiş, ‘ama o kadar yorgundum ki, yatakta biraz daha kalıp kuşların şakımalarını dinlemek istedim. Onları dinleyince her zaman daha iyi çalıştığımı biliyor muydun?’
Hans’ın sırtına hafifçe vuran Değirmenci, ‘Eh, bunu duyduğuma sevindim,’ demiş, ‘çünkü giyinir giyinmez senden değirmene gelmeni ve ahırın çatısını benim için onarmanı istiyorum.’
Çiçeklerini iki gündür sulamayan zavallı küçük Hans ise bahçesine gidip çalışmaya can atıyor, ama çok iyi arkadaşı olduğu için de Değirmenci’yi kırmak istemiyormuş.
Çekingen ve ürkek bir sesle, ‘Çok işim olduğunu söylesem samimiyetsizlik yapmış olur muyum?’ diye Değirmenci’yi yoklamış.
Değirmenci, ‘El arabasını vereceğime göre senden fazla bir şey istediğim küçük sayılır; ama beni geri çevirirsen tabii ki gidip çatıyı kendim onarırım,’ demiş.
Küçük Hans, ‘Hayır! Kesinlikle olmaz,’ diye bir çığlık atarak yataktan fırlamış ve giyinip ahıra yollanmış.
Orada gün boyu, güneş batana kadar çalıştıktan sonra gurup vakti Değirmenci işlerin nasıl gittiğine bakmak için uğramış.
Neşeli bir sesle, ‘Çatıdaki deliği onardın mı, küçük Hans?’ diye seslenmiş.
Küçük Hans merdivenden inerek, ‘Evet, iyice onardım,’ demiş.
Değirmenci, ‘Harika!’ demiş. ‘İnsanın başkaları için yaptığı iş kadar güzel bir şey yoktur.’
Oturup alnını silen küçük Hans, ‘Senden bu sözleri duymak kesinlikle büyük bir ayrıcalık,’ demiş, ‘hem de çok büyük. Fakat korkarım senin kadar güzel fikirlerim hiç olmayacak benim.’
Değirmenci, ‘Merak etme, olacaktır!’ demiş, ‘Ama daha çok gayret etmelisin. Şimdilik arkadaşlığın uygulamasını yapıyorsun; bir gün bunun teorisine de sahip olacaksın.’
Küçük Hans, ‘Gerçekten mi?’ diye sormuş.
Değirmenci, ‘Bundan hiç şüphem yok,’ demiş. ‘Ama madem çatıyı onardın, eve gidip dinlenmelisin, çünkü yarın senden koyunlarımı dağa götürüp gütmeni istiyorum.’
Zavallı küçük Hans korkusundan itiraz edememiş ve ertesi sabah Değirmenci erkenden koyunlarını evine getirmiş, Hans da onlarla dağa doğru yola koyulmuş. Oraya gidip dönmesi bütün gününü almış; döndüğünde de o kadar yorgunmuş ki, koltuğunda uyuyakalmış ve gün iyice ışıyana kadar da uyanmamış.
Kalktıktan sonra, ‘Bahçemde ne güzel vakit geçireceğim,’ diyerek bir an önce işe girişecek olmuş.
Fakat çiçeklerine bakmaya hiçbir fırsat bulamamış, çünkü arkadaşı Değirmenci her seferinde uğrayarak ya çok vaktini alan ayak işleriyle meşgul ediyor ya da ondan değirmene gelip yardım etmesini istiyormuş. Küçük Hans ihmal ettiği çiçeklerinin küsmesinden korkarak zaman zaman büyük bir endişeye kapılıyor ve ancak Değirmenci’nin en iyi arkadaşı olduğu düşüncesiyle teselli buluyormuş. ‘Ayrıca,’ diyormuş, ‘katıksız bir cömertlik örneği olarak bana el arabasını verecek.’
Küçük Hans böylece Değirmenci için çalışıp durmuş. Değirmenci ona arkadaşlık hakkında türlü güzel şeyler anlatıyor, çok iyi bir öğrenci olan Hans da bunları bir deftere kaydedip geceleri üstünden geçiyormuş.
Bir akşam küçük Hans ocağın başında otururken gürültüyle kapı çalmış. Hava fırtınalı olduğu için rüzgâr evi sallayarak öyle fena esiyormuş ki, Hans başlangıçta sesin oradan geldiğini sanmış. Fakat sonra kapı ikinci kez çalmış, ardından, hepsinden daha güçlü olmak üzere, üçüncü kez.
Küçük Hans kendi kendine, ‘Herhalde zavallı bir yolcu,’ diyerek kapıya koşmuş.
Değirmenci bir elinde fener, öbüründe büyük bir sopayla karşısında duruyormuş.
‘Sevgili küçük Hans,’ demiş, ‘başımıza çok kötü bir şey geldi. Küçük oğlum merdivenden düşüp yaralandı, ben de Doktor’a gidiyorum. Ama Doktor o kadar uzakta ve hava o kadar fena ki, yerime senin gitmenin çok daha iyi olacağını düşündüm. Sana el arabamı vereceğimi biliyorsun, o yüzden benim için bunu da yapabilirsin.’
Küçük Hans, ‘Elbette,’ demiş, ‘benim için şereftir; hemen yola çıkayım. Fakat gece zifirî karanlık, hendeğe düşmekten korkuyorum; fenerini bana ödünç verebilir misin?’
‘Çok üzgünüm,’ diye karşılık vermiş Değirmenci, ‘ama bu feneri yeni aldım ve ona bir şey olursa çok üzülürüm.’
Küçük Hans, ‘Neyse, boş ver o zaman, fenersiz de giderim,’ demiş ve büyük kürk paltosuyla kalın kırmızı beresini alıp boynuna bir atkı dolamış ve yola koyulmuş.
Fakat o ne feci bir fırtınaymış! Küçük Hans gecenin karanlığından önünü neredeyse göremiyor ve rüzgârın şiddetinden güçlükle ayakta durabiliyormuş. Fakat çok cesur olduğundan yılmamış ve üç saat kadar yürüdükten sonra Doktor’un evine varıp kapısını çalmış.
Doktor başını yatak odasının penceresinden uzatarak, ‘Kim o?’ diye seslenmiş.
‘Küçük Hans, Doktor.’
‘Ne istiyorsun, küçük Hans?’
‘Değirmenci’nin oğlu merdivenden düşüp yaralanmış, hemen gelmenizi istiyorlar.’
Doktor, ‘Tamam!’ deyip atıyla büyük çizmelerinin ve fenerinin hazırlanmasını istemiş, aşağı inmiş ve kendisi at sırtında, küçük Hans peşinde güçlükle yürüyerek Değirmenci’nin evine doğru yollanmışlar.
Fakat fırtına giderek şiddetlendiği ve yağmur bardaktan boşanırcasına yağdığı için küçük Hans ne gittiği yeri görebilmiş, ne de atın hızına ayak uydurabilmiş. Zavallı sonunda yolunu kaybetmiş, derin çukurlarla dolu olduğu için çok tehlikeli bir yer olan sulak bir fundalığa girmiş ve orada boğulmuş. Büyük bir su birikintisinde yüzen cesedini ertesi gün keçi çobanları bulmuş ve evine getirmişler.
Çok sevilen Küçük Hans’ın cenaze törenine herkes katılmış ve orada en çok ağıt yakan da Değirmenci’ymiş.
Değirmenci, ‘En iyi arkadaşı olarak en iyi yeri de benim almam gerekir,’ diyerek uzun siyah peleriniyle cenaze alayının en önünde yürümüş ve cebinde taşıdığı büyük bir mendille arada bir gözlerini silmiş.
Tören bittikten sonra herkesin oturacak rahat bir yer bulduğu ve baharatlı şarap içip tatlı pastalar yediği handa Demirci, ‘Küçük Hans’ın ölümü şüphesiz herkes için büyük bir kayıp oldu,’ demiş.
Değirmenci, ‘Özellikle benim için daha büyük bir kayıp oldu,’ diye söze girmiş. ‘Ona el arabamı verecektim, ama şimdi elimde kaldı ve onunla ne yapacağımı bilmiyorum. Evde yer kaplıyor, üstelik o kadar kötü durumda ki, satsam bile para etmiyor. Bir daha kesinlikle kimseye bir şey vermeyeceğim. Cömertliğin sonu hep acı oluyor.’”
Uzun bir sessizlikten sonra Su Faresi, “Ee?” dedi.
Ketenkuşu, “Eesi, hikâye burada bitiyor,” dedi.
Su Faresi, “Ama Değirmenci’ye ne oldu?” diye sordu.
Ketenkuşu, “Ona mı? Hiçbir fikrim yok,” dedi. “Umurumda da değil.”
Su Faresi, “İçinde ona karşı bir anlayış beslemediğini açıkça görebiliyorum,” dedi.
Ketenkuşu, “Korkarım hikâyeden çıkan dersi pek anlamıyorsun,” diye söylendi.
Su Faresi, “Neyi?” diye cırladı.
“Dersi.”
“Bu hikâyenin bir ders verdiğini mi söylüyorsun?”
Ketenkuşu, “Kesinlikle,” dedi.
Su Faresi büyük bir öfkeyle, “Doğrusu,” dedi, “bunu baştan söylemeliydin. Bilseydim seni kesinlikle dinlemezdim. Hatta şu eleştirmen gibi, ‘Püff,’ derdim. Ama bunu şimdi de diyebilirim.” Ve avazı çıktığınca “Püff,” diye bağırdı, kuyruğunu şöyle bir salladı ve yuvasına döndü.
Birkaç dakika sonra yüzerek yaklaşan Ördek, “Su Faresi’ne ne diyorsun?” diye sordu. “Haklı olduğu noktalar var; ama ben kendi hesabıma bir anneyim ve ne zaman müzmin bir bekâra rastlasam gözlerime yaş dolar.”
Ketenkuşu, “Galiba onu sinirlendirdim,” diye karşılık verdi. “İbretlik bir öykü anlattığımı inkâr edemem.”
“Ah! Bunu yapmak her zaman çok tehlikelidir,” dedi Ördek.
Ben de onunla aynı fikirdeyim.

KAYDA DEĞER ROKET
Kral’ın oğlu evleneceği için büyük şenlik hazırlıkları yapılıyordu. Prens gelini koca bir yıl beklemiş ve gelin sonunda gelmişti. Kız bir Rus Prensesi’ydi ve altı rengeyiğinin çektiği bir kızakla ta Finlandiya’dan yola çıkmıştı. Kızak kocaman bir altın kuğu biçimindeydi ve kanatlarının arasında küçük Prenses’in kendisi oturuyordu. Kakım kürkünden uzun mantosu tam ayaklarının dibine kadar uzanan, başında gümüş sırmadan minik bir şapka olan Prenses hep yaşadığı Kar Sarayı’nın kendisi kadar beyaz görünüyordu. O kadar beyazdı ki, sokaklardan geçerken herkes hayret ediyordu. “Bir gül kadar beyaz!” diye haykırıp balkonlarından ona çiçek atıyorlardı.
Prens Kale’nin kapısında onu karşılamak için bekliyordu. Hülyalı menekşe gözleri, incecik altın saçları vardı. Prenses’i görünce bir dizinin üstüne çöktü ve elini öptü.
“Resminiz çok güzeldi, ama siz resminizden de güzelsiniz,” diye mırıldandı; küçük Prenses’in yüzü kızardı.
Bir İçoğlanı, yanındakine, “Beyaz bir gül gibiydi, kırmızı bir güle döndü,” deyince bütün Saray halkı kendinden geçti.
Bunu takip eden üç gün boyunca herkes, “Beyaz gül, Kırmızı gül, Kırmızı gül, Beyaz gül,” deyip durdu ve Kral, İçoğlanı’nın maaşının ikiye katlanmasını buyurdu. İçoğlanı’nın bir maaşı olmadığından ona pek bir fayda getirmedi bu, fakat yine de büyük bir şeref kabul edildiği için gereği yapıldı ve Saray gazetesinde neşredildi.
Üç gün sonra evlilik kutlamalarına geçildi. Tören nefisti; gelin ve damat küçük inciler işlenmiş mor kadife bir sayvanın altında el ele yürüdüler. Ardından beş saat süren bir Resmî Ziyafet verildi. Prens ve Prenses Büyük Salon’daki en yüksek yerde oturdular ve içeceklerini berrak bir billur kupadan yudumladılar. Ancak gerçek âşıklar o kupadan içebilirlerdi, çünkü yalancı dudaklar dokunduğunda kupa bozarıp donuklaşır ve bulanırdı.
Küçük İçoğlanı, “Birbirlerini sevdikleri gün gibi ortada,” dedi, “billur bir gün gibi!” Kral bunun üzerine İçoğlanı’nın maaşını bir kez daha ikiye katladı. Tüm Saraylılar, “Bu ne şeref!” diye haykırdılar.
Ziyafetin ardından Balo başladı. Gelin ve damat birlikte Gül dansını yapacaklardı ve Kral flüt çalacağına söz vermişti. Çok kötü çaldı, ama kimse bunu ona söylemeye cesaret edemedi; ne de olsa Kral’dı. Aslında Kral yalnızca iki ezgi biliyor ve birini öbüründen hiçbir zaman ayırt edemiyordu; ama fark etmezdi, çünkü ne yaparsa yapsın, herkes her zaman, “Harika! Harika!” diye haykırıyordu.
Programdaki son etkinlik tam gece yarısı başlayacak olan büyük havai fişek gösterisiydi. Küçük Prenses hayatında hiç havai fişek görmediğinden Kral, düğün günü Kraliyet Pirotekni[5 - Havai fişek sanatı. (Ç.N.)] Mütehassısı’nın da hazır bulunmasını buyurmuştu.
Prenses, taraçada yürüdüğü bir sabah, Prens’e, “Havai fişek nasıl bir şeydir?” diye sormuştu.
Başkalarına sorulan soruları daima kendi cevaplayan Kral da, “Aurora Borealis’e[6 - Kuzey ışığı. Kuzey Kutbu’na yakın bölgelerde, dünyanın manyetik alanıyla güneşten gelen yüklü parçacıkların etkileşimi sonucu oluşan bir ışık olayı. (Ç.N.)] benzer,” demişti, “ama çok daha doğaldır. Ne zaman ortaya çıkacakları belli olduğu için şahsen onları yıldızlara tercih ederim. Üstelik benim flüt çalışım gibi de güzeldirler. Mutlaka görmelisin.”
Hasbahçenin ucunda büyük bir tezgâh kuruldu ve Kraliyet Pirotekni Mütehassısı her şeyi yerli yerine koyar koymaz havai fişekler birbiriyle konuşmaya başladı.
Küçük bir Maytap, “Dünya ne kadar güzel bir yer,” diye seslendi. “Şu sarı lalelere bakın. Gerçek birer çatapat olsa ancak bu kadar sevimli olabilirlerdi. Seyahat ettiğim için çok mutluyum. Seyahat aklı fevkalade geliştiriyor ve tüm önyargıları bertaraf ediyor.”
Büyük bir Roma Kandili, “Hasbahçeyi dünya mı sandınız, aptal maytap,” dedi. “Dünya kocaman bir yerdir ve onun tamamını görmeniz üç gününüzü alır.”
Genç çağında yaşlı bir tahta kutuya tutturulan ve kırık kalbiyle gurur duyan düşünceli bir Döner Fişek, “Sevdiğiniz yer neresiyse sizin için dünya orasıdır,” dedi. “Ama aşkın devri artık geçti, şairler öldürdü onu. Hakkında o kadar çok yazdılar ki, kimse onlara inanmaz oldu ve bu da beni hiç şaşırtmıyor. Gerçek aşk ıstırap çeker ve suskundur. Hatırlıyorum da, bir keresinde… Ama artık bir önemi yok. Sevdalık geçmişte kaldı.”
Roma Kandili, “Öyle şey mi olur?” dedi. “Aşk asla ölmez. Aşk ay gibidir ve ebediyen yaşar. Sözgelimi, gelinle damat birbirlerini ne kadar candan seviyor. Haklarındaki her şeyi benimle aynı çekmecede kalan ve Saray’daki son haberleri bilen kâğıt bir fişeklikten bu sabah öğrendim.”
Fakat Döner Fişek başını salladı. “Aşk öldü, Aşk öldü, Aşk öldü,” diye mırıldandı. Aynı şey defalarca tekrar edilirse onun gerçek olacağına inananlardandı.
Birdenbire keskin, kuru bir öksürük duyuldu ve hepsi birden dönüp baktılar.
Uzun bir çubuğun ucuna bağlanan uzun boylu, mağrur görünüşlü bir Roket’ten geliyordu ses. Bir mütalaada bulunmadan önce dikkat çekmek için daima böyle öksürürdü.
Roket, “Ehem, ehem!” dedi ve hâlâ başını sallayıp, “Aşk öldü,” diye mırıldanan zavallı Döner Fişek hariç, herkes kulak verdi.
Bir Çatapat, “Sessizlik lütfen! Sessizlik lütfen!” diye bağırdı. Siyasetçi gibi bir şeydi bu Çatapat ve yerel seçimlerde daima önemli bir yer işgal ettiği için Meclis’teki konuşma üslubunu yakından biliyordu.
Döner Fişek, “Tamamen öldü,” diye fısıldayıp uykuya daldı.
Tam bir sessizlik olduğunda Roket üçüncü bir kez daha öksürdü ve söze başladı. Anılarını yazdırır gibi çok yavaş, tane tane konuşuyor ve hitap ettiği kişinin daima omzunun üstünden arkaya doğru bakıyordu. Doğrusu, son derece seçkin bir tavrı vardı.
“Kralın oğlu için ne büyük bir talih ki,” dedi, “benim ateşleneceğim gün evleniyor. Bunu planlamış olsalar ancak bu kadar olurdu; lakin Prensler daima kısmetlidir.”
Küçük Maytap, “Hayret!” dedi. “Ben de tam tersini, Prens’in şerefine ateşleneceğimizi sanmıştım.”
“Sizin için öyle olabilir,” diye cevap verdi Roket. “Hatta bundan hiç şüphem yok, fakat benim durumum farklı. Ben son derece kayda değer bir roketim ve kayda değer bir anne ve babadan geliyorum. Annem devrinin en şöhretli Döner Fişeği’ydi ve dansının zarafetiyle bilinirdi. Büyük gösterisini yaptığında, sönene kadar on dokuz defa dönmüş ve her dönüşünde havaya yedişer pembe yıldız fırlatmıştı. Bir metre çapındaydı ve en iyi barutla imal edilmişti. Babam da benim gibi bir Roket’ti ve Fransız menşeyliydi. O kadar yükseğe uçardı ki, insanlar bir daha geri dönmeyeceğinden korkarlardı. Fakat babam iyi huylu biri olduğu için dönerdi ve altın bir yağmur sağanağı halinde muhteşem bir iniş gerçekleştirirdi. Gazeteler gösterisini fevkalade gurur verici ifadelerle yazardı. Hatta Saray gazetesi onu ‘Pilotekni’ sanatının zaferi ilan etmişti.”
Bir Bengal Işığı, “Pirotekni, herhalde Pirotekni demek istiyorsunuz,” dedi. “Kendi kutumda öyle yazdığını gördüğüm için Pirotekni olduğunu biliyorum.”
Fakat Roket sert bir ses tonuyla, “Ben zaten ‘Pilotekni’ dedim,” deyince Bengal Işığı öyle bir ezikliğe kapıldı ki, hâlâ önemli biri olduğunu göstermek için derhal küçük maytaplara külhanbeyliği taslamaya başladı.
Roket, “Diyordum ki,” diye devam etti, “diyordum ki… Ne diyordum?”
Roma Kandili, “Kendiniz hakkında konuşuyordunuz,” dedi.
“Elbette; öyle terbiyesizce sözüm kesildiğinde ilginç bir konuyu işlediğimi hatırlıyorum. Terbiyesizlikten ve her türlü görgüsüzlükten nefret ederim, çünkü ben son derece hassas biriyim, bundan hiç şüphem yok.”
Çatapat, “Hassas biri ne demek?” diye sordu Roma Kandili’ne.
Roma Kandili kısık bir sesle, “Kendisinde nasır olduğu için sürekli başkalarının ayağına basan kişi demektir,” diye cevap verince Çatapat az daha kahkahayı koyuveriyordu.
Roket, “Lütfen neye güldüğünüzü söyler misiniz?” diye öğrenmek istedi. “Ben gülmüyorum.”
Çatapat, “Mutlu olduğum için gülüyorum,” dedi.
Roket öfkeyle, “Çok bencil bir neden,” dedi. “Mutlu olmaya ne hakkınız var? Başkalarını düşünmelisiniz. Hatta beni düşünmelisiniz. Ben daima kendimi düşünüyorum ve başkalarından da aynısını bekliyorum. Buna halden anlamak deniyor. Harika bir fazilettir ve ben de ona büyük ölçüde sahibim. Sözgelimi, bu gece başıma bir şey geldiğini farz edelim; herkes için ne büyük bir talihsizlik olur! Prens’le Prenses bir daha asla mesut olamazlar, bütün evlilikleri mahvolur; Kral’a gelince, bunu atlatamayacağından eminim. Kendi mevkimin önemini düşünmeye başladığımda gerçekten gözyaşlarına boğulacak gibi oluyorum.”
Roma Kandili, “İnsanları eğlendirmeniz bakımından kuru kalmanız daha hayırlıdır,” dedi.
Artık neşesi daha yerinde olan Bengal Işığı, “Kesinlikle,” diye katıldı. “Sağduyu bunu gerektirir.”
Roket hışımla, “Şuna bak, sağduyuymuş!” diye çıkıştı. “Benim son derece sıra dışı ve son derece kayda değer olduğumu unutuyorsunuz. Sağduyu herkeste olabilir, hayal gücünden mahrum olmaları yeter. Fakat ben hayal gücü olan biriyim. Hadiseleri asla oldukları gibi düşünmüyorum; daima bambaşka bir şekilde düşünüyorum. Kuru kalmama gelince, duygusal bir mizacı takdir edecek biri belli ki yok aranızda. Kendi adıma neyse ki buna aldırmıyorum. Hayatta kişiyi ayakta tutan tek şey, başkalarının kendinden ne kadar aşağı olduğunu bilmektir. Ben bu hissi içimde daima canlı tutmuşumdur. Fakat sizde kalp ne gezer? Prens’le Prenses daha biraz önce evlenmemiş gibi gülüp eğleniyorsunuz.”
Küçük bir Sıcak Hava Balonu, “Ama neden olmasın?” diye sordu. “Bu çok sevindirici değil mi? Göğe yükseldiğimde bundan yıldızlara da söz etmek niyetindeyim. Güzel gelini onlara anlattığımda göz kırptıklarını göreceksiniz.”
Roket, “Ah! Hayata ne kadar dar görüşlü bakıyorsunuz!” dedi. “Fakat bunu tahmin etmeliydim. Dünyadan haberiniz yok sizin; kof ve boşsunuz. Belki Prens’le Prenses içinden derin bir nehir geçen bir ülkede yaşamaya gidecek; belki yalnızca bir oğulları, Prens’in kendisi gibi sarı saçlı menekşe gözlü küçük bir oğlanları olacak; belki bir gün oğlan dadısıyla yürüyüşe çıkacak; belki dadı yaşlı büyük bir ağacın altında uykuya dalacak ve belki küçük oğlan o derin nehre düşüp boğulacak. Ne feci bir talihsizlik! Zavallı insanlara tek oğullarını kaybetmek reva mı? Gerçekten çok korkunç! Bunu asla unutamayacağım.”
Roma Kandili, “Ama tek oğullarını kaybetmediler,” dedi. “Başlarına hiçbir talihsizlik gelmedi.”
Roket, “Ben de zaten geldiğini söylemedim,” diye karşılık verdi. “Gelebilir dedim. Tek oğullarını kaybetmiş olsalar zaten diyecek bir şey kalmaz. Olmuşla ölmüşün arkasından ağlayanlara hiç tahammülüm yok. Fakat oğullarını kaybedebileceklerini düşündükçe çok müteessir oluyorum.”
Bengal Işığı, “Olduğunuz belli!” dedi. “Hatta sizden daha müteessirini görmedim.”
Roket, “Ben de sizden daha terbiyesizini görmedim,” dedi. “Prens’e duyduğum muhabbeti hiç anlayamıyorsunuz.”
Roma Kandili, “Ama onu tanımıyorsunuz bile,” diye homurdandı.
Roket, “Ben tanıdığımı söylemedim ki,” dedi. “Ama tanısaydım bile katiyetle arkadaşı olmak istemezdim. Kişinin arkadaşlarını tanıması son derece tehlikelidir.”
Sıcak Hava Balonu, “Bence siz sahiden dikkat edin de ıslanmayın,” dedi. “Asıl önemlisi bu.”
Roket, “Hiç şüphem yok ki, sizin için önemli,” diye karşılık verdi. “Ama eğer istersem ben ağlamaktan hiç çekinmem.” Nitekim çubuğundan aşağı yağmur damlaları gibi süzülen gerçek gözyaşlarına gark oldu ve neredeyse birlikte bir ev kurmaya niyetlenen ve yaşanacak güzel, kuru bir yer arayan iki küçük böceği boğuyordu.
Döner Fişek, “Ağlanacak hiçbir şey olmadığı halde ağladığına göre sahiden romantik bir yaradılışı olmalı,” diyerek derin bir iç çekti ve tahta kutusunu düşündü.
Fakat Roma Kandili’yle Bengal Işığı artık adamakıllı sinirlenmişlerdi ve avazları çıktığınca, “Numara yapma! Numara yapma!” diye bağırıyorlardı. İkisi de fazlasıyla gerçekçi kimselerdi ve itiraz ettikleri her şeye numara derlerdi.
Sonra ay, göz kamaştırıcı gümüş bir kalkan gibi yükseldi; yıldızlar parlamaya ve saraydan müzik sesi gelmeye başladı.
Dansı Prens’le Prenses yönlendiriyordu. O kadar güzel dans ediyorlardı ki, uzun beyaz zambaklar pencereden içeri başlarını uzatıp seyrediyor, iri kırmızı gelincikler vuruşların zamanlamasına uyarak baş sallıyordu.
Derken saat onu, sonra on biri, sonra on ikiyi vurdu ve gece yarısının son vuruşuyla herkes taraçaya çıkınca Kral, Kraliyet Pirotekni Mütehassısı’nı çağırttı.
“Havai fişek gösterisi başlasın,” dedi ve Kraliyet Pirotekni Mütehassısı yerlere kadar eğilerek bahçenin ucuna doğru uygun adım yürüdü. Maiyetinde altı kişi vardı ve altısı da uzunca birer meşale taşıyordu.
Tartışmasız muhteşem bir gösteriydi.
Döner Fişek kendi çevresinde Vızır! Vızır! dönüyordu. Roma Kandili Bom! Bom! ediyordu. Sonra Maytaplar her yerde raksetmeye başladı ve Bengal Işığı her şeyi kızıla boyadı. Sıcak Hava Balonu minik mavi kıvılcımlar saçarken, “Hoşça kalın,” diye bağırdı. Kendi kendilerine müthiş eğlenen Çatapatlar Dan! Dan! diye karşılık verdi. Herkes büyük bir başarı gösterdi. Fakat ağlamaktan nemlenen ve yerinden bile kalkamayan Kayda Değer Roket hariç. En iyi kalite olmasına rağmen gözyaşıyla sırılsıklam olan barutu hiçbir işe yaramıyordu. Küçümser bir gülümseme takınmadan asla konuşmadığı uzak akrabalarının hepsi ateşten pıtrak gibi görkemli altın çiçekler halinde göğe atılıyordu. Saraylılar, “Hurra! Hurra!” diye haykırıyor, küçük Prenses sevinçle gülüyordu.
Roket, “Herhalde beni önemli bir vesileye saklıyorlar, şüphesiz öyle olmalı,” derken her zamankinden daha mağrur görünüyordu.
Ertesi gün işçiler ne varsa derleyip toplamaya geldiler. Roket, “Belli ki bu bir temsilciler heyeti,” dedi. “Onları kendime yakışır bir vakarla karşılayacağım.” Ve burnunu havaya verip çok önemli bir konu hakkında düşünüyormuş gibi ciddiyetle kaşlarını çattı. Fakat işçiler gitmek üzere hazırlanana kadar onu fark etmediler bile. Tam o sırada biri onu gördü. “Şuna bak! Roketlerin en adisi!” dedi ve duvarın üstünden onu hendeğe attı.
Roket havada süzülürken, “Roketlerin en ADİSİ mi? Roketlerin en ADİSİ mi? İmkânsız! Roketlerin en ÂLÂSI, öyle dedi. ADİ ve ÂLÂ kulağa çok benzer geliyor, hatta çoğu zaman aynıdırlar,” diyerek çamura düştü.
“Burası pek rahat değil,” dedi, “fakat şüphesiz muteber bir kaplıca; herhalde sağlığıma kavuşmam için beni buraya yolladılar. Sinirlerim çok yıpranmış olmalı, dinlenmeye ihtiyacım var.”
Az sonra parlak mücevher gibi gözleri ve alacalı yeşil bir derisi olan küçük bir Kurbağa yüzerek ona doğru geldi.
“Yeni gelen birini görüyorum!” dedi. “Ne de olsa çamur gibisi yok. Bana yağmurlu bir hava ve bir hendek verin, daha ne isteyeyim. Sizce öğleden sonra yağış olur mu? Öyle bir ümidim olsa da gökyüzü masmavi ve bulutsuz. Çok yazık!”
“Ehem, ehem!” dedi Roket ve öksürmeye başladı.
Kurbağa, “Ne şahane bir sesiniz var!” diye haykırdı. “Tıpkı bir vraklama gibi; tabii ki vraklama dünyadaki en ahenkli sestir. Bu akşam koromuzu dinlemelisiniz. Çiftçinin evi yakınındaki eski ördek havuzunda yerimizi alıyor ve ay doğar doğmaz başlıyoruz. Herkesi o kadar mest ediyoruz ki, bizi dinleyebilmek için kimse gözünü kırpmıyor. Hatta daha dün çiftçinin karısı, bizim yüzümüzden geceleri uyku uyuyamadığını annesine söylüyordu. Bu kadar sevilmek sizce de gurur verici değil mi?”
Roket öfkeyle, “Ehem, ehem!” dedi. Bir kelime bile konuşamadığına fena içerlemişti.
Kurbağa, “Kesinlikle şahane bir ses,” diye devam etti. “Umarım ördek havuzuna siz de gelirsiniz. Kızlarıma bakmaya çıktım. Güzeller güzeli altı kızım var, ama Turna Balığı’yla karşılaşmalarından korkuyorum. Tam bir canavardır Turna Balığı ve kahvaltı niyetine hepsini gövdeye indirmekte tereddüt etmez. Eh, bana müsaade, sizi temin ederim, sohbetinizden büyük keyif aldım.”
Roket, “Buna sohbet denirse!” dedi. “Onca zaman tek başınıza hep siz konuştunuz. Böyle sohbet olmaz.”
Kurbağa, “Birinin dinlemesi gerekir,” diye karşılık verdi. “Ayrıca ben tüm konuşmaları kendim yapmayı severim. Hem zamandan kazandırır, hem münakaşaları önler.”
Roket, “Ama ben münakaşaları severim,” dedi.
Kurbağa kayıtsızca, “Bunu duyduğuma üzüldüm. Münakaşalar son derece kabadır; iyi bir cemiyetteki herkes hep aynı fikirleri paylaşmalıdır. Bana tekrar müsaade; uzakta kızlarımı görüyorum,” dedi ve yüzerek uzaklaştı.
Roket, “Siz çok sinir bozucu birisiniz,” dedi, “ve çok edepsiz. Benim gibi kendi hakkında konuşmak isteyen biri varken sizin gibi kendi hakkında konuşan kimselerden nefret ederim. Ben buna bencillik derim ve bencillik son derece menfur bir şeydir, özellikle de benim mizacımda biri için, çünkü ben iyi huylu yaradılışımla nam salmışımdır. Aslında siz beni örnek almalısınız, benden daha örnek birini bulmanız mümkün değil. Böyle bir fırsatı bulmuşken bundan yararlanmalısınız, Saraya dönmem an meselesi zira. Sarayda çok sevilirim. Hatta Prens’ le Prenses dün benim şerefime evlendiler. Fakat sizler taşralı olduğunuz için bu meseleleri bilmezsiniz elbet.”
İri kahverengi bir kamışın tepesine tüneyen bir Yusufçuk, “Ona seslenmenizin bir faydası yok,” dedi. “Hem de hiç yok, çünkü çoktan gitti.”
“Eh, bu onun kaybı, benim değil,” dedi Roket. “Sırf beni dinlemiyor diye konuşmaktan vazgeçecek değilim. Kendimi konuşurken dinlemeyi de severim ben; en büyük zevklerimden biridir. Sıkça kendi kendime uzun uzun konuşurum ve o kadar zekiyimdir ki, bazen söylediklerimin tek bir kelimesini bile anlamam.”
Yusufçuk, “Öyleyse mutlaka Felsefe dersi vermelisiniz,” dedi ve tül gibi nefis kanatlarını açtı, göğe ağarak uzaklaştı.
Roket, “Kalmaması ne büyük aptallık! Eminim aklını geliştirecek böyle bir fırsatı pek sık bulamıyordur. Fakat zerre kadar umurumda değil. Benim gibi bir dehanın kıymeti bir gün mutlaka anlaşılacaktır,” dedi ve çamura biraz daha battı.
Bir zaman sonra iri beyaz bir Ördek yüzerek yaklaştı. Sarı bacakları ve perdeli ayakları vardı ve paytak yürüyüşünden dolayı çok güzel olarak kabul ediliyordu.
“Vak, vak, vak,” dedi Ördek. “Ne tuhaf bir şekliniz var! Acaba sorabilir miyim, bu haliniz doğuştan mı, yoksa bir kaza mı geçirdiniz?”
Roket, “Taşradan hiç çıkmadığınız gün gibi aşikâr,” diye cevap verdi. “Aksi halde kim olduğumu bilirdiniz. Fakat cehaletinizi bağışlıyorum. Başkalarından benim kadar kayda değer olmalarını beklemek adil olmaz. Göğe uçup altın bir yağmur sağanağı halinde yere inebildiğimi söylersem şüphesiz şaşıracaksınız.”
Ördek, “Bundan ne çıkar ve kime ne faydası var, anlamıyorum,” dedi. “Fakat bir öküz gibi tarlayı çift sürebilseniz, bir at gibi araba çekebilseniz ya da bir çoban köpeği gibi koyunları güdebilseniz anlarım.”
Roket son derece kibirli bir ses tonuyla, “Sevgili Ördek,” dedi, “görüyorum ki, aşağı tabakalara aitsiniz. Benim mevkimdekilerin asla faydasına bakılmaz. Bizlerin bazı marifetleri vardır ve bu yeter de artar. Ben şahsen hiçbir türden işe sıcak bakmam, bilhassa da sizin tavsiye eder göründüğünüz işlere. Hatta ben daima, yapacak başka hiçbir şeyi olmayanların ağır işlere sığındıklarını düşünmüşümdür.”
Çok sakin bir yaradılışı olan ve kimseyle hiçbir zaman çekişmeyen Ördek, “Pekâlâ, pekâlâ,” dedi, “herkesin kendine göre bir zevki vardır. Her halükârda sizin de buraya yerleşmenizi umarım.”
“Ah Tanrım, hayır!” diye inledi Roket. “Ben yalnızca bir ziyaretçiyim, seçkin bir ziyaretçi. Doğrusu burayı epey sıkıcı buluyorum. Ne makbul bir cemiyet var, ne de yalnız kalabiliyorum. Hatta burası basbayağı varoş. Belki de Saray’a dönmeliyim, çünkü dünyada yankı uyandırmanın kaderimde olduğunu biliyorum.”
Ördek, “Bir zamanlar ben de cemiyet hayatına katılmayı düşünmüştüm,” dedi. “Islah edilmesi gereken çok şey var. Hatta vaktiyle bir toplantının reisliğini yapmıştım ve hoşumuza gitmeyen her şeyi kınayan kararlar geçirmiştik. Fakat pek bir sonuç alamadık. Bunun üzerine ben de evime çekildim ve bir aile kurdum.”
Roket, “Ben cemiyet hayatı için yaratılmışım,” dedi. “En aşağı ferdine kadar bütün akrabalarım da. Ne zaman boy göstersek büyük heyecan uyandırırız. Ben henüz bir gösteriye çıkmadım, ama çıktığım zaman muhteşem bir manzara olacak. Aile hayatına gelince, kişiyi hızla ihtiyarlatan ve aklı yüksek şeylerden alıkoyan bir şeydir.”
Ördek, “Ah, hayatın yüksek şeyleri ne hoştur! Bu da bana ne kadar acıktığımı hatırlatıyor,” dedi ve, “Vak, vak, vak,” diyerek suyun aktığı yönde uzaklaştı.
Roket, “Geri gel! Geri gel!” diye bağırdı. “Size söyleyecek daha çok şeyim var.” Fakat Ördek oralı olmayınca kendi kendine, “Gittiği iyi oldu,” dedi, “zaten orta sınıflar gibi düşündüğü belliydi.” Ve biraz daha çamura batıp dâhilerin yalnızlığını düşünmeye başladı ki, beyaz iş önlükleriyle iki küçük oğlan bir çaydanlık ve biraz çalı çırpıyla suyun kıyısından koşarak geldiler.
“Temsilciler heyeti bu olmalı,” dedi Roket ve vakur bir eda takınmaya çalıştı.
Oğlanlardan biri, “Şuna bak! Şu yaşlı sopaya! Acaba buraya nasıl gelmiş?” diye bağırdı ve Roket’i hendekten çıkardı.
Roket, “YAŞLI Sopa mı?” dedi. “İmkânsız! ŞANLI Sopa demiş olmalı. Şanlı Sopa çok daha övgü dolu. Demek beni Saray eşrafından biriyle karıştırıyor!”
Öbür oğlan, “Hadi ateşe atalım!” dedi. “Su daha çabuk kaynar.”
Çalı çırpıyı bir araya yığdı ve en üste de Roket’i koyup bir ateş yaktılar.
Roket, “Harika,” diye feryat etti, “herkes görebilsin diye beni gündüz gözüyle ateşleyecekler.”
Oğlanlarsa, “Hadi yatıp uyuyalım, uyanana kadar su ancak kaynar,” diyerek çimenlere uzandılar ve gözlerini kapadılar.
Roket çok nemli olduğundan yanması epey zaman aldı. Fakat sonunda alev almasını bildi.
“İşte gidiyorum!” diye haykırarak kendini iyice düzeltip kastı. “Yıldızlardan çok yükseğe, aydan çok yükseğe, güneşten çok yükseğe çıksam. Hatta o kadar yükseğe ki…”
Fısst! Fısst! Fısst! dedi ve doğruca havaya kalktı.
“Mükemmel!” diye haykırdı. “Sonsuza kadar böyle gideceğim. Başarı diye buna derim!”
Fakat kimse onu görmüyordu.
Sonra iç gıdıklayıcı, tuhaf bir his kapladı her yerini.
“İşte, patlamak üzereyim,” diye haykırdı. “Tüm dünyayı ateşe vereceğim ve öyle bir gürültü çıkaracağım ki, bir yıl boyunca kimse başka bir şeyden söz etmeyecek.” Gerçekten patladı da. Barut, Bam! Bam! Bam! diye sesler çıkardı. Ona da şüphe yok.
Gelgelelim kimse, hatta derin uykuya daldıkları için şu küçük oğlanlar bile onu fark etmedi.
Ondan geriye yalnızca çubuğu kaldı ve o da, hendeğin kenarında yürüyüşe çıkan bir Kaz’ın sırtına indi.
Kaz, “Üstüme iyilik sağlık! Gökten sopa yağıyor,” diye bir çığlık atarak kendini suya bıraktı.
Roket son bir nefesle, “Büyük bir heyecan uyandıracağımı biliyordum,” dedi ve söndü.

Mr. W.H.nin Portresi

MR. W.H.NİN PORTRESİ
Erskine’le onun Birdcage Walk Caddesi’ndeki[7 - St. James Parkı’nın güneyinde, saygın Londralıların itibar ettiği bir cadde. Wilde’ın yapıtlarındaki kişilerin çoğu da bu sokaktaki evlerde yaşar. (Ç.N.)] şirin küçük evinde yemek yedikten sonra kütüphanede kahve ve sigara içerek oturuyorduk ki, edebiyatta sahtecilikten söz açıldı. Bu ilginç konuya nasıl geldiğimizi şu an hatırlayamıyorum, ama Macpherson, Ireland ve Chatterton[8 - Edebî sahtecilik yapan üç kişi. James Macpherson (1736–1796), Ossian adında hayalî bir İrlandalıya atfettiği destansı şiirler bulduğunu ve onları güya çevirdiğini açıklamıştı. William Henry Ireland (1777–1835) ve Thomas Chatterton da (1752–1770) sırasıyla sahte Shakespeare ve Ortaçağ elyazmaları düzmüştü. (Ç.N.)] hakkında uzun uzun tartıştığımızı ve o isimlerden sonuncusu hakkında ısrarla, onun sözde sahteciliklerinin kusursuz bir sunuma dair sanatkârane bir arzudan ileri geldiğini; eserini nasıl sunmayı tercih ettiğiyle ilgili olarak bir sanatçıyı kınamaya hakkımız olmadığını; her Sanat’ın bir ölçüde rol yapmayı gerektirdiğini, gerçek hayatın ket vuran tesadüf ve sınırlamalarından uzak olarak insanın kendi şahsiyetini hayalî bir zeminde gerçekleştirme gayreti olduğunu, o yüzden de bir sanatçıyı sahtecilikle suçlamanın etik bir problemi estetik bir problemle karıştırmak olduğunu söylediğimi iyi biliyorum.
Benden epey büyük olan ve kırk yaşına gelmiş bir adamın mizahi saygısıyla beni dinleyen Erskine birdenbire elini omzuma koydu ve, “Diyelim ki bir gencin bir sanat eseri hakkında garip fikirleri var, bu fikirlere inanıyor ve ispatlamak için sahteciliğe başvuruyor. Buna ne dersin?” diye sordu.
“Ama bu bambaşka bir şey!” dedim.
Erskine sigarasından ince boz çizgiler halinde yükselen dumana bakarak birkaç saniye sessiz kaldı. Bir duraklamanın ardından, “Evet, bambaşka,” dedi.
Sesinde merakımı uyandıran bir şey, bir sitemin küçük bir tınısı vardı belki. “Bunu yapan birini tanıyor musun yoksa?” diye heyecanla sordum.
Sigarasını ateşe atarak, “Evet,” diye cevapladı, “çok sevdiğim bir arkadaşım, Cyril Graham. Çok hayranlık uyandırıcı, çok budala ve çok kalpsiz biriydi. Ama bana hayatımdaki tek miras ondan kaldı.”
“Nedir o?” diye sordum. Erskine koltuğundan kalktı ve iki pencerenin arasındaki yüksek gömme dolaba gidip kilidini açtıktan sonra, elinde Elizabeth dönemine ait eski ve biraz solmuş bir çerçeve içinde, ahşap pano üstüne küçük bir resimle yanıma geri geldi.
Bir masanın başında duran ve sağ elini açık bir kitaba yaslayan on altıncı yüzyıl giysisi içindeki bir gence ait tam boy bir portreydi bu. Oğlan aşağı yukarı on yedi yaşında gösteriyordu ve olağanüstü bir güzelliği olmakla beraber bariz bir kadınsılığa sahipti. O kadar ki, giyimi ve kısacık kesilmiş saçları olmasa hülyalı mahzun gözleri ve narin kırmızı dudaklarıyla o yüzü bir kıza ait sanabilirdiniz. Üslup ve özellikle de ellerin işlenişi bakımından tablo François Clouet’nin[9 - 1520–1572 yılları arasında yaşamış seçkin bir Fransız saray portrecisi. (Ç.N.)] geç dönem eserlerini hatırlatıyordu. Nefis yaldız benekli siyah kadife yeleği ve resmin o yeleği hoş bir biçimde öne çıkaran, aydınlık bir renk değeri kazandıran tavuskuşu mavisi fonu tam Clouet üslubundaydı. Ayrıca mermer kaideden biraz resmî bir edayla sarkan iki Tragedya ve Komedya maskesinde, büyük Flaman ustanın Fransız Sarayı’nda bile hiçbir vakit tamamen yitirmediği ve kuzeylilerin mizacını şaşmadan yansıtan, İtalyanların akıcı zarafetinden çok farklı, haşin fırça darbeleri seçiliyordu.
“Büyüleyici bir tablo!” dedim. “Ama güzelliği ne mutlu ki Sanat yoluyla bize kadar ulaşan bu alımlı genç adam kim?”
Üzgün bir gülümsemeyle, “Bu Mr. W.H.nin portresi,” dedi Erskine. Işığın tesadüfi bir etkisi olabilir, ama sanki bana gözleri yaşlarla ışıl ışıl gibi gelmişti.
“Mr. W.H. mi?” diye atıldım. “O da kim?”
“Hatırlamıyor musun? Elini yasladığı kitaba bak.”
“Orada bir şey yazılı olduğunu görüyorum, ama seçemiyorum,” dedim.
Aynı üzgün gülümseme hâlâ dudaklarında oynaşan Erskine, “Şu büyüteçle dene,” dedi.
Büyüteci aldım ve lambayı yaklaştırarak kargacık burgacık on altıncı yüzyıl yazısını okumaya başladım. “Bu aşağıdaki sonelerin yegâne müellifi olan…” “Yüce Tanrım!” diye bir çığlık attım. “Bu Shakespeare’in Mr. W.H.si mi?”
Erskine, “Cyril Graham öyle derdi,” diye mırıldandı.
“Ama bu Lord Pembroke’a[10 - Üçüncü Pembroke Kontu William Herbert (1580–1630) birçok şairin hamisiydi. Shakespeare eserlerinin birinci folyosu ona adandığı gibi birçok kimseye göre de sonelerdeki “Mr. W.H.” odur. (Ç.N.)] zerre kadar benzemiyor,” diye itiraz ettim. “Penhurst Malikânesi’ndeki portreleri çok iyi bilirim. Birkaç hafta önce yakınlarında kalmıştım.”
“Sonelerin Lord Pembroke’a adandığına gerçekten inanıyor musun?” diye sordu.
“Bundan eminim,” dedim. “Sonelerde geçen üç kişi Pembroke, Shakespeare ve Mrs. Mary Fitton’dur;[11 - Mary Fitton (1578–1647) I. Elizabeth’in baş nedimesi ve William Herbert’in metresiydi. 1886’da Thomas Tyler, sonelerdeki “Esmer Kadın”ın o olduğunu tespit etmiştir. (Ç.N.)] hiç şüphe yok.”
Erskine, “Sana katılıyorum,” dedi, “ama öyle düşünmediğim dönemler de oldu. Eskiden… eh, sanırım Cyril Graham ve onun fikirlerine katılıyordum.”
Daha şimdiden tuhaf bir şekilde büyüsüne kapılmaya başladığım nefis portreye bakarak, “Peki neymiş o?” diye sordum.
Tabloyu, o sıralar biraz ani olduğunu düşündüğüm bir şekilde elimden alan Erskine, “Uzun hikâye,” dedi, “çok uzun hikâye; ama istersen anlatabilirim.”
“Sonelerle ilgili her şey hoşuma gider,” diye atıldım. “Ama yeni bir açıklamayı benimseyeceğimi sanmam. Artık konunun kimse için bir esrarı kalmadı. Doğrusunu istersen, eskiden de bir esrarı olduğundan şüpheliyim.”
Erskine gülerek, “Bu açıklamaya ben de inanmıyorum ki senin fikrini değiştireyim,” dedi. “Ama yine de ilgini çekebilir.”
“Bana mutlaka anlatmalısın,” diye karşılık verdim. “Şu resmin yarısı kadar bile güzel olsa fazlasıyla tatmin olurum.”
Erskine bir sigara yakarak, “Madem öyle,” dedi, “sana Cyril Graham’ı anlatarak başlamalıyım. Eton’da okurken aynı evde kalıyorduk. Ben ondan bir-iki yaş büyüktüm, ama aramızdan su sızmaz, bütün derslerimizi birlikte yapar ve birlikte oyun oynardık. Tabii dersten çok daha fazla oyuna dalardık, ama bundan pişman olduğumu söyleyemem. Sağlam bir ticaret eğitimi almamış olmak her zaman bir avantajdır; ayrıca Eton’daki oyun sahalarında öğrendiklerim bana en az Cambridge’de öğretilenler kadar faydalı olmuştur. Cyril’in annesinin de babasının da hayatta olmadığını söylemeliyim. Wight Adası açıklarındaki korkunç bir yat kazasında boğulmuşlardı. Babası hariciyeciydi ve yaşlı Lord Crediton’un kızıyla, onun tek kızıyla evliydi; dolayısıyla kazadan sonra Lord Crediton, Cyril’in velisi oldu. Lord Crediton’un Cyril’e fazla değer verdiğini sanmıyorum. Unvansız bir adamla evlendiği için kızını gerçekte hiç affetmedi. İşportacılar gibi küfreden, huyu çiftçilere benzeyen garip, yaşlı bir aristokrattı. Bir keresinde onu okuldaki bir tören gününde gördüğümü hatırlıyorum. Bana homurdanmış, bir altın lira vermiş ve babam gibi ‘kahrolası bir Radikal’ olmamamı tembihlemişti. Cyril onu pek sevmez, tatillerinin çoğunu bizimle İskoçya’da geçirdiğine şükrederdi. Hiç geçinemezlerdi. Cyril onun bir ayı, o da Cyril’in kadınsı olduğunu düşünürdü. Sanırım bazı konularda sahiden kadınsıydı, ama aynı zamanda çok iyi bir binici ve büyük bir eskrimciydi. Eton’dan ayrılırken kılıcını bile yanına almıştı. Fakat tavırlarında çok baygın ve görünüşüne hayli düşkündü; futboldan fena halde nefret etmesi de cabası. Ona gerçekten zevk veren iki şey, şiir ve oyunculuktu. Eton’dayken takar takıştırır ve Shakespeare’i ezberden okurdu; Trinity’ye gittiğinin daha ilk döneminde üniversitedeki tiyatro topluluğuna girdi. Oyunculuğunu hep kıskandığımı hatırlıyorum. Ona akıldışı bir bağlılık hissediyordum; sanırım bazı konularda birbirimizden o kadar farklı olduğumuz için. Ben epeyce biçimsiz, zayıfça bir delikanlıydım ve kocaman ayaklarla dehşetli çillerim vardı. Gut hastalığı İngilizler için neyse çiller de İskoçların soyuna öyle işlemiştir. Cyril gutu tercih ettiğini söylerdi; ama dış görünüşe daima abesçe değer verirdi ve bir keresinde münazara topluluğumuzun huzurunda, iyi görünmenin iyi olmaktan daha evla olduğunu ispatlamak için bir savunma yapmıştı. Kesinlikle çok yakışıklıydı. Onu sevmeyenler, yani üniversite öğretmenleri güzellikten anlamayan cahiller ve din adamlığı için okuyan gençlerse onu sevimli bulduklarını söylemekle yetinirlerdi; halbuki yüzünde sade sevimlilikten çok daha fazlası vardı. Bence o gördüğüm en mükemmel yaratıktı ve hareketlerindeki zarafet, tavırlarındaki alım her şeyin üstündeydi. Hayran bırakmaya değenlerin hepsini, değmeyenlerin de birçoğunu kendine hayran bırakırdı. Çoğu zaman dikbaşlı ve fevriydi ve şahsen onun fena halde samimiyetsiz olduğunu düşünürdüm. Bunun da başlıca sebebi sanırım canının istediğini yapmak konusunda sınır tanımayan bir arzu beslemesiydi. Zavallı Cyril! Bir keresinde gereğinden ucuz zaferlere tenezzül ettiğini söylemiştim, ama o sadece gülmüştü. Korkunç derecede şımarıktı. Zannedersem tüm alımlı insanlar şımarık. Cazibelerinin sırrı da bu.
Fakat sana Cyril’in oyunculuğunu anlatmazsam olmaz. Üniversitenin tiyatro topluluğunda kadın oyunculara müsaade edilmediğini biliyorsundur. En azından benim zamanımda öyleydi. Şimdi nasıl bilmiyorum. Eh, tabii kız rolüne her zaman Cyril uygun görülüyordu ve Beğendiğiniz Gibi sahneleneceği zaman Rosalind’i o oynadı. Şahane bir iş çıkardı. Hatta Cyril Graham hayatımda gördüğüm yegâne kusursuz Rosalind’di. Oradaki güzelliği, letafeti, inceliği sana tarif etmemin imkânı yok. Oyun büyük bir heyecan uyandırdı ve o zamanki haliyle o berbat küçük tiyatro her akşam tıka basa doldu. Oyunu şimdi okuduğumda bile Cyril’i düşünmeden edemiyorum. Sanki onun için yazılmış. Ertesi dönem diplomasını aldı ve Hariciye sınavlarına hazırlanmak için Londra’ya geldi. Fakat hiç çalışmadı. Günlerini Shakespeare’in sonelerini okuyarak, akşamlarını da tiyatroda geçiriyordu. Tabii sahneye çıkmak için can atıyordu. Benim ve Lord Crediton’un engelleyebildiği bir şey varsa budur. Belki sahneye çıksaydı bugün hayatta olurdu. Öğüt vermek aptalca bir şey, ama bunda ısrar etmek tam bir felakettir. Öyle bir hataya asla düşmeyeceğini umarım. Çünkü düşersen buna pişman olursun.
Asıl hikâyeye gelirsek, bir gün Cyril’den, o akşam dairesine uğramamı isteyen bir not aldım. Piccadilly’de, Green Park’a yukarıdan bakan nefis bir evi vardı ve onu zaten her gün görmeye gittiğimden zahmet edip bana yazmasına bayağı şaşırmıştım. Tabii ki gittim; oraya vardığımda onu büyük bir heyecan içinde buldum. Bana Shakespeare’in sonelerindeki gerçek sırrı nihayet keşfettiğini; tüm uzman ve eleştirmenlerin başından beri tamamen yanlış yolda olduklarını; sadece sezgisel delillere dayanarak Mr. W.H.nin kim olduğunu ilk kendisinin bulduğunu anlattı. Sevinçle adeta kendinden geçmişti ve bana uzun süre bu konudaki görüşünü anlatmadı. Fakat sonunda bir deste not çıkardı, sonelerin bir nüshasını şömine rafından alıp oturdu ve konunun tamamı hakkında bana uzun bir konferans verdi.
Shakespeare’in acayip bir şekilde tutkuyla dolu olan bu şiirlerini yazdığı genç adamın kendi dram sanatının gelişiminde sahiden can alıcı bir etken olmuş olması gerektiğine, dolayısıyla onun ne Lord Pembroke, ne de Lord Southampton[12 - Üçüncü Southampton Kontu Henry Wriothesley (1573–1624). Pembroke gibi o da Shakespeare dahil, şairlerin hamisiydi ve yine Pembroke gibi Shakespeare’in birçok sonesine konu olduğu düşünülüyordu. (Ç.N.)] olabileceğine dikkat çekerek söze başladı. Gerçekten de o kişi her kimse, yüksek mevkide doğmuş biri olamazdı ve bunu Shakespeare’in kendini ‘büyük prenslerin gözdeleri’ ile kıyasladığı 25. Sone açıkça belli ediyordu. Orada Shakespeare büyük bir samimiyetle…
Yıldızların gözdesi olanlar övünsün
İkballe, iktidarla, alımlı unvanlarla;
Kader vermediyse de bana böyle bir zafer,
Mutluyum en saydığım beklenmedik şanlarla,[13 - Bu ve bundan sonraki tüm sonelerin, ithaf yazısı hariç, Türkçesi, Talât Sait Halman’ın Soneler çevirisinden alınmıştır. (Ç.N.)]
diyor ve soneyi, taptığı kişinin aşağı mevkiinden dolayı kendini kutlayarak bitiriyordu:
Ben sevdim, sevildim ya; hepten mutlu yaşarım;
Yoldan çıkartılamam, ne de yoldan şaşarım.
Bu sonenin, ikisi de İngiltere’de en yüksek mevkileri işgal eden ve ‘büyük prensler’ olarak anılmaya fazlasıyla layık olan Pembroke Kontu veya Southapmton Kontu’na yazılmış olması Cyril’e göre çok saçmaydı; bu fikrini desteklemek için de, bize aşkın ‘ikbalden rastgele doğmuş’ ve ‘başına bela’ kesilmiş olmadığı, onun ‘kader kısmet’in kaprislerinden uzak olduğunu anlatan Shakespeare’in 124. ve 125. Sonesi’ni okudu. Bu konuya daha önce hiç parmak basılmadığını düşündüğümden onu epeyce ilgiyle dinledim; fakat devamı daha da merak uyandırıcıydı ve bana öyle geliyordu ki, Pembroke iddiasını büsbütün ıskartaya çıkarıyordu. Meres’den[14 - Francis Meres (1565–1647), Chaucer’den kendi çağına kadar ulaşan bir İngiliz edebiyatı tarihi yazmıştır. (Ç.N.)] bildiğimize göre soneler 1598’den önce yazılmıştı ve 104. Sone de Shakespeare’in Mr. W.H.ye beslediği dostluğun üç yıllık bir geçmişi olduğunu anlatıyordu. Şimdi, 1580’de doğan Lord Pembroke on sekiz yaşına, yani 1598’e kadar Londra’ya gelmemişti; oysa Shakespeare’in onunla tanışıklığı 1594’te, yahut en geç 1595’te başlamış olmalıydı. Dolayısıyla Shakespeare onu ancak soneler yazıldıktan sonra tanımış olabilirdi.
Cyril ayrıca Pembroke’un babasının en erken 1601’ de öldüğüne dikkat çekiyordu; halbuki,
Babam var diyorsun ya; bırak, oğlun da desin,
dizesinden Mr. W.H.nin babasının 1598’de sağ olmadığı açıktı. O devirdeki herhangi bir yayıncının —üstelik önsöz yayıncının elinden çıkmaydı— Pembroke Kontu William Herbert’i Mr. W.H. olarak anmaya cüret etmesiyse bir başka saçmalık olurdu. Lord Buckhurst’ten Mr. Sackville[15 - Thomas Sackville (1536–1608), 1567’de Birinci Dorset Kontu olarak Baron Buckhurst adını almıştır. Robert Allott’un 1600’de yayınladığı antoloji England’s Parnassus’a katkıda bulunmuştur. (Ç.N.)] olarak söz edilmesiyse bununla pek kıyaslanamazdı, çünkü Lord Buckhurst bir lord değil, bir lordun resmî unvana sahip olmayan küçük oğluydu ve ondan bu şekilde söz eden England’s Parnassus’taki pasaj usule uygun ve resmî bir ithaf değil, adının basit bir şekilde anılmasından ibaretti. Ben yanında merak içinde otururken Cyril’in, hakkındaki iddiaları kolayca çürüttüğü Lord Pembroke’la ilgili bu kadar yeter. Lord Southampton’a gelince, o Cyril için daha da kolaydı. Southampton çok küçük bir yaşta Elizabeth Vernon’un[16 - İkinci Essex Kontu’nun kuzeni olan Elizabeth Vernon, Lord Southampton’un önce metresi, sonra karısı oldu. (Ç.N.)] âşığı olduğu için evlilik yakarışlarına ihtiyacı yoktu; Mr. W.H. gibi annesine de benzemiyordu:
Sen annenin aynası olmuşsun da o sende
Bulmuştur gençliğinin güzelim baharını.
Ve hepsinden önemlisi, adı Henry’ydi, halbuki cinaslı soneler (135 ve 143), Shakespeare’in arkadaşının kendisiyle aynı adı, yani Will adını taşıdığını gösteriyordu.
Talihsiz yorumcuların, Mr. W.H.nin bir basım hatası olduğu, doğrusunun Mr. William Shakespeare anlamında Mr. W. S. olması gerektiği; ‘Mr. W.H.ye’ ifadesinin doğru yazımının ‘Mr. W. Hall’ olması gerektiği;[17 - Sonelerin ithafına ait olan bu ifadenin İngilizce aslı “Mr. W.H. all” şeklindedir ve sondaki noktanın yanlışlıkla konmuş olması kastedilmektedir. (Ç.N.)] Mr. W.H.nin Mr. William Hathaway olduğu veya ‘Mr. W.H. ye’ ifadesindeki ‘ye’takısının yerine nokta gelmesi, böylece Mr. W.H.nin ithafın konusu değil, yazarı olması gerektiği yollu diğer iddialarına gelince, Cyril onların da çabucak üstesinden geldi. Gerekçelerini sıralamaya değmez, ama Mr. W.H.nin bizatihi ‘Mr. William Himself’[18 - (İng.) Mr. William’ın Kendisi, anlamında. (Ç.N.)] olduğunu ileri süren Barnstorff adında Alman bir yorumcudan bazı alıntıları —neyse ki Almanca aslından değildi— bana okuyunca gülme nöbetine tutulduğumu hatırlıyorum. Sonelerin Drayton ve Hereford’lu John Davies’in[19 - Michael Drayton (1563–1631) da Hereford’lu John Davies (1565–1618) de şairdiler. (Ç.N.)] eserlerini hedef alan hicivler olduğu fikrine de hiç pabuç bırakmadı. Benim için olduğu gibi onun için de soneler, Shakespeare’in yüreğindeki acılardan süzülüp dudaklarındaki balla tatlandırılmış şiirler olarak ciddi ve trajik bir öneme haizdi. Hele onların felsefi bir alegoriden ibaret oldukları ve Shakespeare’in onlarda kendi İdeal Benliği’ne, İdeal Erkekliği’ne, Güzelliğin Özü’ne, Akla, İlahî Söz’e veya Katolik Kilisesi’ne hitap ettiği fikrini hepten reddediyordu. Ona göre – ve fikrimce hepimiz böyle düşünmeliyiz— soneler biri için yazılmıştı; kişiliğiyle Shakespeare’in ruhunu her nasılsa dehşetli bir sevince ve ondan aşağı olmayan dehşetli bir ümitsizliğe boğmuş olan genç bir adam için.
Bu yolla, tabiri caizse, önünü açan Cyril benden kafamda konuyla ilgili tüm önyargılarımdan sıyrılmamı ve kendi açıklamasını hakkaniyetle ve tarafsızca dinlememi istedi. Dikkat çektiği nokta şuydu: Soy ya da yaradılış bakımından asil olmamasına rağmen Shakespeare’in ibadete varan büyük bir tutkuyla yazdığı; şairin tuhaf hayranlığı karşısında bizi merakta bırakan ve kalbindeki esrarın kilidini açacak anahtarı çevirmeye bile neredeyse korkutan o genç çağdaşı kimdi? Shakespeare’in sanatının temel taşı olacak kadar büyük bir maddi güzelliğe sahip olan; bizatihi Shakespeare’e ilham kaynağı olan; onun rüyalarının ete kemiğe bürünmüş hali olan bu insan kimdi? Onu bazı aşk şiirlerinin muhatabından ibaret görürsek o şiirlerin anlamını tamamen kaçırırdık: çünkü Shakespeare’in sonelerde sözünü ettiği sanat, kendisi için önemsiz ve mahrem bir konu olan sone sanatı değildir; ondan kastedilen şey daima oyun yazarının sanatıdır. Ve Shakespeare’in,
Ama benim sanatım, tüm varlığıyla sensin:
Beni kara cahilden bilgiye yükseltensin,
diye hitap ettiği,
Gireceksin her ağza, her soluğa, her dile,
diye ölümsüzlük vaat ettiği kişi şüphesiz ki uğruna Viola’yla Imogen’i, Juliet’le Rosalind’i, Portia’yla Desdemona’yı, hatta Kleopatra’yı yarattığı genç aktörden başkası değildi. Cyril Graham’ın sadece sonelere dayanarak geliştirdiği ve ispatlanabilir delil veya açık tanıklıklardan çok bir tür manevi ve sanatkârane sezgiye dayandırdığı, şiirlerin gerçek anlamına ancak böyle varılabileceğini iddia ettiği açıklaması buydu. Bana şu güzel soneyi okuduğunu…
Çeker mi benim Esin Perim konu kıtlığı
Sen şiirime sebil ettikçe soluğunu,
Yanında kaba kâğıt kalemin kof kaldığı
Hoş varlığın oldukça bana en tatlı konu?
Ah, tüm teşekkürleri, övgüyü kendine sun;
Varsa, al, yazdığımda değerli gördüğünü.
Sen yaratıcılığa ışıklar saçıyorsun,
Sanki kim dilsiz kalıp yazamaz ki övgünü.
Sen onuncu Peri ol, kötü ozana gelen
Yaşlı dokuz Peri’den on kat yüksek değerin;
Gür esinlerle dolu Peri’dir sana gelen:
Bugünü aşan sonsuz dizeleri getirsin,
…ve bunun kendi görüşünü nasıl tamamıyla desteklediğine dikkat çektiğini hatırlıyorum. Gerçekten de bütün sonelerin üstünden itinayla geçmiş ve önceleri muğlak, fena veya mübalağalı görünen şeylerin, izah ettiği yeni anlamlar ışığında, açıklığa ve mantığa kavuşup yüksek sanat değeri kazandığını, oyuncunun sanatıyla oyun yazarının sanatı arasındaki gerçek ilişki hakkında Shakespeare’in anlayışını ortaya koyduğunu göstermiş veya gösterdiğini zannetmişti.
Shakespeare’in yanında büyük bir güzelliğe sahip genç ve olağanüstü bir aktörün olması gerektiği, asil kadın kahramanlarının temsilini onlara emanet ettiği elbette su götürmezdi; çünkü Shakespeare yaratıcı bir şair olmanın yanında akıllı bir tiyatro idarecisiydi ve Cyril Graham o genç aktörün gerçekte kim olduğunu keşfetmişti. Adı Will’di ya da Shakespeare’in tercih ettiği haliyle, Willie Hughes. Cyril, o adı, cinaslı soneler 138 ve 143’te buldu elbet; soyadı da ona göre 20. Sone’nin sekizinci dizesinde Mr. W.H.nin,
Erkeklerin en hoşu, en hoş şeyler onundur,
diye tasvir edildiği dizede saklıydı.
Sonelerin ilk basımında, ‘en hoş şeyler’deki ‘Hoş’[20 - İngilizce aslı, Hughes adıyla sesteş olan Hews. (Ç.N.)] büyük harfle ve italik olarak yazılmıştır ve bu, ona göre bir söz oyununun varlığını açıkça gösteriyor, sonelerde use ve usury[21 - (İng.) Hughes adıyla ses benzerliğini belirtmek için aslı korunan sözcükler, fayda ve faiz anlamındadır. (Ç.N.)] gibi ses benzerliği olan kelimelerle yapılan ilginç cinaslar da fikirlerini epey destekliyordu. Ben tabii derhal ona inandım ve gözümde Willie Hughes, Shakespeare’in kendisi kadar gerçek bir kimliğe büründü. Bu görüşe tek itirazım, Willie Hughes adının birinci folyoda, Shakespeare’in kumpanyasına ait oyuncular listesinde olmamasıydı. Fakat Cyril, o adın listede olmamasının aslında kendi görüşünü desteklediğine dikkat çekiyordu; ona göre 86. Sone, Willie Hughes’un rakip bir tiyatroda, belki de Chapman’ın[22 - Oyun yazarı George Chapman (?1559–1634). (Ç.N.)] bazı oyunlarında oynamak için Shakespeare’in kumpanyasını bıraktığını gösteriyordu. Chapman hakkındaki büyük sone de bununla bağlantılı olarak Willie Hughes’a,
Gel gör ki cömert yüzün gülmüş öbür ozana,
Güçsüz kalmış şiirim, konu kalmamış bana,
diye hitap ediyordu. ‘Cömert yüzün gülmüş öbür ozana,’ ifadesi genç oyuncunun güzelliğinin Chapman’a ait dizelere hayat ve gerçeklik kattığına, onlara cazibe kazandırdığına işaret ediyordu. Nitekim aynı fikir 79. Sone’de,
Eskiden senden yardım dileyen bir bendim de,
Güzel varlığın yalnız benim şiirlerimdeydi;
Artık yıkım başladı ince dizelerimde,
Hasta perim yer verdi başkalarına şimdi,
ve Shakespeare’in,
Eline kalem alan, bana özendi artık,[23 - Şiirin İngilizcesinde dizenin son sözcüğü, use. (Ç.N.)]
Şiirler saçtı senin kanadının altında,
dediği ondan bir önceki sonede de dile getiriliyordu. Tabii burada malum söz oyunu (use = Hughes) hemen göze çarpıyor ve ‘Şiirler saçtı senin kanadının altında,’ ifadesi, ‘Oyuncu olarak senin yardımınla oyunlarını insanlara sunuyor,’ anlamı taşıyordu.
Neredeyse sabaha kadar soneleri tekrar tekrar okuduğumuz harika bir akşamdı. Fakat bir zaman sonra, bu fikri kusursuz bir halde dünyaya sunmadan önce Willie Hughes adındaki bu genç oyuncunun varlığı hakkında bazı somut deliller bulmanın gerekli olduğunu görmeye başladım. Bunu kesinleştirebilirsek onun Mr. W.H. ile aynı kişi olduğu artık şüphe götürmezdi; aksi halde her şey suya düşerdi. Düşüncemi kararlı bir şekilde açtığım Cyril cahilce bulduğu yaklaşımıma epey bozuldu, hatta basbayağı sinirlendi. Fakat ben yine de her şeyi şüpheden uzak bir şekilde ortaya koyana kadar bu keşfini açıklamamasının kendi yararına olacağı konusunda ondan söz aldım. Ve haftalar boyu Londra’nın merkezindeki kilise kayıtlarını, Dulwich Üniversitesi’ndeki Alleyn yazmalarını[24 - Elizabeth döneminin ünlü oyuncularından Edward Alleyn’in (1566–1626) günlüğü. (Ç.N.)], Sicil Dairesi’ni ve Başmabeyinci’nin evraklarını, açıkçası, Willie Hughes’a işaret edebileceğini düşündüğümüz her şeyi araştırdık. Tabii hiçbir şey bulamayınca Willie Hughes’un varlığı benim için günden güne daha da bulanıklaştı. Cyril feci bir durumdaydı ve inanmam için bana yalvararak her gün konuyu baştan sona tekrar açıklıyordu. Fakat fikirlerindeki açığı görmüştüm; bütün şüphe ve itirazların ötesinde ispatlanana kadar Willie Hughes’un, Elizabeth devrinde yaşamış şu genç erkek oyuncunun varlığına inanmayı reddediyordum.
Cyril dedesinin yanında kalmak için bir gün şehirden ayrıldı; daha doğrusu ben öyle sanıyordum, ama öyle olmadığını sonra Lord Crediton’dan öğrendim. İki hafta kadar geçtikten sonra Cyril’den bir telgraf aldım. Telgraf Warwick’ten gönderilmişti ve benden akşam saat sekizde mutlaka gelip onunla yemek yememi istiyordu. Gittiğimde bana, ‘İspatı hak etmeyen tek aziz, Tommaso’ydu, ama yine de istediğini bir tek o aldı,’ dedi. Ona ne demek istediğini sordum. Bana, XVI. yüzyılda Willie Hughes adında genç bir erkek oyuncunun varlığını kesinleştirmekle kalmadığını, sonelerdeki Mr. W.H.nin o olduğunu en kesin delillerle de ispatladığını söyledi. O an bana daha fazlasını anlatmadı, ama yemeğin ardından sana sözünü ettiğim resmi ciddiyetle çıkardı ve onu tam bir tesadüf eseri olarak, Warwickshire’daki bir çiftlik evinden satın aldığı eski bir sandığın bir yanına çivilenmiş olarak bulduğunu açıkladı. Elizabeth devrindeki işçiliğin güzel bir örneği olan ve ön yüzünün ortasında W.H. baş harfleri açıkça görülen sandığı Cyril tabii ki yanında getirmişti. Dikkatini zaten o baş harfleri çekmiş. Bana anlattığına göre ancak sandığa sahip olduktan birkaç gün sonra onun içini iyice incelemeyi akıl etmiş. O sabah sandığın bir yanının öbür yanından daha kalın olduğu dikkatini çekmiş ve yakından bakınca ahşap pano üstüne çerçeveli bir resmin oraya tutturulduğunu görmüş. Çıkarınca bakmış ki, şimdi kanepede duran resim. Kir içindeymiş, küfle kaplıymış; ama temizlemeyi başarınca, arayıp durduğu şeyin ta kendisini tesadüfen bulduğunu büyük bir sevinçle fark etmiş. İşte, sonelerin ithaf sayfasına elini dayayan Mr. W.H.nin gerçek portresine bakıyormuş ve çerçevede, solmuş yaldızlı bir zemin üstüne siyah yuvarlak majüskül harflerle genç delikanlının adı, ‘Üstat Will. Hews’ olarak belli belirsiz seçilebiliyormuş.
Eh, daha ne diyebilirdim? Cyril Graham’ın beni aldatıyor olabileceği veya iddiasını sahtecilik yoluyla ispatlamaya çalışabileceği hiç aklıma gelmedi.”
“Ama resim sahteydi, öyle mi?” diye sordum.
Erskine, “Elbette sahteydi,” dedi. “Nefis bir işçiliği vardı, ama sonuçta sahteydi. O sıralar Cyril’in tavrını fazlaca soğukkanlı bulmuştum; ama kendi hesabına böyle bir delile ihtiyaç duymadığını, o olmadan da Willie Hughes’un kimliğine tam bir kanaat getirdiğini bana bir değil, birkaç defa söylediğini iyi hatırlıyorum. Ben de ona gülüyor, o delil olmadan fikirlerinin geçerliliğini yitireceğini söyleyerek bu muhteşem keşiften ötürü onu candan kutluyordum. Sonra resmin gravürünü veya kopyasını yapmak gerektiğini düşündük ve onu, Cyril’in hazırladığı soneler baskısının kapağına koyduk. Üç ay boyunca yemedik içmedik, metin ve anlamlardaki tüm güçlüklerin üstesinden gelene kadar her şiirin satır satır üstünden geçtik. Sonra, Holborn’daki bir gravürcüye uğradığım talihsiz bir gün, tezgâhın üstünde gümüş uçlu kalemle yapılmış son derece güzel çizimler gördüm. Bana o kadar nefis geldiler ki, onları hemen satın aldım ve Rawling adındaki dükkân sahibi, çok zeki olmakla beraber meteliğe kurşun atan Edward Merton diye genç bir ressamın onları yaptığını açıkladı. Merton’un adresini aldım ve birkaç gün sonra onu görmeye gittiğimde, karşımda solgun, ilginç bir genç adam ve gayet sıradan görünüşlü, sonradan ona modellik yaptığını öğrendiğim karısını buldum. Merton’a çizimlerini ne kadar beğendiğimi açıklayınca çok memnun oldu, ben de başka çalışmalarını gösterip gösteremeyeceğini sordum. Gerçekten hepsi de çok nefis olan ve adamın elindeki büyük hassasiyeti ve zevki belli eden çalışmalarını gözden geçirirken, birdenbire Mr. W.H.nin resmine ait bir çizimi fark ettim. Hiç şüphem yoktu. Resmin neredeyse bire bir kopyasıydı ve aradaki tek fark, Tragedya ve Komedya maskelerinin mermer masadan sarkmak yerine gencin ayaklarının dibinde olmasıydı. ‘Bunu da nereden buldunuz?’ diye sordum. Epeyce şaşırarak, ‘… Bu mu? Önemli bir şey değil. Burada olduğunu bile bilmiyordum. Herhangi bir kıymeti yok,’ dedi. Karısı, ‘Mr. Cyril Graham’a yaptığın şey değil mi o?’ diye seslendi. ‘Beyefendi almak istiyorsa bırak alsın.’ ‘Mr. Cyril Graham mı?’ diye sordum. ‘Mr. W.H.nin resmini siz mi yaptınız?’ Kıpkırmızı kesilerek, ‘Ne demek istediğinizi anlamıyorum,’ diye karşılık verdi. Nasıl diyeyim? Her şey çok korkunçtu. Karısı ne varsa hepsini ortaya döktü. Çıkarken ona beş pound bıraktım. Şimdi bile düşünmeye dayanamıyorum; ama o zaman tabii öfkeden deliye dönmüştüm. Hiç gecikmeden Cyril’in evine gittim, yüzünde mide bulandırıcı yalan bir bakışla gelene kadar onu üç saat bekledim ve yaptığı sahteciliği öğrendiğimi açıkladım. Beti benzi atarak, ‘… Sırf senin için yaptım. Başka türlü ikna olmayacaktın. Fikirlerimin doğruluğunu etkilemez bu,’ dedi. ‘Fikirlerinin doğruluğu mu?’ diye bağırdım. ‘İyisi mi bunu hiç açmayalım. O fikirlere kendin bile inanmıyordun. Yoksa ispatlamak için ne diye sahtecilik yapasın?’ Ağzımızı açıp gözümüzü yumduk; korkunç bir münakaşaydı. Zannedersem abartılı tepki verdim. Ertesi sabah ölüsü bulundu.”
“Ölüsü mü?” diye haykırdım.
“Evet. Tabancayla kendini vurmuş. Kanı resmin çerçevesine de sıçramış, tam Hughes’un adının yazılı olduğu yere. Uşağı derhal bana haber verdi; oraya vardığımda polis gelmişti bile. Cyril büyük bir huzursuzluk ve ıstırapla yazıldığı belli olan bir mektup bırakmıştı bana.”
“Ne yazıyordu?” diye sordum.
“Willie Hughes’a kesinlikle inandığını; sahte resmi sırf benim için yaptırdığını ve bunun, fikirlerinin doğruluğuna hiçbir zarar vermediğini; bütün bunlara inancının ne kadar sağlam ve kusursuz olduğunu göstermek için sonelerin sırrına adanmak üzere hayatını feda edeceğini. Düşüncesizce, delice bir mektuptu işte. Willie Hughes gerçeğini bana emanet ederek; onu dünyaya tanıtmanın, Shakespeare’in kalbindeki sırrı açmanın artık bana kaldığını söyleyerek mektubunu bitirdiğini hatırlıyorum.”
“Ne kadar trajik bir hikâye,” dedim. “Peki vasiyetini neden yerine getirmedin?”
Erskine omuz silkti. “Çünkü fikirleri baştan sona çürük,” diye cevap verdi.
Yerimden kalkarak, “Sevgili Erskine,” dedim, “büyük bir yanlışın var. Shakespeare’in sonelerini açan tek gerçek anahtar bu değilse nedir? Cyril’in fikirleri bütün ayrıntılarına kadar eksiksiz görünüyor. Bence Willie Hughes gerçek.”
Erskine ciddiyetle, “Öyle deme,” dedi. “Bana kalırsa Cyril’in görüşünde onulmaz bir şeyler var, üstelik bilimsellikten de yoksun. Bütün konuyu derinine araştırdım ve seni temin ederim, Cyril’in fikirleri tamamen temelsiz. Bir yere kadar mantıklı görünüyor. Ama orada kalıyor. Canım kardeşim, ne olur bunun üstüne daha fazla gitme. Sonunda boş yere kalbin kırılır.”
“Erskine,” dedim, “bunu dünyaya duyurmak senin vazifen. Sen yapmazsan ben yaparım. Bunu saklayarak edebiyat şehitlerinin en genci ve en görkemlisi olan Cyril Graham’ın hatırasına haksızlık ediyorsun. Hakkını yememen için sana yalvarıyorum. O bunun uğruna öldü; ölümü boşa mı gitsin?”
Erskine bana hayretle baktı. “Hâlâ olayın etkisindesin,” dedi. “Unutuyorsun, ama birisi uğruna öldü diye bir şeyin doğru olması gerekmiyor. Cyril Graham’ı canım gibi severdim. Ölümü benim için korkunç bir felaket oldu. Yıllarca kendimi toparlayamadım. Hâlâ da tam olarak toparladığımı söyleyemem. Ama Willie Hughes? Willie Hughes boş bir fikir. Öyle biri hiç yaşamadı. Bu konuyu dünyanın dikkatine sunmaya gelince, dünya Cyril Graham’ın kendini kazara vurduğunu sanıyor. İntihar ettiğinin yegâne ispatı bana yazdığı mektuptu, ama ondan da kimsenin haberi olmadı. Lord Crediton hâlâ olayın bir kaza olduğuna inanıyor.”
“Cyril Graham hayatını büyük bir fikir uğruna feda etmiş,” diye karşılık verdim. “Onun şehadetini açıklamayacaksan bile hiç olmazsa inandığı şeyi açıkla.”
Erskine, “Onun inandığı şey bir yanlışa, temeli olmayan bir fikre, hiçbir Shakespeare bilgininin bir an bile kabul etmeyeceği bir düşünceye dayanıyordu,” dedi. “Buna ancak gülerler. Kendini gülünç duruma düşürme, sonu olmayan bir yola girme. İspatlanması gereken asıl şey bir insanın varlığıyken sen onun varlığını baştan kabul ederek işe başlıyorsun. Hem sonelerin Lord Pembroke’a hitap ettiğini herkes biliyor. Bu konu temelli olarak çözüldü.”
“Hiçbir şey çözülmüş değil!” diye atıldım. “Cyril Graham’ın fikirlerini onun bıraktığı yerden alacağım ve dünyaya onun haklı olduğunu ispat edeceğim.”
Erskine, “Budala çocuk!” dedi. “Evine dön, saat ikiyi geçiyor; bir daha da Willie Hughes’u aklına getirme. Keşke sana bunu hiç anlatmasaydım; kendim inanmadığım bir fikri sana aşıladığım için çok üzgünüm.”
“Bana çağdaş edebiyata ait en büyük sırrın anahtarını verdin,” dedim. “Artık en büyük çağdaş Shakespeare uzmanının Cyril Graham olduğuna seni ikna edene, hatta herkesi ikna edene kadar bana rahat yok.”
St. James Parkı’ndan eve doğru dönerken Londra semalarında şafak sökmeye başlıyordu. Beyaz kuğular aynayı andıran gölette uyuyor, ıssız Saray mor bir renkle soluk yeşil göğe karşı yükseliyordu. Cyril Graham’ı düşününce gözlerime yaşlar hücum etti.
II
Uyandığımda saat on ikiyi geçiyordu ve güneş, puslu altın renginden eğik uzun huzmeler halinde perdelerden içeri süzülüyordu. Uşağıma, evde olduğumu kimseye söylememesini tembihledim; bir fincan sıcak çikolatayla bir petit pain’in[25 - (Fr.) Küçük yuvarlak ekmek. (Ç.N.)] ardından Shakespeare’in sonelerini raftan indirdim ve dikkatle gözden geçirmeye başladım. Her şiir Cyril Graham’ın görüşünü doğrular gibiydi. Sanki elimi Shakespeare’in kalbine dayamış, tutkunun her atışını, her vuruşunu tek tek sayabiliyordum. Her dizede genç oyuncunun güzelliğini düşünüyor, onun yüzünü görüyordum.
İki sonenin, 53. ve 67. Sonelerin beni özellikle çarptığını hatırlıyorum. Bunların ilkinde Shakespeare hünerli oyunculuğundan dolayı; Rosalind’den Juliet’e, Beatrice’ten Ophelia’ya kadar türlü rolleri üstlenebilmesinden dolayı Willie Hughes’a iltifat ederken,
Sen neden yapılmışsın, varlığının özü ne?
Sayısız garip gölge, el pençe divan sana.
Herkes tek bir kez yansır, herkeste tek bir gölge;
Tek olan senden düşer her gölge dört bir yana,

Bu dizeler ancak bir oyuncuya hitap ediyorsa mantıklıdır, çünkü Shakespeare’in yaşadığı çağda “gölge” kelimesi sahneyle bağlantılı bir anlam taşıyordu. Nitekim Bir Yaz Gecesi Rüyası’nda Theseus, oyuncular için, “Bunların en iyisi gölgedir, gölge,”[26 - Nureddin Sevin’in çevirisinden. Hilmi Kitabevi, 1936, İstanbul. (Ç.N.)] der ve zaten o devrin edebiyatında da buna benzer birçok gönderme vardır. Dolayısıyla bu soneler belli ki aktörlük sanatının, mükemmel bir sahne oyuncusu olmak için gerekli olan şu garip ve nadir mizacın doğasını ele alan şiirler dizisine aitti. Shakespeare, “Bu kadar çok kişiliğin nasıl olabiliyor?” diye sorar Willie Hughes’a; ardından, hülyaların her şekil ve evresini gerçekleştirecek, yaratıcı hayal gücünün her düşlediğini var edecek bir güzelliğe sahip olduğunu söyler. Bu fikir hemen müteakip sonede de daha açıklığa kavuşturulur ve Shakespeare,
Ah, güzellik nasıl da doğruluğun kattığı
Canım süslerle kat kat güzelliğe bürünür,
ile başlayan zarif düşünceli dizelerle bizi oyunculuğun hakikatiyle, sahnede görünür bir temsil yapmanın hakikatiyle şiir mucizesinin nasıl perçinlendiğini, onun hoşluğuna nasıl can ve ideal biçimine nasıl gerçeklik katıldığını anlamaya davet eder. Halbuki 67. Sone, Willie Hughes’u yapmacıklığıyla, hayatı yanlış yansıtan boyalı yüzleri ve gerçekdışı kostümleriyle, ahlaksız etki ve imalarıyla, asil davranış ve samimi sözlerin doğru dünyasından uzaklığıyla sahneden uzaklaşmaya çağırır.
Ah, neden yaşar sanki sevgilim illetlerle?
Varlığıyla şenlenir imansızlar bölüğü…
Günahın ekmeğine neden yağ sürer böyle
Süsleyip püsleyerek kol gezen kötülüğü?
Niçin sahte boyalar yüzünü taklit eder,
Canlı renginden ölü görüntüler aşırır
Ve zavallı güzellik zar zor peşinden gider
Yapma güllerin – oysa tek gerçek gül ondadır?
Sanatkâr olarak mükemmeliyetini ve insan olarak özünü oyun yazarlığı ve oyunculuğun ideal zemininde gerçekleştirmiş olan Shakespeare gibi büyük bir tiyatro adamının temsil dünyası hakkında böyle şeyler söylemesi tuhaf gelebilir. Fakat unutmamalıyız ki, 110. ve 111. Sone’de onun kuklalar dünyasından bezdiğini, “ele güne soytarılık” yapmaktan utanç içinde olduğunu gösterir. Hele 111. Sone daha buruktur:
N’olur hatırım için, şu Talih’i azarla:

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «ЛитРес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/pages/biblio_book/?art=69479566) на ЛитРес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes
Примечания

1
Carlos Blacker (1859–1928) daha çok İngiltere dışında, özellikle Paris’te yaşayan ve Wilde’ın kendisini ilk olarak oradaki gezilerinde tanıdığı bir İngiliz. (Ç.N.)

2
Prusya Kralı Büyük Friedrich’in Potsdam kentindeki büyük sarayı. (Ç.N.)

3
Bugün Uganda olan topraklardaki bir dağ sırası. (Ç.N.)

4
Yunan mitolojisinde bir dağ nympha’sı (su perisi) ya da Oreas. Tanrıça Hera tarafından cezalandırılarak konuşma yetisi elinden alınmıştı fakat başkalarının konuşmalarındaki son sözcükleri yineleyebiliyordu. (Ç.N.)

5
Havai fişek sanatı. (Ç.N.)

6
Kuzey ışığı. Kuzey Kutbu’na yakın bölgelerde, dünyanın manyetik alanıyla güneşten gelen yüklü parçacıkların etkileşimi sonucu oluşan bir ışık olayı. (Ç.N.)

7
St. James Parkı’nın güneyinde, saygın Londralıların itibar ettiği bir cadde. Wilde’ın yapıtlarındaki kişilerin çoğu da bu sokaktaki evlerde yaşar. (Ç.N.)

8
Edebî sahtecilik yapan üç kişi. James Macpherson (1736–1796), Ossian adında hayalî bir İrlandalıya atfettiği destansı şiirler bulduğunu ve onları güya çevirdiğini açıklamıştı. William Henry Ireland (1777–1835) ve Thomas Chatterton da (1752–1770) sırasıyla sahte Shakespeare ve Ortaçağ elyazmaları düzmüştü. (Ç.N.)

9
1520–1572 yılları arasında yaşamış seçkin bir Fransız saray portrecisi. (Ç.N.)

10
Üçüncü Pembroke Kontu William Herbert (1580–1630) birçok şairin hamisiydi. Shakespeare eserlerinin birinci folyosu ona adandığı gibi birçok kimseye göre de sonelerdeki “Mr. W.H.” odur. (Ç.N.)

11
Mary Fitton (1578–1647) I. Elizabeth’in baş nedimesi ve William Herbert’in metresiydi. 1886’da Thomas Tyler, sonelerdeki “Esmer Kadın”ın o olduğunu tespit etmiştir. (Ç.N.)

12
Üçüncü Southampton Kontu Henry Wriothesley (1573–1624). Pembroke gibi o da Shakespeare dahil, şairlerin hamisiydi ve yine Pembroke gibi Shakespeare’in birçok sonesine konu olduğu düşünülüyordu. (Ç.N.)

13
Bu ve bundan sonraki tüm sonelerin, ithaf yazısı hariç, Türkçesi, Talât Sait Halman’ın Soneler çevirisinden alınmıştır. (Ç.N.)

14
Francis Meres (1565–1647), Chaucer’den kendi çağına kadar ulaşan bir İngiliz edebiyatı tarihi yazmıştır. (Ç.N.)

15
Thomas Sackville (1536–1608), 1567’de Birinci Dorset Kontu olarak Baron Buckhurst adını almıştır. Robert Allott’un 1600’de yayınladığı antoloji England’s Parnassus’a katkıda bulunmuştur. (Ç.N.)

16
İkinci Essex Kontu’nun kuzeni olan Elizabeth Vernon, Lord Southampton’un önce metresi, sonra karısı oldu. (Ç.N.)

17
Sonelerin ithafına ait olan bu ifadenin İngilizce aslı “Mr. W.H. all” şeklindedir ve sondaki noktanın yanlışlıkla konmuş olması kastedilmektedir. (Ç.N.)

18
(İng.) Mr. William’ın Kendisi, anlamında. (Ç.N.)

19
Michael Drayton (1563–1631) da Hereford’lu John Davies (1565–1618) de şairdiler. (Ç.N.)

20
İngilizce aslı, Hughes adıyla sesteş olan Hews. (Ç.N.)

21
(İng.) Hughes adıyla ses benzerliğini belirtmek için aslı korunan sözcükler, fayda ve faiz anlamındadır. (Ç.N.)

22
Oyun yazarı George Chapman (?1559–1634). (Ç.N.)

23
Şiirin İngilizcesinde dizenin son sözcüğü, use. (Ç.N.)

24
Elizabeth döneminin ünlü oyuncularından Edward Alleyn’in (1566–1626) günlüğü. (Ç.N.)

25
(Fr.) Küçük yuvarlak ekmek. (Ç.N.)

26
Nureddin Sevin’in çevirisinden. Hilmi Kitabevi, 1936, İstanbul. (Ç.N.)