Читать онлайн книгу «Yalan» автора Yücel Tahsin

Yalan
Yücel Tahsin

© 2002, Can Sanat Yayınları Ltd. Şti.
Tüm hakları saklıdır. Tanıtım için yapılacak kısa alıntılar dışında yayıncının

yazılı izni olmaksızın hiçbir yolla çoğaltılamaz.

1. basım: 2002
12. basım: Mayıs 2015, İstanbul
E-kitap 1. sürüm Eylül 2015, İstanbul
Mayıs 2015 tarihli 12. basım esas alınarak hazırlanmıştır.

Yayına hazırlayan: Faruk Duman

Kapak tasarımı: Ayşe Çelem Design
ISBN 978-975-07-1764-2

CAN SANAT YAYINLARI
YAPIM, DAĞITIM, TİCARET VE SANAYİ LTD. ŞTİ.
Hayriye Caddesi No: 2, 34430 Galatasaray, İstanbul
Telefon: (0212) 252 56 75 / 252 59 88 / 252 59 89 Faks: (0212) 252 72 33
www.canyayinlari.com (http://www.canyayinlari.com)
yayinevi@canyayinlari.com

T
AHSİN
Y
ÜCEL
YALAN

ROMAN

2003 ÖMER ASIM AKSOY ROMAN ÖDÜLÜ

2003 YUNUS NADİ ROMAN ÖDÜLÜ






Tahsin Yücel’in Can Yayınları’ndaki diğer kitapları:
Aykırı Öyküler, 1989
Haney Yaşamalı, 1991
Peygamberin Son Beş Günü, 1992
Bıyık Söylencesi, 1995
Vatandaş, 1996
Ben ve Öteki, 1998
Komşular, 1999
Kumru ile Kumru, 2005
Mutfak Çıkmazı, 2005
Yapısalcılık, 2005
Yazın, Gene Yazın, 2005
Göstergeler, 2006
Gökdelen, 2006
Dil Devrimi ve Sonuçları, 2007
Golyan Devrimi, 2008
Yazın ve Yaşam, 2008
Sonuncu, 2010
Gün Ne Günü?, 2010
Kimim Ben?, 2011
Kendine Doğru Yolculuk, 2012

TAHSİN YÜCEL, 1933’te Elbistan’da doğdu. Galatasaray Lisesi’ni ve İÜ Edebiyat Fakültesi Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirdi. Aynı bölümde uzun yıllar öğretim üyeliği yaptıktan sonra, 2000 yılında emekli oldu. Yazın araştırmalarına 1969’da yayımladığı L’Imaginaire de Bernanos ile başladı. 1973’te Figures et Messages dans la Comédie Humaine’i, 1979’da Anlatı Yerlemleri’ni, 1982’de Dil Devrimi ve Sonuçları ve Yapısalcılık’ı yayımladı. 1976’dan itibaren Yazın ve Yaşam, 1982’de Yazının Sınırları, 1991’de Eleştirinin Abecesi, 1993’te Tartışmalar, 1995’te Yazın, Gene Yazın, 1997’de Alıntılar, 1998’de Söylemlerin İçinden (1999 Sedat Simavi Edebiyat Ödülü), 2000’de Salaklık Üstüne Deneme, 2003’te Yüz ve Söz, 2006’da Göstergeler, 2010’da Gün Ne Günü? ve 2011’de Kimim Ben? ile deneme ve eleştirilerini okurla buluşturdu. İlk romanı Mutfak Çıkmazı 1960’ta yayımlandı. Bunu 1975’te Vatandaş, 1992’de Peygamberin Son Beş Günü (1993 Orhan Kemal Roman Ödülü), 1995’te Bıyık Söylencesi, 2002’de Yalan (2003 Yunus Nadi ve 2003 Ömer Asım Aksoy roman ödülleri), 2005’te Kumru ile Kumru, 2006’da Gökdelen (2007 Balkanika Ödülü) ve 2010’da Sonuncu izledi. Öykü kitaplarından 1956 Sait Faik Hikâye Armağanı’nı kazanan Haney Yaşamalı 1955’te, Düşlerin Ölümü 1958’de (1959 TDK Öykü Ödülü), Ben ve Öteki 1983’te, Aykırı Öyküler 1989’da, Komşular 1999’da (1999 Dünya Kitap Yılın Kitabı Ödülü) ve Golyan Devrimi 2008’de yayımlandı. Tahsin Yücel’e 1984’te Azra Erhat Çeviri Yazını Üstün Hizmet Ödülü, 1997’de Fransız hükümeti tarafından Palmes Académiques Nişanı Commandeur derecesi verildi.
www.tahsinyucel.com




Önöykü




I
Yusuf Aksu’nun bir açıdan olağandışı, bir açıdan fazlasıyla durağan serüvenini yakından izlemiş olanlar arasında, ününü hak ettiğini söyleyenler çoğunluktadır, hiç hak etmediğini söyleyenler üç beş kişiyi geçmez. Ancak, küçümsenmeyecek bir bölümü bu ünü her şeyden önce rastlantıya borçlu olduğunu savunur. Bunlar arasında da yorumlar kişiden kişiye değişir: kimi, açık gerçekleri görmekte her zaman ağır kalmış bir toplumda gerçek değerler olsa olsa rastlantıyla saygınlığa erişebileceğine göre, Yusuf Aksu gibi bir düşünce adamının ününün rastlantıdan başka bir açıklaması olamayacağı görüşündedir; kimi gerçeklerin en kalın kafalara bile ulaşabildiği ayrıcalıklı anlardan söz eder; kimi Tanrı babanın zaman zaman çaktırmadan yeryüzüne inip birtakım görünmez derelerin yatağını değiştirdiğini öne sürer; kimi daha da aykırı varsayımlar sıralar. Kısacası, kişisel yorumlar ne olursa olsun, rastlantının yerlemlerinde ve belirleyiciliğinde herkes birleşir: “Yusuf Aksu o gün, o toplantıda, o görkemli çıkışı yapmamış olsaydı, yaşam boyu bizler gibi sıradan bir insan olarak kalacaktı!” Bu ortak görüşe karşı çıkmak zor: bilindiği gibi, Yusuf Aksu adını geniş kitleye ilk kez Uluslararası Dilbilim Günleri’ndeki umulmadık çıkışıyla duyurdu; oysa, gene bilindiği gibi, o çok ünlü Uluslararası Dilbilim Günleri’nde birkaç saniyeliğine boy gösterdiği kürsü kendisini toplumsal konumunun getirdiği bir kürsü değildi. Gene de, iş ille de rastlantıya bağlanacaksa, Yusuf Aksu’nun1 yaşamındaki rastlantıların en büyüğünün annesiyle babasının karşılaşması, en belirleyicisininse, orta üçte sınıfa ilk kez giren Yunus Aksu’nun, yüzünde anlatılmaz bir gülümseme, herkesi şöyle bir süzdükten sonra, kararlı adımlarla ona doğru ilerlemesi olduğunu söylemek gerekir.
Ancak, her bağlamda olduğu gibi bu bağlamda da, konuya biraz daha sorgulayıcı bir bakışla yaklaşmayagörelim, her rastlantının altından yeni rastlantılar fışkırır, en sıradan olgular bile birer rastlantı yumağına dönüşür. İç içe girmiş rastlantılar arasında bir önem basamaklandırması yapmak da kolay değildir. Örneğin Yusuf Aksu’ nun babası Ahmet Nusret Elbasan’la annesi Refika hanımın karşılaşmaları temel rastlantıdır da Ahmet Nusret Elbasan’ın Refika hanımla karşılaşmasından birkaç gün önce ya da birkaç gün sonra Yunus Aksu’nun babası olacak kişinin iş yerlerinden birinin saymanlığından emekliye ayrılmış yaşlı ve sessiz bir adam olması ve, oğlunun dünyaya gelmesine üç ay kala, bir akşam rakı almaya çıkıp bir daha geri dönmemesi, annesi Refika hanımın henüz üç yıllık bir ilkokul öğretmeni, hem de bayağı güzel bir kadınken, üstelik, Ahmet Nusret beyin böyle birdenbire yok oluvermesine pek de üzülmüş gibi görünmezken, tüm yaşamını oğluna ve kendisini karnında altı aylık bir çocukla yüzüstü bırakıp gitmiş yaşlı kocanın anısına adamış gibi yaşaması aynı ölçüde belirleyici rastlantılar değil midir? Bir ara bayağı kafa yormasına karşın, Yusuf Aksu’nun kendisi bile doyurucu bir sonuca varamamıştır bu konuda. Ama bizim belirleyici rastlantı dediğimiz şey kendisini izleyen olguyu zorunluluğa, yani kendi karşıtına dönüştüren olguysa, o zaman, ya aşılmaz bir çelişki karşısındayız demektir, ya da rastlantı kavramının açıklamakta güçlük çektiğimiz her olgunun üstüne geçirdiğimiz bir kılıftan başka bir şey olmadığını kesinlememiz gerekir. Ne olursa olsun, Yusuf Aksu’nun çevresinde olanların bilincine varmaya başladığı günlerden annesini yitirdiği güne dek, aralarındaki ilişkinin en azından derin bir uyumun ürünü gibi görünmesi bizim alçakgönüllü gözlemimizi doğrular gibi.
Bununla birlikte, belki yıllardır tekdüze bir yaşam sürmesinin etkisiyle, belki bu tekdüze yaşam biçimini çevresinde koruyucu bir kabuğa dönüştürmek istediğinden, Refika hanımın rastlantı payını en aza indirerek yaşamını dümdüz bir çizgi üzerinde geliştirmeyi seçtiğini kendisini biraz yakından tanımış olanlar özellikle vurgulamışlardır. Şöyle böyle üç dönem boyunca, birden alıp beşin sonuna dek götürdüğü öğrencileri gibi Yusuf Aksu da Yunus’un kimilerine göre bir, kimilerine göre iki dizesiyle birlikte düşünmüştür onu:
İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir.
Söz konusu dizelerin Refika öğretmen için taşıdığı anlama gelince, bu konuda tüm öğrencilerinin gözlemi aynıydı: hem kafayı, hem bedeni geliştirmek. Ancak, Yusuf Aksu için durum biraz daha değişikti: sokakta koşarken düşüp dizini kanatmak, terliyken su içip hastalanmak ya da kalemin ucunu sürekli çiğneyerek hem mala, hem cana zarar vermek de, gereğinden fazla konuşmak da bu tek ya da çift dizede dile getirilen ilkeye ters düşmek anlamına gelirdi; ilkeye uygun davranmaksa, soğuktan, sıcaktan, gürültü, gevezelik ve devinimden uzak durup yaşamı daha ilk ikiden başlayarak ansiklopediler arasında geçirip ansiklopedilere göre yönlendirmekti. Bu ayrım da, büyük bir olasılıkla, Yusuf’un, büyümüş de küçülmüş gibi, çok düzgün tümceler ve çok yerinde sözcüklerle, durmadan konuşmasından, daha da can sıkıcısı, durmamacasına sorular sormasından kaynaklanmaktaydı. Refika hanım ne çok konuşmaktan hoşlanırdı, ne çok konuşanlardan. Bu nedenle, oğlunun okuyup yazmayı iyice sökmesinden sonra, nerdeyse her soru soruşunda ona ansiklopediyi gösteriyor, izlenebilecek en doğru tutumun her konuda ansiklopediye bakmak ve ansiklopedide yazılana uymak olduğunu söylüyordu. Oğlunun tam beş yıl süresince kendi sınıfında okuması da onu ilkelerine kolaylıkla uydurmasını sağladı: en azından ekim başından mayıs sonuna dek, sırtına çifte fanila, çifte kazak, uzun yün pantolonunun altına uzun yün don giydirerek bedenini doğadan olabildiğince yalıtlayıp devinilerini en aza indirgemesi yetmezmiş gibi, derslerde de çabasını sınırladı: tüm öğrencileri gibi onu da güçlüklerini ansiklopediler aracılığıyla çözmeye alıştırdı, ders aralarında öğretmenler odasına getirip yanına oturtarak İlkokul Ansiklopedisi’ni eline verdi hep; evdeyse, derslere, nesnelere ya da insanlara ilişkin bir soru sorduğu zaman, çenesiyle kırmızı ciltli Hayat Ansiklopedisi’ni gösterdi.
Çocuk doğru dürüst konuşmayı beceremese, bu tutumu açıklamak daha kolay olurdu, ama bülbül gibi konuşuyordu işte. Sınıfta, ansiklopedilerden nasıl yararlanmak gerektiğini ya da bir matematik probleminin nasıl çözüleceğini çoğu öğretmenlerden daha güzel açıklıyordu. Gene de, en azından oğluyla baş başa olduğu zamanlarda, belki gereksiz gevezeliklerin işleri karıştırmaktan başka bir işlevi bulunmadığına inandığından, belki yokluğun ya da yalnızlığın etkisiyle, Refika hanım gereksiz devinimlerden de, gereksiz söylemlerden de hiç mi hiç hoşlanmadığını hemen belli ediyordu. Her şey şu ya da bu ansiklopedide yazılıyken, yazılmışı yinelemeyi bir savurganlık olarak görmekteydi. Başvurulacak kitapları tek bir türe: ansiklopedilere indirgemiş olması da savurganlığa karşı bir tutumun sonucu olarak nitelenebilirdi. “Dünyadaki kitapları okumakla bitiremezsin, hiç kimse bitiremez! Ama dünyanın en iyi ansiklopedilerini elinin altında bulundurabilirsin; üstelik, dünyanın tüm bilgilerini ansiklopedilerde bulabilirsin!” deyip durması da bunu gösterirdi. Böylece, Yusuf Aksu daha kitabın ne olduğunu bilmezken, içinde bulundukları ortamı ve dakikayı azıcık aşan bir soru soracak oldu mu Refika hanım ya bu soruyu ileride, daha uygun bir zamanda yanıtlayacağını söylüyor, ya da soruyu ve yanıtı somut durumlardan, özellikle de kendi kendilerinden: Refika ve Yusuf’tan yalıtlamak, nesnelleştirip uzaklaştırmak ister gibi, oğlunu yanına, ansiklopediyi kucağına alarak tekdüze bir sesle okumaya başlıyordu. Bu da sonucunu veriyordu doğrusu: Yusuf Aksu’nun olağanüstü bir belleği vardı, okuduğu ya da dinlediği her şey dakikasında varlığının bir parçası oluyor, sorular tükenmese bile, yinelemeye düşülmüyordu. Ne var ki, ansiklopedi her soruyu yanıtlamıyor, ansiklopediden ya da anneden alınan yanıtlar da, en azından kimi konularda, soruları tüketmek şöyle dursun, durmamacasına yenilerini doğuruyordu. Örneğin babaların ölümü hastalıkla, yüreğin durmasıyla, kefenle, tabutla, mezarla açıklanıp betimlenebiliyordu, ama belli bir babanın rakı almak üzere evden çıkıp da bir daha dönmeyişini ne İlkokul Ansiklopedisi açıklayabiliyordu, ne Hayat Ansiklopedisi. Yusuf Aksu’nun soruları da yıllar yılı bu konuda yoğunlaştı. Kör çocuğun nesneleri elleriyle yoklaya yoklaya kendine göre belirlemek istemesi gibi, o da hiç görmediği babasını annesinden aldığı yanıtlarla imgeleminde canlandırmaya çalışıyor, saçları, gözleri, burnu, yanağı, boyu, terliği, gömleği, kravatı, huyu suyu ve neler yaptığı konusunda kimsenin usuna gelmeyecek sorular soruyor, annesiyse, işkenceyi bir an önce bitirmek için, ayakkaplarından giysilerine, dolmakaleminden şemsiyesine, nesi var, nesi yoksa, her şeyini yoksullara verdiğini yineliyor, Yusuf Aksu soruları sürdürünce de çabuk çabuk, sözcüklerini pek tartmadan yanıtlıyordu.
“Her akşam iki duble rakı içerdi,” diyordu örneğin.
“Rakı içerken ne yapardı?”
“Bir şey yapmazdı, şarkı söylerdi.”
“Hangi şarkıyı?”
“Hep aynı şarkıyı,” diye yanıtlıyordu Refika hanım, sonra, zaman zaman kendisinin de mırıldandığı eski bir şarkının bir iki dizesini içli bir sesle söylemeye başlıyordu:
“Mecliste çalındı yine tambur ile neyler
Aşık-ı bîçarelerin gönlünü eğler
Daire semaî tutarak ney neye söyler ne der
Dümderelâdir nâtenedir nâtenedir ney.”
Ama, şarkı biter bitmez, alışılmış sorulardan biri daha geliyordu:
“Babam nasıl bir adamdı?”
Refika hanım derin derin içini çekiyordu.
“Herkes gibi bir adamdı işte,” diye geçiştiriyordu çoğu kez, ya da, eline küçük bir ansiklopedi verir gibi, bir daha dönmemek üzere gitmiş babadan kalan tek görüntüyü, yani nikâh masasında defteri imzalayan genç ve güzel geline hayran hayran bakan geçkin adamın bulanık mı bulanık fotoğrafını koyuyordu önüne. Bir süre dinlenebiliyordu böylece. Ancak, özellikle bu fotoğrafı inceledikten sonra, Yusuf gene Ahmet Nusret beyin gidişine ilişkin sorulara başlıyordu. Refika hanımın en sevmediği sorular da bu sorulardı. Konuya her dönüşünde, “Gene mi?” diye söylenerek suratını asıyor, sonra, olayın ürkütücülüğünü artırmak, dolayısıyla yeni soruları önlemek umuduyla, “Bilmiyorum, görmedim, belki de casuslar kaçırdı,” diyordu.
“Hangi casuslar?”
“Düşman casuslar.”
“Nasıl düşman casuslar?”
“Ne bileyim, Türk gibi görünen ecnebi casuslar herhalde.”
“Bıyıkları var mıydı?”
“Bilmiyorum, gözlerimle görmedim. Ama vardı herhalde.”
“Babam hiç bıyık bıraktı mı?”
“Sanmıyorum. Tanıştığımızda bıyıksızdı.”
Yusuf Aksu, hep o büyümüş de küçülmüş havasıyla, kollarını göğsünde kavuşturup bir süre düşünüyor, sonra, derin derin göğüs geçirerek düşüncesinin sonucunu bildiriyordu: “Hepsi de bıyıklıydı.”
Refika hanımsa, aşırı söz savurganlığı sona erdiği için rahat bir soluk alıyordu.
Alay etmek gibi olmasa, yaşlı bir adamla altı aylık bir evlilikle tek bir çocuk, değişmeyen bir iş ve tekdüze bir yaşam da yüzde yüz savurganlık karşıtı bir tutumun sonucu olarak gösterilebilirdi. Bununla birlikte, yaşamlarında savurganlığa hiç mi hiç yer vermediklerini söylemek de olanaksızdı. Örneğin, dinsel bayram günlerinde, havanın güzel olması koşuluyla, Refika hanım sırtına ak yakalı kara tayyörünü, başına okumuşluk ve kentlilik simgesi kara şapkasını, Yusuf Aksu en kalın ve en yeni giysilerini giyer, erkenden Merkez Efendi mezarlığının yolunu tutarlardı; burada, Refika hanım, şapkasının tülünü yüzüne iyice indirerek annesiyle küçük kızkardeşinin birlikte yattıkları mezarın başına çömelip dua ederken, Yusuf Aksu, bir süre onun başında dikildikten sonra, gittikçe yüreklenerek yanından uzaklaşır, mezar taşlarının yazılarını okuyarak ya da bitkileri okşayıp koklayarak ağır ağır dolaşır, dua ve dolaşma bittikten sonra da şaşmaz bir biçimde Fatih’te Huzur Muhallebicisi’ne gidip tavuklu pilav ve kazandibi yerlerdi. Ne olursa olsun, Yusuf Aksu, biraz büyüdükten sonra, Merkez Efendi gezilerine özel bir anlam vermeye başlamıştı: sanki dünyanın tüm ölüleri burada gömülüymüş, babası da artık onlardan biriymiş gibi mezarlığı kesimlere ayırarak babasının mezarını arıyordu. Dolaştıkça, kapıldığı bulanık umudun etkisiyle olacak, anlatılmaz bir mutluluk, nereden geldiğini bilemediği bir egemenlik duygusuyla doluyordu içi. Yazık ki hem gezileri oldukça kısa sürüyor, hem de Refika hanım gezi sonunda daha bir sessizleşiyor, tavuklu pilavını ve kazandibini tek sözcük söylemeden bitirdiği oluyordu.
Bu ender mezarlık gezileriyle haftada altı kez yinelenen okul seferleri bir yana bırakılacak olursa, her şey tam bir durgunluk içinde geçmekteydi. Bu yüzden olacak, hangi nedenle olursa olsun, evden dışarıya çıkmak her zaman tehlikeli bir serüven gibi görünürdü Yusuf Aksu’ya. Sokakta, insanlardan korkarak annesinin elini sımsıkı tutar, kalabalıkta, boyları hep kendisininkini geçen yetişkin insanların arasında yürürken, yüreğinin daha hızlı çarptığını duyar, hele birden pos bıyıklı, uzun boylu ve esmer bir adamla burun buruna geldi mi içgüdüyle titreyerek annesinin bacaklarının arasına girmek, başını eteğinin altına sokmak isterdi. Casus açıklaması bir yana bırakılacak olursa, Refika hanımın pek de payı yoktu oğlunun korkularında: kendisinin, hele böyle gün ışığında, sokaktaki insanlardan korkmak gibi bir huyu bulunmaması bir yana, oğlunu birilerinden ya da bir şeylerden korkutmak gereksinimini hiçbir zaman duymamıştı. Ama o korkardı işte, uzun boylu, esmer ve bıyıklı kişilerin ortada hiçbir şey yokken üzerine çullanarak kendisini ayakları altında çiğnemelerinden, daha kötüsü, demir gibi elleriyle ensesine yapışarak annesinin ulaşamayacağı bir yerlere götürmelerinden korkardı. Prof.Dr. Osman Nuri Balcı’nın, çok ünlü bir ruh hekimiyle birlikte, eski tanıklıklardan çıkardıkları bir sonuca göre, bu korku büyük olasılıkla hiç tanımadığı babasından kaynaklanmaktaydı: babası, kendisinden kalan tek fotoğrafta, bıyıksız ve sarışındı; öyleyse kendisini götüren haydutlar ancak bıyıklı ve esmer olabilirlerdi; kentin polisleri kendisini kurtarmadıklarına göre, haydutlarla işbirliği etmişler demekti, öyleyse polislerden de haydutlardan korkar gibi korkmak gerekirdi. Böyle diyorlardı. Yusuf Aksu’nun belirli bir dönemden sonra annesine babası konusunda hiç mi hiç soru sormaması da bundandı belki: korkuyu yeniden yaşamamak içindi. Ama, bir gün, yanında oturan kızın kitabında, İsa Peygamber’imizin babası, Meryem anamızın da kocası bulunmadığını okuyunca, aldatılmış gibi bir duyguya kapıldı: belki kendisinin de hiç babası olmadığını düşündü, bundan sonra, tüm sarışınlığına karşın, babasını yavaş yavaş düşlerinden ve düşüncelerinden sildi.
Ne olursa olsun, Yusuf Aksu ilkokulu başarıyla bitirdiği zaman, bir kez bile sokağa tek başına çıkmamış, bir kez bile herhangi bir satıcıdan kendi eliyle herhangi bir şey almamıştı. Buna karşılık, okuldaki genç öğretmenlerden birinin deyimiyle, her türlü ansiklopediyi “bir virtüoz gibi” kullanıyordu. Hiç kuşkusuz, birtakım sakıncaları yok değildi bu işin: evde, nesnelerden ve insanlardan uzakta, ansiklopedi karıştırırken, hep orada olmayan, elle tutulmadığı gibi, resimler ve fotoğraflar sayılmazsa, gözle de görülmeyen şeyler üzerinde oyalandığını usuna getirmiyor, dünyanın ancak eliyle dokunabildiklerinden oluştuğunu sanan bir kör gibi, fazlasıyla sınırlı ve fazlasıyla tekdüze bir günlük yaşamın sıradan nesneleri ve oluntuları dışında, tüm yaşamı ansiklopedide gördükleriyle sınırlı sanıyordu. Ne var ki, rastlantısalı, bilinmeyeni değil, bilineni, denetlenip sınıflandırılmışı sunması, bilinemezi bile yalın tanımlara indirgemesi nedeniyle, ansiklopedi insanı daha bir rahat ettirtmekteydi. Üstelik, yararlıydı da: Yusuf Aksu, hem benzersiz belleğinin, hem ansiklopedi kullanma ustalığının desteğiyle, Amerikan Koleji’nin giriş sınavını kolaylıkla başararak annesinin iki yıldır arada bir sözünü ettiği büyük ödüle hak kazandı: otuz ciltlik Encyclopædia Britannica. Hazırlık sınıfını başarıyla bitirip orta bire geçince de kitaplığında kimi ciltleri nerdeyse yıpranmaya başlayan Encyclopædia Britannica’nın bir altındaki rafa The Encyclopedia Americana’nın pırıl pırıl otuz cildi dizildi.
Hiç kuşkusuz, nerdeyse her gün karıştırmasına karşın, ilk yıllarda bu yapıtlardan gereğince yararlanabildiğini söylemek zordu. Bununla birlikte, aynı türden, ama daha dar kapsamlı yapıtlar aracılığıyla, “ilim ilim bilmektir”i de, “ilim kendin bilmektir”i de “ilim köke inmektir” önermesine dönüştürüp hep en başından girmek üzere, her konuya el atıyor, bu da, çelişkin bir biçimde, onu nerdeyse her şeyden yalıtlıyordu. Sonra, bir gün, Encyclopædia Britannica’yı karıştırırken, Diderot’nun Encyclopédie ou Dictionnaire raisonné des arts et des métiers serüvenini okuyunca, alışılmadık bir coşkuyla titredi, ansiklopedi sözcüğü bile içinde hayranlık uyandırmaya başladı, annesinin kendisine en doğru yolu göstermiş olduğuna inandı ve yaşamına yeni ansiklopediler katabilmek amacıyla, evet, yalnızca bu amaçla, fransızca ve almanca öğrenmeye girişti. Bu amaçla, okulda kimi almanca ve fransızca derslerine girdi, bu derslerde izlenen kitapları aldı, bundan sonra, boş zamanlarında, kendi başına almanca ya da fransızca çalıştı. Gözleri bir almanca ya da fransızca kitabının açık bir sayfasına dikili, donmuş gibi oturduğunu görenler onun gerçekten dil öğrenmekte olduğundan kuşku duyabilirler, en azından bu işi hiçbir zaman olumlu bir biçimde sonuçlandıramayacağını söyleyebilirlerdi. Sonuçlandıramıyordu da: kendi dilini ve ingilizceyi çok düzgün konuşmasına, hele şimdi, on üçünü geçtikten sonra, türkçe yapılan derslerde olduğu gibi ingilizce yapılan derslerde de, o çok derinlerden gelen, yumuşak, ama güçlü ve ezgili sesiyle, örneğin tahtada bir ders anlatırken, yüksek sesle şiir okuyormuş gibi bir izlenim uyandırmasına karşın, almanca ve fransızca sözcüklerin nasıl okunup nasıl vurgulanacağını bilemiyordu. Bununla birlikte, kendi başına sürdürdüğü yabancı dil çalışmaları yeni bir yetenek doğurdu Yusuf Aksu’da: ingilizce bir ansiklopedinin ardından almanca ya da fransızca bir ansiklopedi açarak az önce okuduğu maddeyi bir de buradan okuduğu zaman, bayağı anladığını saptadı. Annesine de gösterdi bunu. Refika hanım, tutumluluğun yeni bir utkusu gibi görünen bu ilginç başarı karşısında hem şaşırdı, hem gurur duydu; birkaç hafta sonra, ne yaptıysa yaptı, her türlü tutumluluğu bir yana bırakarak, oğlunun bir öğrenci odasından çok, bir avukat ya da müdür odasını andırmaya başlayan odasında, nicedir elinin altında bulunan Encyclopædia Britannica ile The Encyclopedia Americana’nın yanına on ciltlik Grand Larousse encyclopédique’le yirmi iki ciltlik Der Grosse Brockhaus’u da ekledi.
Yusuf Aksu’nun sevincine diyecek yoktu: bundan böyle tüm dünya elinin altındaydı sanki; üstelik, pek de gereksinimi bulunmamakla birlikte, bilgilerini dört kez pişirmek ya da dört ayrı kaynaktan doğrulamak gibi herkesin erişemeyeceği bir ayrıcalığa kavuşmuştu. Onlara başvurmak için kafasında tanımlanacak bir kavram, çözümlenecek bir sorun bulunması gerekmiyordu: önünde bir ansiklopedi bulunması, onun herhangi bir sayfasını açması ve gözünün burada herhangi bir sözcüğe, bir fotoğrafa ya da bir çizime takılması yetiyordu. Gerisi kendiliğinden geliyordu artık, ip üstünde usta cambazlar gibi, tarihten tarihe, kavramdan kavrama, tanımdan tanıma, betimden betime, çizimden çizime zıplayıp duruyordu. Böylece, o güne dek hiç tanımadığı bir genişlik ve esenlik duygusu içinde yaşamaya başladı: küçük bir odada, her an üzerine yıkılacakmış gibi bir izlenim uyandıran, koca ciltler arasında değil de alabildiğine aydınlık, geniş ve devingen bir görünüm içinde dolaşıyormuş gibi hafif ve mutluydu. Yatağına uzanıp ışığı söndürmesinden sonra bile çevresini gene ansiklopediler sarıyordu: Yusuf Aksu, düşlerinde bile, ansiklopediler arasında buluyordu kendini.
Ansiklopedilerden uzak kalınca da ister istemez bu geniş ve esenlikli ortamı arıyordu. Örneğin, kimi aydınlık pazartesi sabahlarında, Eminönü-Bebek otobüsünde, annesi, öğretmenliği tutup da kendisine parmağıyla birtakım semtleri, yapıları ve bahçeleri göstererek açıklamalara giriştiği zaman, Yusuf Aksu bu uzam parçalarına, başlığı konulmamış, satırları yerli yerine yerleştirilmemiş sayfalar gibi bakıyor, kolejin kapısından içeri girer girmez, hemen kitaplığa koşuyor, ansiklopedide yerlerini bulup okuyarak onlara gerçeklik ve geçerlilik kazandırıyordu. Şu var ki, kendisi ve annesi bu durumu hiç de öyle kaygı verici bulmamakla birlikte, dışarıdan bakan biri, tıpkı devinimlerini ağırlaştıran kalın ve kat kat çamaşırlar gibi ansiklopedilerin de onu yaşamdan ve insanlardan gittikçe daha çok yalıtladığını düşünebilirdi. Düşünenler de yok değildi. Ancak, o yıllarda kendisini yakından tanımış olanlar ansiklopedilerle yaşamanın Yusuf Aksu’nun nerdeyse doğal koşulu olduğunu, onun bu noktaya yaşamının ilk yıllarında, daha Diderot’nun adını bile duymadan gelmiş olduğunu kesinliyorlardı.
Sınıf arkadaşları, her pazartesi sabahı okula annesiyle gelen, her çarşamba görüşme saatinde bir ağaç altında ya da bir duvar dibinde annesinin elinden kuş gibi pasta yiyen, her cumartesi eve dönmek için sınıfta ya da bahçede oturup annesini bekleyen, geri kalan zamanını da dalgın profesör yürüyüşüyle sınıfla kitaplık arasında gidip gelmekle geçiren ve nerdeyse donunu bile çift giyen bu ilginç çocuğun bulunmaz bir eğlence kaynağına dönüştürülebileceğini düşündüler; bunu denediler de; arkasından sessizce yaklaşıp çelme takmadan kitabını havuza atmaya kadar yapmadıklarını bırakmadılar; ama Yusuf Aksu, biraz annesinin öğretmen olduğu okulda böyle durumlarla hiç karşılaşmadığı, dolayısıyla şakanın şaka olduğunu anlamadığı, biraz da okulu her şeye karşın sokaktan daha güvenli bir yer olarak değerlendirdiği için, fazla tepki göstermedi; onlar da en ağır ağız şakalarını bile kendisini hiç mi hiç ilgilendirmeyen birer açıklama gibi dinlediğini, en tehlikeli ve en yakışıksız el ve ayak şakalarını bile birer doğal terslik gibi karşıladığını, kısacası, hiçbir ataklarına bekledikleri karşılığı vermediğini görünce, açıklanması zor bir yenilmişlik duygusu içinde uzaklaştılar yanından. İçlerinden biri, derslerdeki başarılarını ve öğretmenlerin sorularına verdiği oldukça kısa, ama yaşlı adam konuşmaları gibi bilinmeyen sözcüklerle dolu, düzgün yanıtlarını da göz önüne alarak, daha üçüncü ayda Hoca adını taktı ona, ötekiler de bu adı dakikasında benimseyiverdiler; ama, açıkça görülüyordu ki, kendisine seslenmek için değil, arkasından konuşmak, daha da iyisi, kendileriyle onun arasındaki uzaklığı belirlemek için bulunmuş bir addı bu: artık çoktan aralarından ayrılmış bir insanın adı gibi, en çok da bir benzetme öğesi olarak kullandılar, benzetme yerini buldukça da güldüler. Buna karşılık, benzetmenin kaynağının yanına yaklaşmak ya da kendisiyle bir şey konuşmak zorunda kalmak zamanla hemen hepsinde buz gibi bir ürküntü uyandırdı, elden geldiğince uzak durdular ondan. İlk yıllarda, özellikle ezbere dayalı derslerde çok başarılı bir öğrenci olması nedeniyle, sınavlarda bilgisinden yararlanmak umuduyla kendisiyle dostluk kurmak, en azından yanında oturmak isteyen birkaç dalgacı çıkmadı değil, ama hem kâğıdının üstüne yüzü değecek kadar eğildiğinden, hem tüm sorularını yanıtsız bıraktığından, onlar da çabucak uzaklaştılar yanından. Böylece, kaç yıldır, hiç kimse yanında oturmak istemediğinden, arka sıralardan birinde tek başına oturuyor, bundan da fazlasıyla hoşnut görünüyordu.
Seçme olanağı bulunsaydı, hiç kuşkusuz daha derin bir sessizliği ve daha köklü bir devinimsizliği yeğlerdi, ama, bahçede küçük bir topa bir an ayaklarını dokundurabilmek için deliler gibi birbirlerini kovaladıklarını, hatta, önlerinde dokunacak top bile olmadan don gömlek koştuklarını, sınıfta olur olmaz şeylere gülüp olur olmaz şeyler söylediklerini gördükçe, kendisininkinden başka türden bir yaratık sürüsünün ortasına düşmüş gibi bir duyguya kapılmasına yol açan bu azgın çocuklar yanına yaklaşmadıkları için mutluydu. Her fırsatta tekmeleyip durdukları toplardan biri üzerine gelecek gibi oldu mu tiksintiyle çekiliyor, kendisi için hiçbir anlam taşımayan devinimlerine küçümseyerek bakıyor, gürültülerini işitmemek için bahçenin en uzak noktalarına gidiyor, burada, kuşları, böcekleri, yaprakları, çiçekleri görmeden, koca ağaçların gölgesinde bir ağaç gibi dikilerek kitabını açıp okumaya başlıyordu. Bazı bazı, uzaktan zilin sesi gelince, ağaçlar arasında bir ağaçken insana dönüşüyormuş gibi irkiliyor, hiç de böyle bir alışkanlığı bulunmamasına karşın, eski bedeninden kaçar gibi sınıfa koşuyordu. Ama, kimi geceler, yatakhanede, arkadaşlarının gürültüsünden uykusunun kaçtığı zamanlarda, o kadar da aykırı bulmuyordu bu yanılsamayı; tam tersine, bir tür meydan okumayla, kendini kocaman ve yapayalnız bir ağaç biçiminde düşleyerek uyumaya çalıştığı oluyordu. Nereden bakılırsa bakılsın, yaşamı da düşünü doğrulayacak gibi görünüyordu. Ama karanlık mı karanlık bir kasım günü, öğle yemeğinden önceki son derste, Mr. Grey dilek kipini açıklayıp öğrencilerden uygun örnekler isterken, her şey değişiverdi: Yusuf Aksu’nun yalnızlık yaşamı birdenbire benzersiz bir birlikteliğe bıraktı yerini, yani nerdeyse bir tansık gerçekleşti.
Evet, böyle, o yağmurlu kasım günü, usulca kapı açılıp da yeni bir öğrenci, Yunus Aksu, sisler arasından çıkmış, yarı saydam bir hayalet, kımıldamadan dururken bile sürekli devinirmiş gibi bir izlenim uyandıran, her an her biçime, her renge girebilecek ve her an, nasıl belirdiyse öylece, birdenbire silinip gidebilecek bir düş yaratığı gibi, Mr. Grey’i selamlayıp elindeki kâğıdı kürsüye bıraktıktan ve bir an herkesi şöyle bir süzdükten sonra, yüzünde anlatılmaz bir gülümseme, kendisine doğru gelerek kırk yıllık bir dost gibi elini uzattığı, elini avcuna aldıktan sonra, onu kendine doğru çekerek yanaklarını öptüğü zaman, tüm öğrenciler kahkahalarla güldüler, içlerinden birince hazırlanmış iyi bir oyun karşısında bulunduklarını düşündüler; oysa, daha önce de söylediğimiz gibi, o anda Yusuf Aksu’nun yaşamının en belirleyici rastlantısı ya da, hepsi aynı kapıya çıkar, en kesin zorunluluğu gerçekleşmekteydi. Ancak, ister rastlantı denilsin, ister zorunluluk, tansık yanı daha ağır basar gibiydi. Bu nedenle, tüm sınıf, yeni gelen öğrencinin Yusuf’un ellerini avuçlarına alarak, sanki gırtlağından değil de tininin ve bedeninin derinliklerinden sökülüp gelen bir sesle, “Be… be… ben…” diye başlayıp “Ben Yu… Ben Yu… Ben Yu…” diye yerinde sayarken, birdenbire, tam da gerisini getirmesinden herkesin umudu kestiği anda, bundan böyle tüm kolejin yüz metre öteden tanıyacağı ünlü kahkahanın sınıfta ilk kez patlayışını, belki de “Ben Yu…”ların gerisini beklerken, harcar göründüğü korkunç çabaya kapılarak tüm varlığını onun varlığının yönelimine uydurduğundan, Yusuf’un da nerdeyse aynı anda, nerdeyse aynı kahkahayı koparışını, arkasından, bu kahkaha sözün önündeki engeli az da olsa açmış gibi, Yunus’un “Be… be… ben Yu… Yu… Yunus, Londra’dan geldim,” deyişini, Yusuf’unsa, sesin güzelliği ya da anlamın derinliği karşısında büyülenmiş gibi, “Ben de Yu… Yusuf!” diye yanıtlayışını koca bir yaşamda ancak bir kez görülebilecek bir tansık gibi izledi. Dersten sonra, Yusuf’un Yunus’u yemekhaneye götürüp yanına oturtmasını, Yunus’un da, bahçede, herkesten uzakta, onunla epey bir süre dolaştıktan sonra, yöneticilere giderek yatakhanede Yusuf’un yatağının yanındaki boş yatakta yatmak istediğini bildirmesini, neden o yatağı istediği sorulunca da “Sı… sı… sıra arkadaşımın yatağının yanı da ondan!” diye yanıtlamasını bile bir tür tansık gibi algıladılar: her şey gözler önünde olup bitmekteydi, gene de alabildiğine karmaşık görünüyordu.


1.
Yusuf’un ilk soyadının Elbasan olduğunu hemen belirtelim.




II
Yusuf Aksu, yıllar yılı, sık sık düşünmekle birlikte, hiçbir zaman doğru dürüst açıklayamadı bu olanları, hiçbir zaman tam olarak anlayamadı, yeniden yaşamakla kaldı. Böylece, çok kısa sürmüş bir iki kuşku dönemi bir yana bırakılacak olursa, o ilk karşılaşmayı ve bunu izleyen büyük dostluğu tüm yaşamı boyunca bir tansık olarak düşündü. Üstelik, birkaç tansık birden giriyordu işin içine: Yunus’un koca sınıfta başka birine değil de, en arkada, yalnız başına oturmasına karşın, kendisine yönelmesi, kendisinin de, genel olarak herkese surat asarken, birdenbire başka bir insan oluvermiş gibi, ona gülümsemeye başlaması, daha da önemlisi, sınıfta hiçbir öğrencinin bu dostluğu bozma yolunda en küçük bir girişimde bulunmaması. Bir de, nasıl söylemeliydi, Yunus’un kendisi tansıktı.
Alabildiğine ak, nerdeyse dokununca yok olacakmış gibi saydam yüzü ve elleri mi, çevresini aydınlatır gibi görünen saçları mı yaratıyordu bu izlenimi, insanlara hep aşağıdan bakması gibi tatsız bir durum yaratan kısa boyu mu, yaşıtlarının tersine, daha sakalı çıkmamış olmasına, çıkacağa da benzememesine karşın, en kendini beğenmiş kızların bile göz göze gelince bir akıma kapılmış gibi titremesine yol açan çekici ve güleç yüzü mü, her an düğüne gidecekmiş gibi, tiril tiril, kusursuz giyimi mi, ne zaman bir başka gözle karşılaşsa, karanlıkta üzerine ışık vurmuş bir su gibi ışıldayan gözleri mi, her şeyden bir kahkaha nedeni çıkarması mı, kendisini dışlamış olanları alaya alması mı, canlı bir ansiklopedi gibi her şeyi bilmesi, ansiklopediyi de aşarak olguları, nesneleri ve sözleri birbirine kendince yeniden bağlayıp yeniden anlamlandırması mı? Başkaları gibi Yusuf Aksu da herhangi bir yanıt getiremiyordu.
Anlamaya çalışmadığından değil; tam tersine, çok kafa yordu bu konuya, uzun yıllar süresince, nice deviniyi, nice sözü, nice kahkahayı, nice bakışı, belki ilk doğdukları andakinden de kapsamlı bir biçimde, belleğinde yeniden canlandırdı, ama iş anlamlarını, en azından nedenlerini çıkarmaya gelince, varlığını ancak sezmekle kaldığı bir nesneye ulaşmak üzere, çok derin bir suya dalmak gibi bir şeydi: soluğu tükeniyor, çevresi karanlığa kesiyor, yarı yola bile varmadan geri dönmek zorunda kalıyordu. Bir kez daha, yaşanmışı yeniden yaşamaktı tüm yapabildiği. Örneğin Yunus elleriyle göğsünü döverek gülmeye başladığı zaman, kendisi de hemen o saniyede, aynı biçimde, elleriyle göğsünü döverek, gözlerini onun gözlerine ya da baktığı noktaya dikerek gülmeye başlıyordu. Onun gülünç bulduğunun gülünçlüğünü de apaçık görüyordu. Ama burada duruyordu her şey, nesnenin kendisi mi gülünçtü, yoksa Yunus’un bakışı ya da kahkahası mı gülünçleştiriyordu, o zaman olduğu gibi yaşını başını aldıktan sonra da çıkaramadı, çünkü her şeye gülebiliyor, ama ne zaman neye güleceği kolay kolay kestirilemiyordu. Örneğin yazın öğretmeni bir tatlıdan söz edecekmiş gibi dudaklarını şaklatarak, “Bakın, bugün ne okuyacağız,” deyip de “Birçok gidenin her biri…” diye şiir okumaya giriştiği zaman kopardığı kahkahaya da bir açıklama bulamamıştı. Tüm bildiği, nerdeyse saniyesinde, aynı kahkahayı kendisinin de kopardığıydı
Hiç kuşkusuz, Yunus benzerine kolay kolay rastlanmayacak bir çocuktu, nerdeyse her şeyi bildiği gibi, her konuda hep en kestirme çözümü buluyor, tahtada bir matematik ya da fizik problemi çözerken, tebeşir tutan elini izlemek bile zor oluyordu, ama, hele biraz coşunca, öyle bir kekeliyor, en kısa ve en sıradan sözleri söylemesi bile öylesine uzun bir süre gerektiriyordu ki kolejdeki ilk günlerinde bunu oyun olsun diye, yani “milletle dalga geçmek için” yaptığını ileri sürenler olmuştu. Daha sonra, varsayımın yanlışlığı anlaşılmış olmakla birlikte, Yunus’un kekemeliği çevresindekileri hep rahatsız etmişti: her konuda arkadaşlarınınkini kat kat aşan bilgisine, inci gibi yazısına ve sınav kâğıtlarında sergilediği kusursuz türkçeye, aynı ölçüde kusursuz ingilizceye karşın, en deneyimli hocalar bile bu özelliğini bir sakatlık olarak gördüklerini belli etmekten kendilerini alamıyor, Yunus’un belki çok doğru, çok anlamlı, ama kesintili konuşması uzadıkça, yerlerinde kıvranmaya, esnemeye, gözlerini ovuşturmaya başlıyorlardı; öte yandan, Yunus, sözcükleri dosdoğru yüreğinden fışkırtmak istermiş gibi, sol eli hep sol göğsünün üstünde, belki bir tür meydan okumayla, belki gerçekten başka türlü yapamadığından, hep yüksek sesle, nerdeyse bağıra bağıra kekelediğinden, onu dinlerken ister istemez dişlerini sıkıyor, parmaklarını kulaklarına bastırmamak için kendilerini zor tutuyorlardı. Onlar bunu yapmasa da kendisi görüyor, tahtaya çağrıldığı zaman, bir süre hecelerle boğuştuktan sonra, hiçbir biçimde, hiçbir gerekçe göstermeden, tümcesini birdenbire yarıda keserek gidip yerine oturduğu, şaşkınlık içinde kendisini izleyen hocaya buradan dostça gülümsediği oluyordu. Ayrıca, yüzlerine hep alabildiğine içten bir gülümsemeyle bakmasına karşın, belki de böyle alabildiğine içten bir gülümsemeyle baktığı için, içlerinden geçenleri olduğu gibi görüyormuş gibi bir duyguya kapılarak ürküyorlardı ondan, gözlerini gözlerinden kaçırmaya çalışıyorlardı.
Böylece, onun karşısında kendilerini daha yüzeysel, daha yetersiz, daha içinden pazarlıklı bulduklarından, gene de bunun suçunu ona yüklediklerinden olacak, nerdeyse tüm öğretmenler kendisiyle ilişkilerini en aza indirgemişlerdi. Öğrencilerin tutumu da çok farklı değildi bu konuda; ama onlar daha açıktı hiç değilse: heceler arasında geçirdiği süre çok uzun olduğundan, tümcenin başında işittiklerini ortasında unuttuklarını söyleyerek kahkahalarla gülmekte hiçbir sakınca görmüyorlardı. Yunus’a gelince, topu topu iki hecelik adını dünyanın en uzun adı olarak nitelemelerine, adının başına bir hece daha ekleyerek Yuyunus’a çevirmelerine, bununla da yetinmeyerek “Yuyunus ne olabilir? Kekeme bir yunus!” türünden soğuk mu soğuk söz oyunları çıkarmalarına kızmadığı gibi buna da kızmıyordu, ünlü kahkahasını bir kez daha koparıyordu yalnızca. Öyle de içten görünüyordu ki böyle zamanlarda yaşamı kesintisiz bir şenlik olarak algıladığı söylenebilirdi. Tersi de söylenebilirdi kuşkusuz. Örneğin bir gün, elleri pantolonunun ceplerinde, başı önünde, ağır ağır bahçede yürürken, ilgisiz biri, hiçbir şeyden anlamaz görünen genç jimnastik öğretmeni, yanındaki arkadaşına onu göstermiş, “Şu çocuğu görüyor musun, hiçbir zaman mutlu olamayacak!” demişti. En azından o sırada, pek de haksız sayılmazdı: arada bir, birden dalıp gittiği anlarda, Yunus’un yarı yumulmuş gözlerini görenler bu genellikle gülen gözlerin ardında derin bir kederin, daha da kötüsü, aşılmaz bir umutsuzluğun yattığını düşünebilirlerdi. Ne var ki böyle birden dalıverdiği zamanlar hem çok azdı, hem de çok kısa sürüyordu: çabucak topluyordu kendini.
Öyle görünüyordu ki her zaman söyleyecek bir şeyleri vardı, hem de, heceleri yinelerken yitirdiğini daha çok konuşarak kurtarmak mı istiyordu, neydi, yalnızca sıra arkadaşı Yusuf’la değil, öteki arkadaşlarıyla da konuşmak için hiçbir olanağı kaçırmıyordu. Onlarsa, özellikle anlamakta güçlük çektikleri fizik ya da matematik konularını soluklarını kesintili hecelerin akışına uydurarak sonuna dek dinleseler bile, belki çok daha ilginç, ama çıkarları dinlemelerini gerektirmeyen konulara geçtiği zaman, solukları hemen düzlem değiştiriyor, yüzlerinde yavaş yavaş alaycı gülümsemeler beliriyordu. Kim bilir, belki de ağzını açmasına bile gerek kalmadan tüm varlığından yayılan o başkalık ve üstünlük havası neden oluyordu buna. Kendisi de bunu bilir ve vurgular gibi davranıyordu. Örneğin, zaman zaman, özellikle de sınıfta çalışkan diye bilinen arkadaşlardan biri yanına gelip içinden çıkamadığı bir fizik ya da matematik problemini çözmesini isteyince, her işi bırakıp istenileni yapıyor, ama konuyu bir kez de sormuş olana açıklattırdıktan sonra, “Çok güzel! Ama sen de herkes gibisin: üstesinden geliyorsun da altından kalkamıyorsun, tıpkı benim gibi,” diyordu. Belki yaşamında gerçekten altından kalkamadığı bir şeyler bulunduğundan, belki şaka olsun diye, belki de, bu sözden sonra hemen herkes “Eşşoğlu eşşek!” diye söylenerek uzaklaştığına göre, onları minnet borcundan kurtarmak ya da yardımı bir söz alışverişine dönüştürmek için böyle konuşuyordu. Ancak, üstün bilgisi ve çekici görünüşü de işin içine girince, bu türden davranışların sınıfla arasındaki uzaklığı daha da büyüttüğü kesindi. Okula gelişinin daha üçüncü ayında, ilk günden dosdoğru Yusuf’a yanaşmasını da bir gösterge gibi değerlendirerek, bir tür deli olarak niteliyorlardı onu. Bir tür deli olarak niteledikleri için de ne bilgisini kıskanıyor, ne ona gereğinden fazla kızıyorlardı.
“Yetti, be! Fazla uzattın!” deyip uzaklaşıyorlardı yanından.
Ama Yunus’un bu tür davranışlara öteden beri alışkın olduğu belliydi: hiç alınmadığı gibi, onları tutmaya da çalışmıyordu, “Hıyarlar, insan ne kadar çok kekelerse, o kadar doğru konuşur, çünkü aralarda düşünür. Bunu anlayamamanız çok acı, benim için değil, sizin için!” diyerek meydan okuyordu onlara. Şu var ki tek kaygısının doğruyu dile getirmek olmadığı da belliydi: çoğu zaman, sözü uzattıkça uzatıyor, onlar için katlandığı özverinin karşılığını almak istercesine, sol elini sol göğsüne bastırıp her konuda uzun mu uzun ayrıntılara dalıyor, her mevsimi meyveleri ve renkleri, her insanı boyu posu, kenti, evi, dostları ve düşmanları, her evi eşyaları ve insanlarıyla anlatmaya girişiyor, sanki sözcüklere ne denli çok başvurulursa, iletişimin o denli olanaksızlaştığını kanıtlamaya çalışıyordu. Amacı buysa, kanıtlıyordu da: çocuklar, anlayamadıkları bir konuyu sormak için gelmişlerse, ona gene işleri düşeceğini düşünerek dayanmaya çalışıyorlardı; ama, amaçsız bir biçimde bir araya gelmiş olmaları durumunda, söyleşi fazla uzamıyor, kimi, “Yeter! Bundan fazlasını kaldıramam!” diye açıkça sözünü kesiyor, kimi de, sanki gerçek sakatlığı tek elle konuşmakmış ya da el yerinden oynayınca konuşma bitecekmiş gibi, ikide bir sol kolunu çekerek elini yüreğinin üstünden uzaklaştırmaya çalışıyordu; en sonunda, içlerinden biri, uzun bir tümcenin orta yerinde, “Yuyunus, sen adamı öldürürsün: gene çok uzattın!” deyip kalkıyor, yanındakileri de ardına takarak uzaklaşıyordu. Yunus, anlatılmaz gülümsemesinin içinde incecik bir gölge, kısa bir kahkahanın ardından, “Orospu çocukları!” diye haykırıyordu. “Du… du… durun! Bi… bi… bitiyor şimdi!” Çocukların arkasından seğirtir gibi yapıyor, sonra, gene aynı topluluğa seslenir gibi, gene yüksek sesle, ama yalnızca Yusuf’a anlatıyordu öyküsünü. Yusuf’sa, kim bilir kaçıncı kez, güçlü bir akıntıya kapıldığını duyuyordu. Ona öyle geliyordu ki Yunus’un değil sözleri, kahkahası bile her anlama açık bir sözce gibiydi, kimi zaman bir olayı başlatıyor, kimi zaman noktalıyor, kimi zaman olgunun kendisi olarak belirip haksızlık karşısında başkaldırı biçiminde yükseliyor, kimi zaman da tüm anlamları ve tüm tutumları birden üstleniyordu. Açıklıkla dile getiremese bile, kesinlikle seziyordu bunu. Bu nedenle, ötekilerin tersine, dudaklarının her devinimini hayranlıkla izliyordu. Kendisi, eskisi gibi şimdi de fazla konuşmamakla birlikte, her sözcüğü beş tümcenin süresini de alsa, dostunu dinlemekten bıkmıyor, üstelik, o ne söylerse söylesin, doğru ve anlamlı buluyordu. Bir iki deneyimden sonra, çocukların dostunun düşüncelerini alaya almaları karşısında, “Yunus’un söylediği yanlışsa, ne doğru olabilir ki?” diye düşünüyor, onun söylediğiyle, hatta söyleme biçimiyle alay edilmesini gerçeğin alçaltılması olarak değerlendiriyor, biraz da bu yüzden, Yunus’un başkalarıyla iletişim kurmaya çalışması hiç hoşuna gitmiyordu. Başlangıçta, kekelemesinden rahatsız olmasa bile, kekeme olması canını sıkmıştı: söyledikleri incir çekirdeğini doldurmayan bunca insan saçmalıklarını rahat rahat sıralarken, hep doğru, anlamlı ve güzel şeyler söyleyen dostunun üç sözcüklük bir tümceyi karşısındakine iletebilmek için uzun süre elini yüreğine bastırıp gırtlağını paralamasını boyun eğilmesi olanaksız bir haksızlık olarak değerlendirmekteydi. Bununla birlikte, çocukları dostundan biraz da kekemeliğin uzaklaştırdığının ayrımına varınca, daha bir hoşgörüyle değerlendirdi bu sakatlığı. Sonra, iyice alıştı, hatta, bir adım daha atarak, kekemeliği düşünen insanın doğal koşulu olarak değerlendirmeye başladı. En sonunda, gerçekte en rahat olmasa bile, en güzel konuşanın Yunus Aksu olduğunda karar kıldı.
Şimdi, açıkça dile getirememekle bile, öyle sezinliyordu ki, gerek anadilinde, gerekse ingilizcede bildiği sözcük sayısının herkesin bildiğinin birkaç katını bulması bir yana, kekemeliği, ruhsal ya da bedensel bir aksaklıktan çok, kendine özgü bir konuşma biçimiydi, başka hiç kimseninkinde bulunmayan bir uyumu vardı, bu uyum da, şimdi, soluğunu onun kekelemesine gereğince uydurmayı başardıkça sezinlediği gibi, olsa olsa düşlemin ya da düşüncenin uyumu olabilirdi. Örneğin “Orospu çocukları!” ya da “Hey millet!” gibi kimi sözleri oldukça kolay söylerken, tahtaya kaldırıldığı her seferde, soruyu dinledikten sonra, hiç mi hiç kekelemeden “Çok güzel bir soru!” diyebilirken, çok daha kolay ve sıradan gibi görünen kimi sözcüklerin gırtlağından bir türlü tek parça çıkmaması bundandı belki, başkalarının sözcükleri gibi söylenmek yerine, yeryüzüne doğdukları, ilk kez yaratıldıkları, bir kez yaratıldıktan sonra da bir daha yinelenmedikleri, hep tekil ve özgün kaldıkları içindi. En güzeliyse, onu her dinleyişinde, soluğunu soluğuna uydurup her hecesini onunla nerdeyse aynı zamanda, içinden hecelerken, düşlemi ya da düşünceyi birlikte doğurduklarını, bir başka deyişle, birlikte kekelediklerini sanmasıydı. Bu paylaşım tutkusunun kaçınılmaz sonucu olarak, derslerde olduğu gibi ders aralarında da hep Yunus’un yanındaydı; çalışma saatlerinde, gözleri hep onun dudaklarında, her hecede kafa sallayarak yutarcasına onu dinliyordu. Yunus sesini alçaltmayı başaramadığı için de ötekiler bundan rahatsız olmaya başlıyor, bir süre dişlerini sıktıktan sonra, “Yetti be! Gidin, başka yerde konuşun!” diye bağırıyorlardı. Onlar da, Yunus önde, Yusuf arkada, bahçeye ya da koridora çıkıyor, coşkulu konuşmalarını burada sürdürüyorlardı.
İki arkadaşın konuşmasından, daha doğrusu, birinin kekeleyip ötekinin dinlemesinden en çok rahatsız olanlardan biri de üç dersinden ikisinde öğrencilere serbest ve sessiz çalışma yaptırtıp birinde yaşamın zorluklarından yakınan coğrafya öğretmeni Naim beydi, ikide bir “Hey ikizler, kesin sesinizi!” diyor, biraz sonra yeniden başladıklarını görünce de “Hey, ikizler, ya susun, ya dışarıya buyurun!” diye bağırıyordu. Kendisinin kumral, Yunus’un nerdeyse sarışın olmasına, üstelik kendisinin yanında onun boyunun bayağı kısa görünmesine karşın, Yusuf Aksu Naim beyin bu nitelemesinden çok hoşlanıyor, hemen her işitmesinde, kısa bir süre için de olsa, Yunus’un kardeşi olduğunu düşlüyordu.
Ne olursa olsun, Yusuf Aksu yaşamında en çok düşü o günlerde gördü, nerdeyse tüm düşlerinde de Yunus’la birlikte ya da tek başına kekeler gördü kendini, zaman zaman, insanlarla konuşurken, örneğin annesine okulda geçmiş bir olayı ya da ansiklopedide okuduğu bir açıklamayı anlatırken, kekeliyormuş gibi bir duyguya kapıldı; hatta, bir kez, tarihten sözlüye kalktığında, tahtada ders anlatırken, Yunus gibi kekelemeye başladı; çocuklar kahkahalarla gülerek duruma uygun atasözleri sıraladıkları zaman, kızacak yerde, bundan gurur duydu; üç dört gün sonra, annesi, birkaç kez üst üste, “Oğlum, senin konuşman değişti! Hasta mısın, nesin?” deyince de bayağı sevindi: kekeme değildi kuşkusuz, ama, olgunun adını koyamamakla birlikte, kekemeliği bir iççağrıya dönüştürmeye başlıyordu. Sonuçta dinlediklerinden belleğinde çok güzel bir düşün tadı dışında çok az şey kalsa bile, onun için konuşmaların en güzelinin Yunus’un kekelemesine katılmak olduğu kesindi: bir gün, annesine anlatmaya çalıştığı gibi, insan düşünüyordu onu dinlerken, uslamlamasının çevrimine girip onunla birlikte ilerliyor, Yunus en yaygın sözcükleri bile içinde bir yerlerden söke söke çıkarırken, onu dinlemiyormuş da söylediklerini onunla birlikte söylüyormuş gibi bir duygu içinde yaşıyordu.
Bunca zamandır böylesine düzgün konuşmuşken, birdenbire başlayan bu kekemelik tutkusu bir neden mi, yoksa bir sonuç muydu? Öğretmeninden öğrencisine, herkes ondan uzak durmaya çalışırken, şu okulda dört yıl süresince herkesten uzak durmuş olan Yusuf’u yalnızca kekemelik mi çekiyordu bu Yunus’ta? Daha ilk karşılaşmalarında, ilk ve en yakın arkadaş olarak kendisini seçmesi mi, kekelemesi mi, hepsinin bir araya gelmesi mi, yoksa bambaşka bir şey mi? Daha önce de belirtildiği gibi, Yusuf Aksu hiçbir zaman doyurucu bir yanıt bulamadı bu soruya. Yalnız, özünü pek de iyi kavramamakla birlikte, ocak ortalarında bir perşembe akşamı, Yunus’un ağzından, yakınlıklarının bir nedeni daha bulunduğunu öğrendi.
Belki de tanışmalarından bu yana ilk kez, Yunus’un keyfi pek yerinde değildi, hiç yoktan bir hocayla takışmıştı, “Ömrümde böyle salak görmedim, bu herif millete zırva şeyler öğretmekten haz duyuyor!” deyip duruyordu. Hava da bahçede dolaşılacak gibi değildi. Yusuf okulun kitaplığına gitmeyi önerdi. Ancak, kitaplığın kapısından içeriye girdikten sonra, iyileşmez bir ansiklopedi tutkunu olduğunu gizlemesine olanak yoktu: başdöndürücü bir hızla, bilinmedik bir dansın devinimlerini gerçekleştirir gibi, bir ansiklopediden bir başka ansiklopediye, bir ciltten bir başka cilde gidip gelmeye, daha doğrusu uçmaya başladı. Kitaplığa girmelerinin üzerinden on dakika bile geçmeden, Yunus ünlü kahkahalarından birini daha kopardı. Sonra, çevredeki masalarda çalışanlara aldırmadan, yüksek sesle, “Bu… bu… buraya gel!” dedi. “Sana beni neden sevdiğini söyleyeceğim.”
Yusuf ansiklopedilerini bırakarak karşısına dikildi.
“Ne… ne… neden?” diye kekeledi.
Yunus elinden tutup karşısına oturttu onu.
“Çü… çü… çünkü ansiklopedileri çok seviyorsun,” dedi: “Ansiklopediler de kekemedir, onlar da her şeyi bölüp dağıtır, tıpkı benim gibi…”
Yusuf’un gözlerinden bir kuşku gölgesi geçti.
“Sen benimle dalga geçiyorsun,” dedi.
“Hayır, dalga geçmiyorum, en iyisi dağıtmaktır.”
Yusuf bu sözden pek bir şey anlamadı, gene de başıyla onayladı.
“Sağ ol,” dedi.
“Çok da güzel bakıyorsun, Britannica’nın eli ayağı olmuşsun sanki.”
Yusuf mutlulukla gülümsedi; sonra, iyice yüreklenerek, elinden tutup Brockhaus ciltlerinin önüne götürdü onu, birini alıp açtı, fazla bir açıklamaya gerek duymadan, derinlerden gelen, yumuşak ve uyumlu sesiyle, olağandışı yeteneğini bir kez daha gösterdi. Yunus, dostunun hem az da olsa bir yabancı dil daha bilmesine sevindi, hem bilgisinin yetersizliğine karşın gösterdiği büyük beceriye hayran kaldı, hem de, Refika hanımdan fazla olarak, becerisinin özellikle ansiklopedi tutkusundan kaynaklandığını anladı. Bir kahkaha daha kopardı.
“Bu pazar öğle yemeğine bize gel, bizim evde ansiklopediye doyarsın!” dedi, kendisini arabayla aldırtmak için, evinin adresini istedi, arkadaşı yalnız başına sokağa çıkmaya alışkın olmadığından, annesiyle birlikte geleceğini söyleyince, biraz şaşırır gibi oldu, ama fazla duralamadı, “İyi ya, annenle gelirsin,” dedi. “O zaman, ikinizi de yemeğe bekleyeceğiz.”
O pazar, öğleye doğru, Yunus’ların kocaman arabasından inip kapılarından içeri girdikten sonra, görkemli dairenin sahanlığında, Enis beyin gülümseyen yüzüne bakarken, onu öteden beri tanıyormuş gibi bir duyguya kapıldı Yusuf, bir tuhaf oldu. Aynı anda, Enis beyle annesinin bir an kaçamak biçimde birbirlerine gülümsediklerini ve kızardıklarını ayrımsadı. Sonra, birkaç adım ilerleyip de çevresine bakınca, evin eşyalarının olağanüstü büyüklüğü başını döndürdü. Kocaman masalar, geniş mi geniş koltuklar ve iskemleler devler ülkesinde bir eve düşmüş gibi bir ürperti uyandırdı içinde, sonra salonun tavanının yüksekliği, pencerelerinin biçimi ve boyutları şaşırttı onu, şaşkınlığını belli etmemek için başını önüne eğdi. Hiç böyle bir yer görmemişti, kolejin salonları ve eşyaları bile bu denli büyük değildi. Yunus hemen ayrımsadı şaşkınlığını, ağzını kulağına yaklaştırdı, “Bizimkiler hep kısa boyludur, ama evlerini ve eşyalarını büyük tutmuşlar,” diye fısıldadı. Yusuf yanıt verebilecek durumda değildi, gülümsemekle yetindi. Bir düşte ilerler gibi, kocaman salonun bir ucundan öbür ucuna yürüdüler. Önlerinde nerdeyse kendiliğinden açılan kocaman bir kapıdan geçip ikinci bir salona girdiler. Burada da tüm eşyalar aynı biçimde kocamandı, sanki bir kez bu koltuklardan birine oturma çılgınlığına kapılanlar hemen görünmez olacak ve bir daha dönmemesiye yaşamdan yalıtlanacaklarmış gibi bir ürperti uyandırıyorlardı insanda.
Ama tam karşıdaki duvarda, bir boydan bir boya, tavandan döşemeye, oymalı dolaplar içinde, sıra sıra dizilmiş ansiklopedileri gördü, rahatlayıverdi; ona öyle geldi ki, ansiklopediler sıradan kitaplara göre neyse, bu ev de başka evlere göre oydu; Yunus’a doğru eğildi, “Burada her şey ansiklopedilere göre,” diye fısıldadı. Gözlemini dostu da doğrulayınca, sevindi. Yunus dolapları açtı, Yusuf değişik ansiklopedi ciltlerini elleriyle uzun uzun okşadı, hayran, hiç konuşmadan. Sonra, birdenbire, okşamakta olduğu eski meşin ciltlerin Encyclopédie ou Dictionnaire raisonné des sciences, des arts et des métiers’nin ciltleri olduğunu ayrımsadı, tepeden tırnağa titredi. “Olamaz, olamaz!” diye söylendi. Gözlerinin yaşardığını duydu. Ama çabuk topladı kendini, Diderot’nun büyük yapıtına, dünyanın tüm ansiklopedilerinin en şanlısına dokunmuş bir insan olarak, hiçbir şeyden fazla etkilenmedi artık: dostunun kendi evinden belki on kat daha büyük evi de, başka türden yaratıklar için yapılmış gibi büyük ve görkemli eşyaları da, dört kişilik bir sofra kurmak dünyanın en büyük olayıymış gibi durmadan oraya buraya koşuşturan özel kılıklı uşak ve hizmetçiler de fazla etkilemedi artık onu. Yunus, koluna girmiş, “İlk kez babamın dedesinin babası başlamış bunları toplamaya; söylendiğine göre, kaçığın biriymiş, ama sonunda herkes beğenmiş yaptığını, babam da içinde olmak üzere, herkes bir şeyler eklemiş, gene de bunca ansiklopediyi nasıl bir araya getirdiklerini hep merak ederim. Öteki kitapları sorarsan, onlar da hep ansiklopedilerde adı geçen kitaplardır,” diyordu, ama o dinlemiyordu bile, büyülenmiş gibi ansiklopediler ansiklopedisine dikiyordu gözlerini.
Daha sonra, yemekte, çok uzun ve kocaman masanın bir yanına oturtulunca, hafiften ürperdiyse de, bayağı uzaktan bile olsa, dostunun kendisine gülümsediğini gördü, biraz olsun rahatladı. Bu yüzden olacak, tüm yemek süresince ona bakmayı yeğledi. Gene de, arada bir, belki yalnızca denetlenip denetlenmediğini anlamak için, gözleri Yunus’un babasından yana kayınca, üzülmüş ya da utanmış gibi, ama, hep derin bir hüzünle, annesine baktığını görüyor, içgüdüyle ürpererek başını önüne eğiyordu. Çevrelerinde dönen uşaklar da bayağı rahatını kaçırıyordu: sanki hep lokmalarını sayarmış gibi, tabakları boşalır boşalmaz hemen önlerinden alıyor, yerlerine yenilerini koyuyorlardı. Kimse karşı çıkamıyordu onlara, Enis bey bile. Yemeklere gelince, bu kadar lezzetlisini hiçbir yerde, hiçbir zaman yemediğini söyleyebilirdi, ama bunları tanıyabilecek, aralarındaki ayrımı saptayabilecek durumda değildi.
Ne olursa olsun, iki arkadaş, bu arada büyükleri, bundan sonra tüm pazarlarını Maçka’daki dairede, birlikte geçirmeye başladılar.
Bir süre büyüklerle oturduktan sonra, sanki kendi aralarındaki dostluk Refika hanımla Enis bey arasında da geçerliymiş gibi, onları baş başa bırakarak kitaplığa geçtiler hep. Burada, en sevdiği insanla baş başa olmanın mutluluğuna nerdeyse dünyanın tüm ansiklopedilerinin varlığının verdiği sevinç de eklenince, Yusuf kendinden geçti her seferinde, The New International Encyclopædia’nın, Grand Larousse Encyclopédique’in, Der Grosse Brockhaus’un, Universal Jewish Encyclopædia’nın, Enciclopedia populare’nin, Enciclopedia italiana di scienze, lettere ed arti’nin, İngilizler’in, Amerikalılar’ın, Fransızlar’ın, İspanyollar’ın, özellikle de İtalyanlar’ın daha birçok ansiklopedilerinin bez ya da meşin kapaklarını saygılı bir ürkeklikle okşadılar, boylarını ve kalınlıklarını karşılaştırdılar, zaman zaman da bir cildi usulca yerinden çekip sayfalarını ağır ağır çevirerek kâğıdın ve baskının niteliğini, düzenini ve kimilerinde gözün zor seçebildiği çizgilerden, kimilerinde doğayı bile kıskandıracak renklerden oluşmuş resimlerini incelediler, içeriği konusunda bir görüş edinmek için de uzunca bir madde seçip okumaya giriştiler. Sonra, daha Maçka’da buluştukları ikinci pazarda, Yunus her ikisi için de doyumsuz bir tür oyun çıkardı: biri bir ansiklopedi aldı, öbürü başka bir ansiklopedi: kentler, savaşlar, ünlü kişiler, büyük buluşlar konusundaki maddeleri karşılaştırdılar, sonra sıra birtakım kavramlara geldi. Gene bu ikinci buluşmada, Encyclopédie ou Dictionnaire raisonné des sciences, des arts et des métiers’nin serüvenini bir kez daha anımsayarak şu yeryüzünde her sorunun ansiklopediler aracılığıyla çözülebileceğine bir kez daha inandıktan sonra, Yusuf tüm bu ansiklopedilerin en az onda sekizinin dilini bilmememesine çok üzüldüğünü söyledi, her birini kendi dilinden okuyabilecekleri günlerin düşüne daldılar. Ama Yunus bu konuda da umulmadık çevrenler açtı onun önünde: görünüşünü çok beğendiği bir ansiklopedinin dilini bilmemenin üzüntüsünü belirttiği zaman, o, hemen, masallardaki derviş gibi, elinden tutarak “benim evim” dediği yere, girişteki küçük bir kapının ardındaki daracık döner merdivenden yalnız kendisinin oturduğu arakata götürdü onu. Yusuf salonlarda uğradığı şaşkınlıkla bir kez daha titredi: birincisinin tam tersi bir görünüm egemendi burada: masa, iskemle, dolap, yatak, kitaplık sıradan eşyalardan da küçüktü; öyle görünüyordu ki, bu eşyalar daha Yunus çok küçükken, altı yedi yaşındayken, onun boyutlarına göre yapılmıştı, ama duvarlardan birinde, saçları ortadan ayrılıp omuzları düzeyinde kesilmiş, uçları yana doğru açılan, açık renk gözlerinden anlatılmaz bir hüzün yayılan, genç, zayıf ve çok güzel bir kadını, iki yıl önce ölmüş olan annesini gösteren büyük boy bir fotoğraf, çekmecelerde, sıkı sıkı bağlanmış mektup ve fotoğraf desteleri, bir zamanlar annesinin kullandığı anlaşılan firketelerle, taraklarla, yüzüklerle, bileziklerle dolu kutular, komodinlerin üstünde gene annesinin fotoğrafları ve ufak tefek eşyaları aynı zamanda bir küçük kadının odasına dönüştürüyordu her şeyi, annenin odasında mıydı, çocuğun odasında mı, yoksa çocuk ölmüş annesinden kalan kimi eşyaları buraya mı taşımıştı, insan anlamakta zorlanıyordu.
Yusuf karşılarındaki duvarda, iki büyük fotoğraf arasında asılı gitarı gösterdi.
“Bu da annenin miydi?” diye sordu.
“Hayır, benim gitarım,” dedi Yunus.
“Gitar çalmasını da mı biliyorsun?”
Yunus dostunun sorusuna yanıt vermedi. Kalktı, duvardan gitarı alıp karşısına oturdu, çalmaya başladı. Yusuf birden büyülenmiş gibi oldu: bir çocuk ezgisine benziyordu çaldığı, ama öyle güzeldi ki, arkadaşı da öylesine güzel çalıyordu ki dinleyenin gözleri yaşlarla doluyor, zaman ve uzam duygusu silinip gidiyordu. Bitirdiği zaman, Yusuf ne geçen sürenin ayrımındaydı, ne de bulunduğu yerin.
“Biraz daha çalamaz mısın?” dedi yalnızca.
Yunus gene aynı ezgiyi çalmaya girişti. Sonra, bitirince, kalktı, gitarı yerine astı. Arkadaşının kendini toplayıp herhangi bir soru sormasına zaman bırakmadan, “Bunun adı Kuşlar,” dedi. “Benim tek bestem. Yalnız anneme çalmıştım, şimdi bir de sana çaldım.”
Yusuf, öyle donakalmış, şaşkın şaşkın kendisine bakıyordu.
“Şimdi başka şeylere dönelim,” dedi Yunus.
Bir başka odaya geçtiler, burada, saatler boyunca, sayısız dil kitapları, dil plakları arasında, bilinmeyen dilin gizlerini zorladılar ya da çalışma odasındaki kocaman radyoda, cızırtılar içinde, bilmedikleri dili konuşan insanları dinlediler. Kimi zaman, bununla da yetinmediler, arkasını okulda getirmek üzere, kafa kafaya verip ispanyolca ya da japonca öğrenmeye giriştiler, Yusuf, bu işe her girişmelerinde, her şeyi kendisiyle karşılaştırılmayacak ölçüde çabuk öğrenen, hatta, kim bilir, belki dünyanın tüm dillerini anadili gibi bilip de yeni öğreniyormuş gibi davranan, insanüstü bir yaratık karşısında bulunduğunu düşünmekten kendini alamadı.
O dönemde iki dostun sınıf arkadaşlarının hemen hepsi “Yunus’la Yusuf birbirine hiç benzemez: biri kekeler, biri kekelemez!” deyip gülerlerdi. Ama aralarındaki gerçek ayrımı çok iyi bilirlerdi. Ne de olsa, Yusuf’u hep ağzı açık, yüzünde silinmez bir gülümseme, gözlerini Yunus’un ağzına ya da gözlerine dikmiş görüyorlardı, son günlerde ona eskisinden de büyük bir hayranlıkla bağlandığı açıkça belli oluyordu: sınıfta, bahçede, yemekhanede, yatakhanede, her yerde, yürürken, ayakta dikilirken, otururken, her zaman, her durumda. Hepsi de, Yunus’un bu sınıfa adımını attığı andan sonra, sessiz sınıf arkadaşlarının tümden değiştiğini, başsız sonsuz bir şaşkınlık, bir hayranlık, bir mutluluk içinde yaşadığını biliyor, gözlerinin önünde doğup gelişmiş olan bu dostluğa çoktan alışmış olmaları gerekirken, zaman zaman, Yusuf’un Yunus’u dikkatle dinlediğini gördükçe, kendinden daha küçük bir gezegen çevresinde dönen koca bir uydu görmüş gibi şaşırıyorlardı. Ancak, bir kez daha, bunu çok da aykırı buldukları söylenemezdi. Şimdi, her konuda söylenecek bir sözü bulunduğunu, her konudan kahkahalarla gülünecek bir şeyler çıkardığını iyice anladıktan sonra, arada bir, özellikle de karşılıklı kahkahalarının ardından, birer ikişer yanlarına yaklaşıp “Gene neyin dalgasını geçiyorsunuz?” diye soruyor, böyle durumlarda daha çok kekelemesine karşın, Yunus’un cömertçe baştan aldığı öyküyü soluklarını kekelemenin dalgasına uydurarak dinlemeye başlıyorlardı. Yunus, onlarla konuşurken, elleriyle, bakışlarıyla öyküsünü bütünlemeye çalışsa bile, söylemini kısa tutma yolunda en ufak bir çaba harcamadığından, ilk günlerde olduğu gibi o sıralarda da sonuna dek dayanabildikleri enderdi: öykü fazla uzadığı ya da kendi düzeylerini aştığı zaman, karnına yalandan bir yumruk atıyor, “Ulan, Yuyunus, sen ölüyü bile güldürürsün! Şu kekemeliğin olmasa, bayağı kıyak bir herif olacaktın!” diyerek yanlarından uzaklaşıyorlardı. Yunus, gözlerinde belli belirsiz bir hüzün, bir süre arkalarından bakıyor, “Orospu çocukları!” diye söylenerek ünlü kahkahasını koyveriyor, arkasından da, şaşmaz bir yankı gibi, Yusuf’un kahkahası patlıyordu. Çocuklardan biri, şimdi iki arkadaşın ikide bir hiç kimsenin üzerinde durmadığı, yalnız adını bildiği birtakım diller üzerinde çalıştıklarını görünce, böyle bir sürü dil öğrenmeye kekemeliğin verdiği aşağılık duygusuyla giriştiğini düşündü, bunu yüzüne karşı söylemekten de çekinmedi. Yusuf oğlanın üstüne atlamamak için kendini zor tuttu. Yunus’sa, güldü yalnızca, “Be… be… belki,” demekle yetindi. Bir başkası, “Ne diye öğreniyorsun bu dilleri, anlamıyorum, konuşamadıktan sonra!” diye araya girince, Yusuf artık dayanamadı, yaşamında ilk kez, kavga etmek üzere, bir insanın üzerine yürüdü, ama Yunus ona da güldü.
Görünüşe bakılırsa, insanların bu türlü tepkilerine çoktan alışmış, buna herkesten önce kendisi gülmeyi daha bu okula gelmeden öğrenmişti. Gene de, öyle anlaşılıyordu ki, kekemeliğinin bir eksiklik, daha da kötüsü bir sakatlık gibi görülmesini içine sindiremiyor, zaman zaman, bunun tam tersine bir üstünlük, bir özgünlük olduğunu düşlüyor, belki her şeyi ötekilerden daha iyi bilişine, bu arada Yusuf’un hayranlığına bakarak doğanın kekemelikle açtığı boşluğu başka şeylerle, örneğin sezgi ve usla kapattığını, bunun sonucu olarak da kendi koşulunun başka birçoklarınınkinden daha iyi olması gerektiğini düşünmeye yöneliyor, uykusuz gecelerinde, uykuyla uyanıklık arasında gidip gelirken, yavaş yavaş bir saplantıya dönüşmeye başlayan değişmez düşünü doğrulayacak kanıtlar arıyor, sonunda bu kanıtları bulacağını da umuyordu. Nasıl bulacağına gelince, kesinlikle bilmiyordu. Yusuf’a da söz etti bundan, o da hiç duralamadan benimsedi varsayımı, ne olursa olsun, düzgün konuşmanın bir üstünlük olmadığını söyledi. Sık sık döndüler bu konuya. Bu konuşmaların etkisiyle olacak, Yunus’un kolejdeki ikinci yılının ilk tarih dersinde, her sözünü özgün ve tartışılmaz bir gerçek gibi söyleyen, bilgiç tarih öğretmeni, binyıllar arasında konudan konuya atlarken, birden dilin ve yazının kökenleri konusuna gelip de insanların çağımızdan en az yüz bin yıl önce konuşmaya başladıklarını, çağımızdan elli bin yıl önce, yani konuşmaya başlamalarından elli bin yıl sonra da yazıyı bulduklarını söyledikten sonra, insanlığın dilsizlikten dile, yazısızlıktan yazıya geçmeleri kendi kişisel başarısı ya da üç kıtada at oynatmış atalarımızın sayısız utkularından biriymiş gibi, ballandıra ballandıra anlatmaya, yazının resim kökenli olduğunu kanıtlamaya yönelen örnekler sıralamaya girişince, Yunus’un tüm bedeninde bir tuhaf titremedir başladı, sonra birden yerinden fırladı, bayağı sinirli bir sesle, “Ha… ha… hayır, ya… ya… yanlış! Ben buna inanmıyorum!” dedi, ama nicedir bir uyurgezer gibi aradığı kapının önüne geldiğinin ayrımında değildi.
Öğretmen böyle bir tepkiyle ilk kez karşılaşıyordu, horgörüyle yüzünü buruşturdu.
“Saçmalama! Bunda inanılmayacak ne var?” dedi. “Kitaplar yazıyor! Önce piktogram’lar çıktı, sonra onlardan ideogram’lar, sonra da fonogram’lar, böylece bildiğimiz yazılar doğdu. Şimdi anladın mı?”
Yunus Aksu sol elini yüzüne götürüp bir süre düşündü, sonra göğsüne bastırdı.
“Be… be… benim sorunum anlayamamak değil, ama bu… bu… bunlar varsayım!” diye kekeledi. “Bence dile o saydıklarınızdan gelindi, yani dilden önce yazı vardı.”
Öğretmen azıcık gözünü açıp da baksaydı, Yunus Aksu’nun yüreğinin göğsünü parçalamak istercesine çarptığını yüzünden anlayabilirdi, ancak kekeme öykünüsü yaparak ve söylediklerinin tersini savunarak kendisiyle dalga geçmeye kalkışan bir şakacı karşısında mı, yoksa kafası hiç çalışmayan bir öğrenci karşısında mı bulunduğu konusunda bir karara varamadı, anlattıklarında dayatmayı yeğledi.
“Bırak saçmalamayı! Herkes bilir ki dilin doğuşu yazının bulunuşundan elli bin yıl öncedir!” dedi güvenle. “Mağaralarda bunca yazı var.”
Yunus ünlü kahkahalarından birini daha attı o zaman.
“Mağaralardaki yazılar neyi kanıtlar? Kulaklarımızı kayalara dayasak, sesleri de duyar mıyız diyorsunuz?” dedi. “Herhalde ilkel toplulukların tarih öncesinden beri hep aynı ilkel topluluklar olarak kaldıklarını da düşünmüyorsunuz. Hayır. Yazı var, dil yok! Kimse de çetele tutmadı. Bence dil yazıdan çıktı, yazı dilden değil! Birinin doğduğunu, ötekinin bulunduğunu söylemeniz de bunu gösteriyor.” Bir an durup düşündü, sonra anlatılmaz bir biçimde gülümsedi. “Her şey işte o zaman bozuldu!” diye ekledi.
“Oğlum, hiç duymadın mı sen, önce söz vardı,” dedi öğretmen. “Hristiyanların kutsal kitapları bunu böyle söyler.”
Yunus Aksu tarih öğretmeninin yüzüne acır gibi baktı, ama acımadı.
“Be… be… bence yalan,” dedi. “Öyle olsa, başlangıçta insanın da olması ve bülbül gibi konuşması gerekirdi. Başlangıçta, yani bundan yüz bin yıl önce değil, çok daha önce.”
Tarih öğretmeni kürsüye bir yumruk indirdi o zaman.
“Tüm tarih ve dilbilim kitapları böyle yazar!” dedi.
Yunus gene gülümsedi.
“Hepsini okudunuz mu?” diye sordu.
Tarih öğretmeni bir yumruk daha indirdi kürsüye.
“Çık dışarı!” diye bağırdı. “Hemen çık dışarı!”
“Ama kutsal kitap doğruysa, tarih ve dilbilim kitapları yanlış; tarih ve dilbilim kitapları doğruysa, kutsal kitap… Benim bunda hiçbir suçum yok, efendim.”
“Çık dışarı dedim sana!”
Yunus, hocanın sesinin kinle titremesine karşın, derin bir mutluluk içinde, gülümseyerek kapıya doğru yürüdü, tam çıkacağı sırada, geriye döndü.
“Sö… sö… sözlerimi anlayamamanız çok acı, hocam; benim için değil, sizin için!” dedi.
“Çık dedim sana!” diye haykırdı öğretmen, önündeki kitabı var gücüyle Yunus’a doğru fırlattı.
Yunus kitabı havada yakaladı, özenle kapatıp en yakın sıranın üzerine bıraktı; yüzünde mutlu bir gülümseme, öğretmeni ve sınıfı selamlayıp çıktı kapıdan. Birkaç dakika sonra, okul müdürüyle burun buruna gelince de silinmedi gülümsemesi.
Müdür ders saatinde neden sınıfta olmadığını sordu. O da, hep gülümseyerek, bu soruyu tarih öğretmenine yöneltmenin daha doğru olacağını, çünkü onun hiç kekelemeden, yani ezbere konuşmayı iyi becerdiğini söyledi. Müdür gülümsedi, elini Yunus’un omzuna koydu, “Şimdi de bu mu çıktı?” dedi. “Benden sana baba öğüdü: hocalarla zıt gitme!”
Yunus mutluluktan uçuyordu.
“Haklısınız, efendim: bir nasihatte bin musibet vardır,” deyip bahçeye doğru yürüdü.
Buluşunun tadını çıkarmak istiyor, bahçede, ağaçlar altında, hiçbir şeye bakmadan yürürken, “Daha önce bunu nasıl düşünmedim?” deyip duruyordu. Yusuf’a da yineledi bunu. Ama kekelemeden konuşanlar kalabalığının gurur duyduğu anlaşılan dilin ortaya çıkışını bir bozulmanın başlangıcı olarak göstermesi, bir de, yazıdan sonra geldiğini söyleyerek, insanlığın uzun tarihinde dilin görece yeni bir kurum olduğunu, dolayısıyla doğal bir veri sayılamayacağını, bunun sonucu olarak da kekemeliğin bir sakatlık olmadığını anıştırmış olmak hoşuna gidiyordu. Ancak, tüm bunlarla nicedir kafasını karıştıran arayış arasında doğrudan bir bağ kurmayı usundan bile geçirmemişti. Dersten atıldığı sırada, çok yakında böyle bir etkinliğe gireceğini söyleseler, kahkahalarla gülerdi.
Ama, o günden sonra, Yunus’la Yusuf’un, bir ölçüde de tüm okulun yaşamında, yepyeni bir dönem başladı: kimilerine göre bir uydurmaca, kimilerine göre bir kurmaca, iki arkadaşa göre de bir araştırma ve bulgulama dönemi: iki arkadaş, özellikle pazar günleri, ansiklopedilerde ve kitaplarda hep ilginç kuramı doğrulayacak bilgiler aradılar. En sonunda, bir gün, akşamüzeri, kuramlarını kanıtlamaktan umutlarını kesmeye başladıkları bir sırada, Yunus, gözleri çakmak çakmak, “Buldum! Buldum! Buldum!” diye haykırdı, sonra, elindeki kitabı dostuna uzatmak varken, kekeleye kekeleye okumaya başladı: değişik dönemlerde, değişik düşünürler yazının dilden önce bulunduğunu öne sürmüşlerdi. Örneğin Fransa’da, daha on yedinci yüzyıl başlarında, Vigenère ile Duret coşkuyla savunmuştu bu kuramı, örneğin yirminci yüzyılda Jacques van Ginneken’in aynı kuramı aynı coşkuyla, hem de daha güçlü kanıtlarla savunduğu görülmüştü. Ona göre, ilk piktogram’lar elin devinimlerini yansıtmaktaydı, yazı da, çok daha sonra eklemlenimli diller de bu devinimlerden kaynaklanmıştı. Kanıtı da en eski Çin harflerinin büyük bölümünün bu devinimleri göstermesiydi. Leibniz’in, bilerek ya da bilmeden, Çin yazısını uluslararası dil olarak önermesinin nedeni de bu olmalıydı: Çin yazısı ilk ve doğal yazıydı. Savın yanlışlığını kanıtlamaya kalkanlar da vardı kuşkusuz, ama onlar umursamıyordu: bu kadarı yeterdi. Yusuf kalktı, hiçbir şey söylemeden kucaklayıp havaya kaldırdı dostunu. Gözlerinde sevinç gözyaşları, yanaklarını öpüp usulca yere bıraktı.
Ertesi gün, okulda, önlerine gelene allayıp pullayıp anlatıyorlardı büyük buluşlarını. Daha doğrusu, bu iş için belirledikleri yöntem uyarınca, Yunus kuramı açıklıyor, Yusuf da, onun belleği çok sağlam ve konuşması çok düzgün destekçisi olarak, kuramın kanıtlarını sıralıyordu. Sınıf arkadaşları, başka sınıflardan meraklı öğrenciler, kafaları iyice karışmış bir durumda, anlatılanları dinliyor, bir türlü kesin bir kanıya varamıyor, ama içlerinden biri nicedir kesin olarak benimsenmiş görünen bir saptamayı böylesine sarsabildiği, İngiliz ve Amerikalı öğretmenler arasında bile hiç kimse karşısına çıkamadığı için gurur duyuyorlardı. Bir öğrenci topladığı kanıtları kendisini sınıftan atan tarihçiye göstermesini salık verdi. Yunus “Boş ver, değmez!” demekle yetindi. Ama genç bir ingilizce öğretmeni, “Senin van Ginneken kesinlikle yanılıyor,” deyince, kuşkusuz hep kekeleyerek, ama güven içinde, “Bence hiç de yanılmıyor, ama benim kuramım onunkinden farklı, efendim,” diye yanıtladı. “Ben önce söz yoktu demedim hiçbir zaman; bana göre, başlangıçta, söz yalnız insan için değil, tüm yaratıklar için vardı.”
Yunus daha önce hiç usuna getirmemişti böyle bir şeyi, nerdeyse hiç düşünmeden, birdenbire, bir savunma güdüsüyle söyleyivermişti, ama, hemen o gün, dostunun da desteğiyle, kuramını geliştirmeye başladı: evet, söz her zaman vardı, ancak, başlangıçta, hayvanlar için olduğu gibi insanlar için de eklemlenimsiz bir söz, yani bir tür ötüş söz konusuydu, kimi insanlar, dilin yetersiz kaldığı kimi durumlarda, kimi hayvanların da yaptığı gibi, el ve yüz devinimlerini kullanmaya başlamış, devinimlerin yaygınlaşıp ortak özellikler kazanması üzerine, işin içine somut nesneleri de katarak piktogram denilen yazıya geçmiş, yazıdan da zaman içinde eklemlenimli dili çıkarmışlardı.
Amerikalı genç öğretmen bayağı etkilendi bu sözlerden, sevgiyle saçlarını okşadı Yunus’un, “Ama devinimlerden yazıyı çıkarmanın gereğini açıklamak hiç de kolay görünmüyor, dostum,” dedi.
Yunus bir süre düşündü.
“İnsanlar karşı karşıyayken, şimdi bizim konuştuğumuz gibi konuşmaya da, yazmaya da gereksinimleri yoktu, ama, karşı karşıya gelememeleri durumunda, anlamlı devinimleri taşa, toprağa çizmelerinden daha doğal bir şey olamazdı,” dedi.
“Olabilir, ama, biliyorsun, bugün bile dünyanın kimi yerlerinde yazısız toplumlar görüyoruz,” dedi Amerikalı.
Yunus bir an duraladı, sonra, kararlı bir biçimde, ama hecelerini her zamankinden çok daha fazla yineleyip aralarını çok daha fazla açarak “Bunlar hep tarihsiz toplumlar, efendim,” diye yanıtladı, “yazıyı söze geçtikten sonra bırakmadıklarını kim ileri sürebilir?”
Amerikalı gülümsedi.
“Tam inandım diyemem, ama sen başka türlü bir çocuksun, burası kesin,” dedi.
Yunus’un utkusunun kesinlenmesi için bu kadarı yetti de arttı bile: bundan sonra, daha bir güvenle girişti araştırmasına. Hiç kuşkusuz, bu konuda ansiklopedilerin ve kitapların istenen kanıtları sağladığı söylenemezdi, ama o, genel bir kandırmaca karşısında bulunduklarını kesinledi, ansiklopedilerde ve kitaplarda bulamadığını gene ansiklopedilere ve kitaplara dayanarak kendisi üretti. Sınıf arkadaşları tarih öğretmeniyle tartışmasını sürekli bir şaka konusuna dönüştürüp de dostuyla koyu söyleşilere daldığı her seferde, “Gene neler kesiyorsun, kuramcıbaşı?” dedikleri ya da ondan bu tartışmada ortaya attığı görüşün gerekçelerini istedikleri zaman, bir tür meydan okumayla, yüzlerden giysilere, yollardan evlere ve baltalara varıncaya kadar, ortamın tüm ayrıntılarına da girerek, daha konuşma evresine ulaşmamış insanların bildirişim için çizdikleri resimlerin ister istemez belirli bir yalınlaşmanın ardından tek biçimliliği, tek biçimliliğin de yinelemeyi getirdiğini, bunun sonucu olarak, tarihöncesinde benzerleri çok bulunan bir öykünmeyle, artık gösterdiklerine hiç benzemeyen resim birimlerinden belirttiklerine hiçbir zaman benzemeyecek olan söz birimlerine, yazının gittikçe daralmış kalıplarından bu daralmışlığı her zaman sürdürecek olan dilsel kalıplara gelindiğini anlattı, arkasından, sanki dil yaratılırken kendisi de oradaymış gibi, uzun ve karmaşık betimleme ve açıklamalara daldı, sonra, belleği ya da imgelemi çenesine direnmeye başlayınca, ünlü kahkahasını koyverdi. Hemen her seferinde de sözlerini, “Benim bunda bir suçum yok!” diye bitirdi. Hiç kuşkusuz, sık sık yinelenen kahkahalarının sezdirdiği gibi, Yunus’un her şey gibi kendi varsayımını da fazla önemsemediği düşünülebilirdi, ama, biraz da çevresindekilerin kışkırtmasıyla, gittikçe daha coşkulu, gittikçe daha güvenli konuştu.
Konuşmakla da kalmadı: bir gün, yaşlı türkçe öğretmeninin verdiği serbest yazı ödevinde, yeryüzünde en gelişmiş dilin kuşların dili olduğunu, insanların konuştuğu dile gerçek bir dil bile denilemeyeceğini, çünkü gerçek dillerini çoktan yitirdiklerini, bu açıdan bakılınca, hayvanlar arasında en geri türü oluşturduklarını anlattı. Beklediği etkiyi de fazlasıyla sağladı: bir hafta sonra, kâğıdını verirken, yaşlı öğretmenin elleri titriyordu. “Okurken başım döndü, uydurmacılığın da bir sınırı olmalı!” dedi. Ama, hemen arkasından, ileride iyi bir ozan olabileceğini söyleyince, Yunus sinirlendi. Tartışma uzadıkça uzadı. Sonra Yunus, gerekçesini kimsenin anımsayamadığı bir sıçramayla, kekemeliğin bir geçiş dönemi olduğunu ve insandan çok kuşlara yakınlığı belirttiğini kesinlemeye dek götürdü işi. Sınıfta bir kahkaha koptu. Hoca da bu kahkahayı yengisinin göstergesi olarak değerlendirdi. “Tamam, Kuşların Oğlu, böyle saçmalıklarla uğraşma artık!” diyerek tartışmayı kesti.
Yusuf Aksu, o günün akşamı, kolejin bahçesinde, yaşlı bir çamın dibinde, Yunus’un kendisine kekemelik konusunda kekelemesini büsbütün abartarak anlattıklarını hem apaçık, tartışılmaz bir gerçeğin anlatımı, hem benzersiz bir ezgi gibi dinledi, her zaman da öyle anımsadı. Öyle ki, yıllardan sonra bile, biraz kendini zorlasa, sözcüğü sözcüğüne yineleyebilirdi hepsini. “İnan bana, kekeme kesik kesik konuşur, sözcükleri parçalar durur, ama konuşması insanların ilk dilinden, insanların tıpkı kuşların dili gibi kesintisiz dilinden bir şeyler saklar, en azından onun özlemini taşır,” demişti. Ona göre, hecelerin ve sözcüklerin arasındaki sessizlikler hiçbir zaman boş değildi, belki bir ölçüde sözcüklere koşut olan, ama onlarla örtüşmeyen, onları aşan anlamlarla doluydu, yani sözcüklerin arasına dolan sessizlikler sözcüklerin söylediğinin çok daha fazlasını söylerdi, yani, dinlemesini bilenler için, kekemelik çok seslilik ya da çok boyutluluktu, dilin yoksullaştırıcılığını aşma çabasıydı. “Anlam hep aralıklardadır,” diye bitirmişti.
Bu noktaya geldikten sonra, durması söz konusu olamazdı artık. Durmadı da; tam tersine, kaptırdıkça kaptırdı bu işe kendini, bir görünge oyunuyla, varsayımlar arasına bir varsayım daha sokuşturmakla kalmıyor da tarihi baştan düzenliyormuş, daha da iyisi, dünyayı yeni baştan kuruyormuş gibi coşkuluydu. İşin ilginç yanı, bu konudan söz ederken daha az kekeliyormuş, hatta, kendini iyice kaptırdığı anlarda, bayağı akıcı konuşuyormuş gibi geldi ona. Biraz da bu nedenle, hem sesini büsbütün yükseltti, hem de varsayımını evrenin tüm canlılarını kapsayacak biçimde genişletti. Yusuf bir gün kuramından hiç kuşku duyup duymadığını sorunca da “Üzerinde durmuyorum,” diye yanıtladı. “Doğruyu söylemesek de sırf herkesin söylediğinin dışında kalan bir şey söylemekle bile boyun eğmediğimizi göstermiş oluyoruz: seninle ben boyun eğenlerden en az bir parmak daha yukarıdayız.”
Böylece, bahçenin kocaman ağaçlarının gölgesinde ya da kitaplığın rahat bir köşesinde, hemen her zaman Yusuf’a, arada bir de çevresinde toplanmış dört beş okul arkadaşına, evrenin tüm canlılarının, bu arada insanların, daha ilk ortaya çıktıkları günden başlamak üzere, kendilerine özgü bir sesleri, kendilerine özgü bir söyleme, bir kendini anlatma biçimleri, en kestirme deyimiyle, bir ötüşleri bulunduğunu anlattığı görülüyordu.
“Nasıl herkesin kendi sesi varsa, tıpkı öyle,” diyordu. “Her hayvanın, her böceğin kendi ötüşü, yani, sizin anlayacağınız, kendi dili var. Tüm hayvanlar da birbirlerinin, en azından türdeşlerinin dilini anlar. Ama insanlar böyle mi? Örneğin Türkiye’den çıkıp Yunanistan’a ya da Bulgaristan’a geçtiler mi birer dilsiz oluverirler, Andersen’in kuşları bile bilir bunu. İnsan dili evrensel değil, çünkü yapay. Oysa hayvanların her türünün kendi dili var, her yerde anlaşıyorlar, çünkü dilleri doğal.”
“İyi de hayvanların dili olduğunu nerden biliyorsun?” diye soruyorlardı.
“Bilmiyorum, seziyorum; ama, öyle seziyorum ki hiçbir bilgi böylesine inandırıcı olamaz,” diye yanıtlıyordu. “Bunca yaratık, at, eşek, inek, domuz, kaz, tavuk, kanarya, yılan, börtü böcek içinde, yalnız insan yitirmiş dilini, hem de bu dünyanın konuşan tek yaratığı olacağım diye yitirmiş. İşin korkunçluğunu düşünebiliyor musunuz?”
“Ama diller değişiyor, gelişiyor, kimi zaman da ölüyor!”
“Bu da onların zayıflığını ve yapaylığını gösterir. Bülbülün ötüşü değişiyor mu?”
“Ama ben inanmıyorum, buna ne diyorsun?” diyordu biri.
Yunus ünlü kahkahalarından birini daha koparıyordu.
“Ne diyeyim? Sen salağın tekisin! Benim bunda bir suçum yok!” diye yanıtlıyordu.
Çocuklar, belki elli kez, Yusuf’a dönüp onun düşüncesini sordular. O Yunus’un kuramının doğruluğundan bir an bile kuşku duymamıştı.
“Yunus yüzde yüz doğruyu söylüyor,” diye kesip attı her seferinde.
“Bu hıyar hep Kuşların Oğlu’na hak verir,” dedi biri.
Bu sözle herkesin düşüncesini dile getirdiği söylenebilirdi: Yunus’a bir Yusuf gerçekten inanmaktaydı onlara göre; buna karşılık, tıpkı kendileri gibi, arada bir bu ilginç kuramların çekimine kapılarak inanır gibi olsa bile, Yunus gibi akıllı bir çocuğun kendi uydurduğu bu aykırı masallara inanması olanaksızdı. Yusuf çok kızıyordu bu tür gözlemlere, dostunun, ansiklopedilerden söz ederken, “En iyisi dağıtmaktır!” demesine bir anlam veremediği gibi, sürekli olarak gerçeği değiştirmeye, her şeyi oyuna dönüştürmeye yöneldiğini, yaşamı bir ansiklopedi gibi “dağıtmaya” çalıştığını düşünemiyor, onun her söylediğini tartışılmaz bir gerçeğin anlatımı olarak algılıyordu. Biraz yakından bakanlar rahatlıkla sezebilirlerdi bunu. Bir gün, derste, bilgiç tarih öğretmenine kuramını özetleyip görüşünü sordukları zaman da gösterdi bunu. Tarihçi, anlatılanları horgörüyle dinledikten sonra, tiksinmiş gibi, “Salaklık bunlar!” deyip de öğrenciler Yunus’a dönerek “Peki, buna ne diyorsun?” diye sordukları zaman, umursamazlıkla gülümsedi, “Bi… bi… bir şey demiyorum, gerçeği söylüyor! Benim bunda bir suçum yok!” diye yanıtlaması, dersten sonra, başına toplanarak “Gördün mü, sen de gerçeğe boyun eğdin işte!” diye alaya başladıkları zaman da horgörüyle yüzünü buruşturup “Gerçek böyle hıyarların yalanlarının son dönüşümüdür!” diyerek önündeki japonca dilbilgisine dalması da bunu gösterirdi.
Böylece, bu kendine özgü dağıtma taşkınlığı içinde, her sözün altından kalktığı gibi, her zaman yeni açıklamalar, yeni örnekler, yeni karşılaştırmalar buldu, kendisine karşı çıkanlara gözlerini ve kulaklarını açmalarını salık verdi örneğin: sıcak yaz günleri, iyice kulak verilirse, her cırcırböceğinin ayrı öttüğü, akşamları, kumruların her birinin eşini bir başka sesle çağırdığı duyulurdu; hiç kuşkusuz, insanlar da böyleydi bir zamanlar, birbirlerini anlarlardı, üstelik, hem daha çabuk, hem daha kolay anlarlardı; sonra, başka yaratıklar bu gereği duymazken, kendilerinin de buna hiç gereksinimi yokken, şu hep en kolayı arama hastalıkları yüzünden, tekilin yerini çoğula, bireyin yerini topluma, özgünün yerini genele, derinin yerini yüzeysele verdikçe, yazıyı bulmuşlar, bununla da yetinmeyerek bildirişimin yerine bildirişimin öykünüsünü egemen kılmak pahasına, dili uydurmuş, doğadan ve doğallıktan kopmuşlardı. Dil tarihöncesi insanının ötüşünü hiçbir zaman veremezdi, değil vermek, onu tasarlayabilmemiz için bir ipucu sağlaması bile çok zordu.
Yunus Aksu, varsayımının burasında, kuşlarla kekemeler arasındaki koşutluğu daha da geliştirdi: kekemelik bir sakatlık değildi, bir kusur bile değildi, tam tersine, insanların yazıya öykünülerek oluşturulmuş yapay dili karşısında içgüdüsel bir direnmenin iziydi, kaynağından kopmuş bir iz de değildi, bilinçsiz bir biçimde bile olsa, kaynağa dönme çabasının sürdürülmesiydi, dolayısıyla, ne kadar çelişkin görünürse görünsün, insan ötüşüne en yakın konuşma biçimiydi. İnsanlar gerçek dilin kökenlerine ulaşmak istiyorlarsa, işe kekemeliği incelemekle başlamaları gerekirdi. Bu varsayımı ortaya atmasından birkaç gün sonra, arkadaşlarından biri, hem de kuramlarıyla en çok dalga geçeni, dilbilimcilerin daha az çaba ilkesi diye bir ilkeden söz ettiklerini, kekemeliğinse, konuşma çabasını birkaç katına çıkardığını söyleyerek kendisini alaya almaya kalktı. Ama o ünlü kahkahalarından birini daha kopardı.
“Biliyorum, biliyorum,” dedi. “Dilbilimciler olayı açıklarlar da nedeninden hiç söz etmezler: daha az çaba ilkesi insanların içinden hâlâ silinmemiş olan kökene, yani doğala dönme özleminin belirtisidir.”
“Ya kekemelik?”
“Kekemelik özlemin daha ileri bir aşamasıdır.”
“Yani, sana göre, kekemeler bir üstün tür mü oluşturuyor?”
“Evet, bir bakıma. Beğenemedin mi?”
Dinleyenler kahkahalarla güldüler.
Ama Yusuf, gözleri gözlerinde, tartışılmaz bir gerçeği öğrendiğinden bir an bile kuşku duymadan kendisini dinlerken, dostunun kuramına bir ayrım da kendisi kattı, “O… o… o… ozanlarınki gibi,” dedi.
“Çok güzel! Tam üstüne bastın!” diye atıldı Yunus: ozanlar da, hecelerle, uyaklarla uğraşırken, bilerek ya da bilmeden, benliklerinin derinlerinden gelen bir yönelimle, her bireyin kendine özgü türküsünün yerini almış olan yapay dile başkaldırır, insanın ilk sesini ararlardı; bir bakıma, onlar da birer kekemeydi. “Müzik de böyledir,” dedi. “Şöyle can kulağıyla bir Mozart ya da Ravel ezgisi dinlerseniz, sezersiniz: ezgiler de hep aynı özlemi dile getirir, ilk dile dönme özlemini.”
Yunus önermesinin tersinin de doğru olup olmadığını araştırmadı; ama, tıpkı ozanlar gibi, o da zoru denemeye karar verdi: kekelemenin yazıdan sonra doğmuş yapay dilin payını indirgemek, hiç değilse insanın doğal dilinin başlangıçta nasıl eklemlendiğini kavrama yolunda bir çaba olduğunu gösterebilmek için her şeyin altında onun izlerini aramaya başladı. Hiç kuşkusuz, amacını gerçekleştirmek için fazla olanak yoktu elinde; ama elinde fazla olanak yok diye kollarını kavuşturup oturacak değildi. Önceleri, dostuyla birlikte, daha çok ansiklopedi okuyabilmek için giriştiği işi: yeni yeni diller öğrenmeyi yaşamın temel gizlerinden ya da, kendi deyimiyle, “insanlığın dönüm noktalarından” birini kavramak amacıyla, büsbütün hızlandırarak sürdürdü artık: yeni bir dil öğrenmenin, yeni bir dilin sözcüklerini kekelemenin, ilk bakışta zorlama ve yapay görünmesine karşın, bizi yapay dillerin bu denli dizgeleşmediği, insanın kendi doğal türküsüyle yeni yeni taşlaşmaya başlayan yapay dil arasında bocaladığı dönemlere götürmesi gerektiğini düşündü. Sonra, işi ilerlettikçe, düşündüğüne inanmaya başladı. Öte yandan, ona göre, kekemeler, özel yaradılışları gereği, yapay dile ayak uydurmakta zorluk çektiklerinden, kendisinin değişimi başkalarından daha iyi kavrayacağına inandı. Böylece, Yusuf’la birlikte, insan ötüşüne daha yakın gibi gördüğü dilleri, örneğin italyancayı, çinceyi, japoncayı kitaplardan ve plaklardan öğrenmeye girişti; gene Yusuf’la birlikte, dilimizin ilk seslere yakın gibi görünen sözcüklerinin değişik dillerdeki karşılıklarını aradı; anlasın anlamasın, olanak buldukça yabancı radyoları dinledi, yapay, doğadışı, kulak tırmalayıcı, asalak sesler arasında, insanın ilk sesini yakalamaya çalıştı; arada bir yakalar gibi de oldu; ama, belki de dilin taşlaşmışlığı yüzünden, yakalar gibi olduğunu sözcüklere dökemedi. O zaman, bir yandan dilbilgisi ve dilbilim kitapları okuyarak, bir yandan imgelemini kullanarak, yapay dil konusunda söylenmiş her şeyi tersine çevirecek gerekçeler aradı, bulur gibi oldukça da sınıfta, bahçede, yemekhanede, yatakhanede, her yerde, yüksek sesle söyledi. Örneğin, ayrı ayrı dillerin doğması toplumları düzelmez bir biçimde bölmüştü, şimdi de her biri, kendi içinde, bireyleri bölüyordu, çünkü, nesneleri kendilerine doğal bir bağla bağlanmayan seslerle adlandırdığından, seslerin nesnelerden bağımsız olarak, en saymaca biçimlerde düzenlenmesini önleyebilecek herhangi bir düzeneği de bulunmadığından, yalanı olanaklı, olanaklı da söz mü, egemen kılıyor, gerçek bildirişimi önlüyordu. Öyleyse tüm bu yapay dillerin gerçek bildirişimi önlemeye yönelik birer tuzak olduğu söylenebilirdi. Dilcilerse, dilin tüm bu açmazları konusunda bizi uyarmaları, daha yalansız bir bildirişime ulaşmanın yollarını araştırmaları gerekirken, her şeyi çorbaya çeviriyorlardı: örneğin, durup dinlenmeden yineledikleri gibi, dilin bir dizge olduğu doğruysa, ister istemez kapalı olması gerekirdi, kapalılığıysa, sayıca sınır tanımayan adlar değil, hem sayıca çok sınırlı kalan, hem de aralarında bir ölçüde mantıksal bağlar bulunan adıllar ve adıllar gibi öğelerin sağlaması beklenirdi; ama onlar, ağız birliği etmiş gibi, adların adılların değil de adılların adların yerini tuttuğunu söyleyerek gerçeği yüz seksen derece tersine çeviriyorlardı.
İlk çıkışında, dilin yazıdan doğduğunu söylediği zaman, tarih öğretmeni Yunus’u sınıftan dışarı atmıştı; bu son çıkışında, yaşlı türkçe öğretmeni Rıza bey anlayış gösterdi: aykırı önermesini iki kez üst üste baştan anlattırttı, sonra, “Yani sen adıllar adların yerini değil de adlar mı adılların yerini tutuyor diyorsun?” diye sorup “Evet, öyle diyorum, hocam, adlar adılların yerini tutuyor, yani geçici olarak onların yerine kullanılıyor: o dedik mi sizden ve benden başka herkes girer işin içine, ama Veli dedik mi bu Veli sayısız o’lardan yalnızca biridir, onun sayısız durumlarından biridir, yani onun yerini tutar!” yanıtını alınca da gene anlayışla güldü, bildiği kadarıyla, kitapların bunu böyle yazmadığını söyledi. Yunus’sa, usulca Yusuf’un kolunu dürttükten sonra, “Hocam, bunu yalnız ben söylemiyorum, koskoca Ferdinand de Lesseps de böyle söylüyor,” dedi.
“O da kimmiş?” diye sordu Rıza bey.
“Süveyş kanalını açan adam.”
“O kendi kanalıyla uğraşsa, daha iyi olmaz mıydı?”
“Ferdinand de Lesseps aynı zamanda büyük bir dilciydi, hocam; gerçek ve özgün bir dilciydi.”
“Ben duymadım.”
“Dilciydi, hocam.”
“Ben de değildir demedim, ama bizim dilbilgisi kitapları bize bu adamdan hiç söz etmiyor,” dedi Rıza bey.
Yunus Aksu kendi savını da yaralamak pahasına, ünlü kahkahalarından birini daha kopardı o zaman. Sınıf da onu izledi. Rıza bey kızdı, daha dersin bitmesine en az on dakika bulunmasına karşın, çıkıp gitti. Zorlu bir alkış koptu; çocuklar, bir ağızdan, “Yaşa, Kuşların Oğlu!” diye haykırdılar. Yunus kalktı, alışılmış oyunculuğuyla, gol atmış futbolcular gibi, yumruğuyla aşağıdan yukarıya doğru bir eğri çizerek arkadaşlarını selamladı. Hiç kuşkusuz, sınıfta ve bahçede sık sık yinelenen bu alkışların birer alay belirtisinden başka bir şey olmadığını biliyordu; ama artık iyiden iyiye kaptırmıştı bu oyuna kendini, arkadaşlarının alayı da, öğretmenlerinin eleştirileri de hoşuna gidiyor, en azından tutumunu daha da kesinleştirmesine yardımcı oluyordu. Aykırı önermelerini çoğalttıkça çoğalttı böylece, varsayımlar birbirini bütünlemeye, kopuk kopuk karşı önermeler, çok bulanık bir biçimde, dizgeye benzer bir şeyler oluşturmaya yöneldi. İyice güvene geldi o zaman, öğretmenler dil konusunda ne söyledilerse, hepsinde karşı çıkılacak bir şeyler buldu. Yusuf da, genellikle pek konuşmamakla birlikte, her söylediğine katıldı. Sınıf arkadaşlarına gelince, karşı çıktığı öğretmene besledikleri duyguya ya da o günkü havalarına göre, kendisini desteklediler ya da yerdiler. İngilizce öğretmeniyle giriştiği uzun bir tartışmadan sonra, basketboldan başka hiçbir şeye kafa yormayan, çok uzun boylu bir arkadaşı gülümseyerek yaklaşıp elini başının üstüne koydu, “Yaşa be, Kuşların Oğlu, sen bu işin kitabını yazacak adamsın!” dedi. “Doğru dürüst konuşamadığına, üstelik, yazının dilden önce geldiğini savunduğuna göre, otur da yaz bari!” Yunus kahkahalarla gülerek göğsünü kabarttı, “Evet, bir gün, çok yakın bir gelecekte, boyum bir doksan olunca, ben de bir kitap yazacağım: Evrensel dilbilim,” diye yanıtladı. “Bu kitapta, insanlardan kuşlara, balıklara, böceklere, hatta otlara değin, tüm canlı varlıkların dilini anlatacağım!” Dinleyenler güldüler, hep bir ağızdan, üç kez üst üste, “En büyük dilci bizim dilci!” diye bağırdılar. “Türkiye seninle gurur duyuyor!”
Bir sessizlik çöktü ortalığa. O zaman, çocuklardan biri, Sarı Selim, gözünün içine baka baka, “Hepsi çok güzel, çok hoş da en büyük dilcimiz bir kekeme! Gel de bu ülkede kalkınma bekle!” dedi. Şakanın da bir sınırı olmalıydı: Yunus, okula gelişinden bu yana, ilk kez sinirlendi.
“Bu… bu… bu sınıf bir tımarhane,” diye homurdandı.
“Ağzını topla!” dedi Sarı Selim.
Yunus bu kez gülümsedi.
“Deliyi tımarhaneye koymuşlar da dünya varmış demiş, tıpkı senin gibi,” dedi, arkasını döndü, Yusuf’u da alıp ağır ağır uzaklaştı, bir daha da bu Sarı Selim’in yüzüne bakmadı.
Ne var ki her ilişki böyle kolaylıkla kesilemiyordu. Yunus, o yılın ortalarına doğru, kolejin kızlar bölümünden, kendi yaşında, ama kendisinden en az yirmi santim daha uzun bir kıza tutulduktan sonra anladı bunu. Yusuf, arkadaşının durmamacasına bu kızdan söz etmesine, odasında gitarının yukarısına, yani annesinin fotoğrafının tam karşısına, onun küçücük bir vesikalıktan büyütülmüş, kocaman bir fotoğrafını asmasına bakarak, dostluklarının artık eskisi gibi sürmeyeceğini, gittikçe daha az görüşeceklerini düşündü: Yunus’a öylesine hayrandı ki onun ilgi duyduğu bir kızın sevgisine hemen karşılık vereceğinden, onu başkalarından koparıp zamanını kendisiyle geçirmesini sağlamak için elinden geleni yapacağından kuşkusu yoktu. Ayrıca, Yunus’un kendisini de sürüklediği kimi arkadaş toplantılarında, boyunun kısalığına, konuşmalarının yoruculuğuna karşın, nerdeyse tüm kızların hep onun çevresinde döndüğüne sık sık tanık olmuştu. Onun kızlar üstündeki karşı konulmaz etkisini arkadaşları hep kıskanmışlar, ama kendisinin onlar karşısında genellikle ilgisiz kalmasına bir anlam verememişlerdi. Bu yüzden olacak, bu “yıldırım aşkı” herkesi şaşırtmıştı: Kuşların Oğlu nasıl olurdu da bunca kız arasında Canan gibi bir köylüyü seçerdi ki? Sınıf arkadaşlarından biri kendisine de sormuştu bunu. O zaman, hiçbir şeye kolay kolay kızmayan Yunus, boyuna bakmadan, arkadaşının üstüne yürümüş, ama, ne o gün, ne başka bir zaman, herhangi bir yanıt vermemişti.
Ne olursa olsun, başlangıçta her şey çok iyi gitti. Hatta Yunus’la görüşmeye başladıktan sonra, tüm arkadaşları kızcağızın ortalıkta sarhoş gibi dolaşmaya başladığını söylüyor, “Köylülüğünün üstüne bir de Kuşların Oğlu binince, bizimki feleğini şaşırdı,” diyorlardı. Her fırsatta birlikte olmaya can attıkları da ortadaydı: iki arkadaş kimi hafta sonları görüşemez oldular. Yusuf tam üç hafta süresince bir kez bile Kuşlar’ı dinleyemedi. Maçka’da, arakatta buluştukları ender zamanlarda da Yunus ozanlığın ve kekemeliğin kaynağını bir yana bırakarak hep bu kızdan söz etmeyi yeğledi. Anlaşılan, kötü tutulmuştu: bu kızdan uzakta kalmaya dayanamıyor, hep ondan söz ederek yokluğunun yarattığı sıkıntıyı biraz olsun bastırmaya çalışıyordu. Bulduğu bir başka çözüm de yanından her ayrılışında ondan bir şeyler almaktı: bir fotoğraf, bir mendil, kala kala ucu kalmış bir kurşunkalem, çayını karıştırdığı kaşık, yarım bıraktığı ekmek dilimi. Vesikalık fotoğrafını büyüttürtüp annesinin fotoğrafının karşısına astığı gibi, bu ufak tefek nesnelerin kimileriyle masasını ya da kitaplığının raflarını süsledi, kimilerini de masasının alt çekmecesinde ya da ceplerinde sakladı, derslerde canı sıkıldıkça çıkarıp baktı, çevrelerinde dönerek tutkusunu alaya almaya kalkanlara kulak bile asmadan, sesini alçaltmaya da gerek görmeden, dostuna bu küçük nesnelerin ilginç öykülerini anlattı durdu.
Bir pazartesi sabahı, çok daha gözüpek bir adım attı: sırtında sevgilisinin kırmızı kazağıyla geldi okula. O günlerde, bir erkek öğrencinin kırmızı kazakla dolaşması görülmüş şey değildi; üstelik, bu kazak hem kendisine bayağı büyük geliyor, hem de ne zamandır biçimini aldığı genç kız göğsünün çıkıntılarını belli ediyordu. Çocuklar çığlıklar kopararak çevresinde toplandılar. Orasından burasından, özellikle de göğsündeki şimdi içi boş çıkıntılardan tutup çekiştirmeye kalkanlar oldu, yumruklarla, tekmelerle dağıtmaya çalıştı onları. Ne olursa olsun, arkadaşlarının bitmez tükenmez alaylarına, öğretmenlerin şaşkın ya da kızgın bakışlarına aldırmadan, tüm hafta boyunca, göğsünü gere gere giydi kırmızı kazağı.
Ama, olay öyle büyüdü, öyle dallanıp budaklandı ki, o haftadan sonra, Yunus sevgilisinden hemen hiçbir şey koparamadı, onunla haftada iki gün buluşmak da erişilmez bir düş oldu. İkide bir telefona sarılıp aradı onu, buluşmak için sıkıştırıp durdu, ama bu ayrıcalığa çok seyrek ulaşabildi. İşin şaşırtıcı yanı, kız sanki istemediği için değil de önüne çıkan korkunç bir engeli aşamadığı için geri çeviriyordu kendisini. Çok seyrek bir biçimde, ıssız ve uzak yerlerde, çok kısa süren buluşmalarında, Canan, iki gözü iki çeşme, bu ilişkinin geleceği olmadığını, sanki bir aradalarmış gibi, ayrılmanın daha uygun olacağını söyledi, bir delilik nöbetine tutulmuşçasına, dakikalar süresince, şaşırtıcı bir hızla, iki eliyle birden, yanaklarını, saçlarını, ellerini okşadıktan sonra, hıçkıra hıçkıra, arkasından gelmemesini söyleyerek hızla uzaklaştı.
Eski aşk söylencelerinin kahramanlarını ayıran engeller gibi aşılmaz bir engel vardı sanki aralarında. Oysa ne aileler arası düşmanlık, ne zenginlik ve yoksulluk, ne yerlilik ve yabancılık, ne müslümanlık ve hristiyanlık türünden bir karşıtlık söz konusuydu; kötü sonucun boylar ve konuşma genlikleri arasındaki uzlaşmazlıktan kaynaklandığını düşündürtebilecek bir belirti de yoktu ortada. Yunus, kuramının adamı olarak, yazıdan doğan dilin kurbanı olduğunu, çünkü bu dilin yalnızca yapay bir dil olarak kalmadığını, zaman içinde bir yığın asalak tutku, yalancı gerçek yarattığını, Canan’ın da bu asalak tutkuların, bu yalancı gerçeklerin etkisiyle kendisinden uzaklaştığını söylemişti dostuna. O yıllarda kendilerini oldukça yakından izlemiş, ozan yaradılışlı bir arkadaşın: Kara Özdemir’in yorumuna göre de, söylencelerdekinden daha korkunç bir güç dikilmişti iki sevgilinin karşısına: insan dili kendisini aşağılamaya kalkan ölümlüden öcünü alıyordu: kırmızı kazağın öyküsünün kızlar bölümünde dilden dile dolaşmaya başlamış olması bir yana, Yunus’un sevgilisini okuldan almaya gittiği gün, sınıftaki kızlardan biri, pencereden onu göstererek, yüksek sesle, “Canan’ın cep sevgilisi geldi!” demişti; bir başka kız, gene yüksek sesle ve sanki “cep” sözcüğü cinsellikten başka bir şey çağrıştırmazmış gibi, “Boyunun küçük olması her şeyinin küçük olduğunu göstermez, hatta bir ters orantıdan söz edenler bile vardır!” diye yanıtlamıştı. “Cep sevgilisi” sözünü kullanan kız “O zaman, o işi de konuşmaları gibi uzatırsa, Canan yandı, ya da yaşadı!” diye bağlamıştı. Bir başka zaman, iki sınıf arasındaki bir toplantı sırasında, Yunus’un kekemeliğiyle boyunun kısalığını dillerine dolayan kızların önünde, onun kekelemesinden çok, kendisinin bu kekeme çocuğu dinlemesinin izlenmesinden rahatsız olan Canan “Ne olur, buralarda bu kadar konuşma, fazla uzatma, çabuk bitir sözünü!” diye fısıldayınca, Yunus’un, başına gelecekleri usuna bile getirmeden, çınıltılı bir kahkahanın ardından, “Bu… bu… bundan kolay ne var ki?” diyerek ağızdan söyleyeceklerini hemen cebinden çıkardığı küçük defterin yapraklarına yazarak sayfalar doldukça yırtıp eline vermesi her şeyi bitiriverdi; kızlar “Bunlar gibisi Birleşik Devletler’de bile görülmemiştir: bu kumrular burun buruna mektuplaşıyor!” demeye başladılar: Canan Mersinli’ydi, en çok korktuğu iki şeyden biri dile düşmek, öbürü göze gelmekti, bu işi burada kesinlikle noktalamaya karar verdi. Sevmesine seviyordu, annesi, babası, kardeşleri de işin içinde olmak üzere, bir daha hiç kimseyi böylesine sevemeyeceğini biliyordu; gene de, değil onunla görüşmek, telefona bile çıkmaz oldu. Yunus gene yazıya başvurdu, sayfalarca mektup yazdı her gün. Ama Mersinli kız her sözcükten fışkıran bu taşkın sevinin bir korkunç yıkım getirmesinden korktuğundan, biraz da zamanla kendini gerçekten mektupların koyduğu yerde, yani çok yukarılarda görmeye başladığından, aldığı her mektup kararını biraz daha pekiştirdi. En azından, ondan uzak durmasını kolaylaştırdı. Yunus’sa, her gün biraz daha güçlenen bir tutkuyla bağlanıyordu ona. Daha sonra, kimi arkadaşlarının açıkladığı gibi, sanki sıradan bir kız değil de karşı konulmaz bir güçtü onu çeken, ne olduğu bilinmeyen bir ateşe doğru atıldığını sanıyor, ama, her seferinde, soğuk küllere bulanmış olarak doğruluyordu. Ne var ki bu düş kırıklıklarını bile gittikçe daha seyrek yaşamaktaydı.
Yunus onu ancak üç hafta sonra, kendisinin çağrılı olmadığı bir toplantıda görebildi.
Herkes eğlenirken, o bir köşeye çekilmiş, tek başına, açık pencereden dışarıya bakıyordu. Zayıflamış, hatta nerdeyse boyu Yunus’un boyuna denk gelecek ölçüde küçülmüştü. Yunus kararlı adımlarla yanına yaklaştı, elini tutmak istedi, ateş değmiş gibi geri çektiğini gördü, irkildi. Dayatmadı, “Be… be… ben…” diye kekelemeye başladı; “Sus, konuşma, hiçbir şey söyleme!” diye uyarıldı; güç de olsa gülümsemeye çalışarak cebinden defterini, kalemini çıkardı o zaman; ama, söylemek istediklerini yazıyla dile getirmeye girişince, bir kez daha uyarıldı: “Defterini alıp hemen gitmezsen, kendimi pencereden aşağıya atarım!” Yunus zorlu bir yumruk yemiş gibi sarsıldı o zaman, durduğu yerde sallanır gibi oldu. Gene de bir kez daha zorladı durumu; ancak, daha ilk sözcüğü bile yazamadan, Canan’ın gerçekten kendini pencereden atmaya yeltendiğini gördü, belki de yaşamında ilk kez, sımsıkı beline sarıldı; onu alabildiğine yumuşak bir devinimle kendine doğru çekerek kulağına eğildi, “Ta… ta… ta… tamam: anladım!” diye fısıldadı; ama fısıldaması bile bir bağırmaydı, herkes duydu. Kendisi de anladı bunu, gülümsemeye, olup bitenlere bir şaka görüntüsü vermeye çalıştı. Sonra, tıpkı geldiği gibi, kararlı adımlarla kapıya doğru yürüdü.
Tam çıkacağı sırada, kendisini aramaya gelmiş olan Yusuf’la karşılaştı, durdu, elini omzuna koydu, gözlerini gözlerine dikerek gülümsedi bir süre, sonra, birdenbire, içeride bir şey unutmuş gibi, “Ha! Gel bir dakika!” diyerek, kendisi önde, Yusuf arkasında, toplantı yerine geri döndü. Tüm arkadaşları, oldukları yerde durmuşlar, tek sözcük söylemeden ona bakıyorlardı. Ünlü kahkahalarından birini daha kopardı, konuşurken hep sol göğsüne bastırdığı elini bu kez Yusuf’un omzuna attı, “Aa… aaa… anladım,” dedi: “Sonunu bekliyorsunuz, anlatayım.” Sonra, hep gülümseyerek, ağır ağır, nerdeyse hiç kekelemeden, anlatmaya başladı: “Çocuklarım, eğer insanoğlunun homo sapiens’e doğru gelişmesinde homo erectus’un önemli bir aşama oluşturduğu doğruysa, kendisine en yakın yaratıklar dört ayaklı maymunlar değil, iki ayaklı kuşlar olmak gerekir,” dedi. Topluluğa ilk kez katılmış bir kız gülecek gibi oldu, arkadaşı kolunu sıkarak durdurdu. Yunus gözlerini bu kıza dikti. “Sonrasını hiç düşündünüz mü?” diye sordu, sonra kimi kuşların da, tıpkı insanlar gibi ve insanlarla birlikte, evcilleştikçe dillerini yitirdiklerini, dillerini yitirdikçe de birbirlerine yaklaştıklarını anlattı, önümüzdeki binyılda insanoğlundan sonra konuşacak ilk yaratıkların tavuklar olacağını muştuladı, arkasından kısa bir kahkaha daha attı. “Ben kümesten bıktım artık, uçan kuşların, yani atalarımın arasına geri dönüyorum. Hadi, eyvallah!” dedi.
“Yaşa! Kuşların Oğlu! Helal sana!” diye bağırdı biri.
Birkaç kişi de alkışladı.
Yunus yanıt vermedi. Tam kapıdan çıktıkları sırada, Yusuf’un koluna girdi.
“Senin de dikkatini çekti mi: nerdeyse hiç kekelemedim,” dedi.
“Evet, gerçekten!” dedi Yusuf.
Yunus ayaklarının ucunda yükselerek dudaklarını dostunun kulağına yaklaştırdı, ağır ağır, ama çok da kekelemeden, “Ama dağ dağa kavuşmuş da tavşanın haberi bile olmamış!” diye ekledi, tüm gücüyle sarıldı ona. Bununla birlikte, Yusuf da aynı şeyi yapmak isteyince, durdurdu onu, eliyle yalnız gitmek istediğini belirterek adımlarını hızlandırdı. Yusuf hiçbir zaman onun isteğine karşı çıkmamıştı, bu kez de çıkmadı; öyle durdu kapının önünde, köşede gözden silininceye dek arkasından baktı. Derin bir sıkıntı duyuyordu içinde: gerçeği değiştirme oyununun sonuna geldiğini, daha kötüsü, oyunu en korkunç gerçeğe dönüştürmek üzere olduğunu usuna bile getirmiyordu.
Ertesi gün, küçücük evinde, yatağına uzandıktan sonra, sanki sözcüklerin yolunu hep bu damarlar kapatıyormuş gibi, sol bileğinin damarlarını jiletle açtığını öğrendi.




III
Yusuf Aksu, cenazede, annesinin kolunda, her şey yüzde yüz tersine dönmüş gibi, kendisine gülmeyi öğreten kişinin tabutunun başında, sessiz sessiz, ama nerdeyse soluk bile almadan, sürekli ağladı. İkinci, üçüncü, dördüncü günlerde de gözlerinin yaşı durmadı, okulda da, sınıf, bahçe, yemekhane, yatakhane demeden, her yerde ağladı durdu. Geceleri, çocuklar üzerine eğilseler, yüzünde, gözyaşlarının açtığı iki parlak ve devingen yolu hep görürlerdi. Öylesine doğal ve kesintisizdi ağlaması. Bu nedenle, hiç kimse kendisini susturmaya çalışmadı, annesi bile gözlerini kurulamaya kalkmadı. Altıncı gün, bir cumartesi, sanki cenaze onların evinden çıkmış gibi, Yusuf’la Refika hanımı görmeye geldiğinde, Enis bey de bu konuda herhangi bir gözlem ya da girişimde bulunmadı: acısını çok iyi anlıyordu, çünkü kendi acısı da onunkinden az değildi. Biraz da bu yüzden, yani aynı acıyı paylaşmaları nedeniyle, onlara bir tür birliktelik önermeye gelmişti, Firuzağa’daki küçük daireyi bırakıp kendi evine yerleşmelerini istiyor, bu arada, Yunus’u yitirdiğine göre, eğer onlar için bir sakıncası yoksa, onun en yakın dostunu yasal oğul olarak kendi nüfusuna geçirtmek ve tüm varlığını ona bırakmak kararında olduğunu söylüyordu. Yusuf gene tek sözcük söylemeden sürdürdü ağlamasını: ilk günden içine doğan bir inancın etkisiyle, Yunus’tan sonra fazla yaşamayacağını düşündüğünden, bu başdöndürücü öneri pek de ilgilendirmiyordu onu. Hemen ertesi gün, annesi ortalığı şaşırtıcı bir çabuklukla toplarken de, Maçka’daki kocaman daireye yerleşirken de olup bitenlerle hiç mi hiç ilgilenmeden, sessiz sessiz ağladı gene. Koca evde, görüp de acısı depreşmesin diye, resim, kitap, eşya, Yunus’u anımsatabilecek her şey özenle toplanıp ortadan kaldırılmış, “evim” dediği arakatın kapısının önüne de iki koca dolap yerleştirilmişti. Ne var ki, dostunun acısını benliğinde duymak için, Yusuf Aksu’nun onun odasını ya da eşyalarını görmesi gerekmiyordu: yokluğu da, varlığı da hep içinde, bedeninin tüm gözeneklerindeydi. Sürekli ağlaması bundandı.
Ama, pazartesi günü, Cadillac’tan Yunus yerine dostunun indiğini görünce oldukları yerde donup kalan arkadaşlarının yuvalarından fırlamış gözleri önünde, ağır ağır okulun ana kapısına doğru ilerlerken, birdenbire gözyaşlarının kaynağının kurumuş olduğunu ayrımsadı. Bir daha hiç ağlamadı, dostunun yokluğunu nerdeyse kanında, iliklerinde duyup başını duvarlara vuracak ölçüde acı çektiği dakikalarda bile. Gene eski sessizliğini sürdürdü. Derslerde, hocalardan da gelse, kendisine yöneltilen soruları ya baş sallamalarla geçiştirdi, ya da, kaçınılmaz olunca, tek sözcüklük yanıtlar verdi, çünkü, sözlerini azıcık uzatacak olursa, o yaşarken hep onu dinlediği, dinlerken de yüreğinin vuruşundan beyninin algılama gücüne varıncaya kadar, tüm varlığını onun kekelemesine ayarlamış olduğu için, tıpkı Yunus gibi kekelemeye başlamaktan korkuyordu. Kekelemek kötü bir şey değildi kuşkusuz; tam tersine, Yunus’un ayırıcı niteliklerinden biri olduğuna göre, konuşma biçimlerinin en güzeliydi; ancak, kekeleyecek olursa, bu hiç sevmediği insanlar kendisine güler diye korkuyordu. Kendisinin gülmesine gelince, söz konusu bile değildi: Yunus’un ölümü beslendiği tüm kaynakları kurutmuş gibi, onunla gelmiş olan gülme yeteneği de yokolup gitmişti sanki. En azından, o böyle görüyordu durumu, tüm kazandıklarını yitirdiğini, Yunus’un gelişinden önceki donuk öğrenciye dönüşmekte olduğunu sezinliyordu.
Böylece, kendini fazlasıyla beceriksiz, fazlasıyla bilgisiz, fazlasıyla gereksiz bulduğundan, üstelik, Yunus’un öldüğünü duyduğu anda gelen bir esinle, kendisinin de çok yakın bir gelecekte bu dünyadan ayrılacağına inandığından, her şeye uzaktan bakıyor, hiç kimseyle hiçbir şeyi konuşmak istemiyordu. İlk günlerde, arkadaşları da pek istekli görünmüyordu buna. Yunus’un ölümü karşısında öylesine sarsılmışlardı ki onu anımsatacak bir şey yapmaktan kaçınıyor, sevgisini alaya aldıkları, böylece Canan’ın uzaklaşmasına neden oldukları için, belki de her biri bu ölümden kişisel olarak kendini sorumlu tutuyor, suçu unutmak ve unutturmak düşüncesiyle ondan söz etmemeye özen gösteriyorlardı. Gene de, yavaş yavaş, özellikle adı çalışkana çıkmış öğrenciler, bu arada kimi öğretmenler, Yunus bu dünyadan göçtükten sonra üzerlerinden bir ağırlık kalkmış gibi bir duygu içinde yaşıyor, bundan böyle yanlışlarını, saçmalıklarını ortaya çıkaramayacağını, şakalarının bayağılığını saniyesinde gözle görülür kılarak kimsenin yüzüne bakamaz duruma getiremeyeceğini düşünerek daha rahat soluk alıyor, Yusuf’a da o dönemin kötü bir anısı olarak bakıyorlardı. Bu sönük ve sessiz çocuğun günün birinde Yunus’un yerini alma olasılığına gelince, böylesine aykırı bir şeyi uslarından bile geçirmiyorlardı.
Gene de, ilk haftalardan sonra, ortaya Yunus’un karşı çıkacağı türden bir görüş atıldı mı, çoktan yerleşmiş bir özdeşleştirme sonucu, ama daha çok bir tür öç alma isteğiyle, kimi sınıf arkadaşları gözlerini hemen onun üzerine dikmeye başladılar. Daha sonra, gizliden gizliye Yunus’a yönelen bir meydan okumayla, ikide bir çetrefil sorular sordular ona. Yusuf Aksu, oldukça uzun bir süre, ya hiç yanıt vermedi, ya da “Bilmiyorum,” deyip başını çevirdi. Ama, en inatçılarından biri, babasının ne iş yaptığı sorulunca, şaşmaz bir biçimde, önce “Şoför!” yanıtını verip arkasından “Ama elli kamyonu, on beş taksisi var!” diye ekleyen Kıvırcık Besim, bir gün, Yunus’la çoktan sonuca bağladıkları bir konuda, meydan okumayı alaya dek götürünce, Yusuf birden patlayıverdi. Hem de ne biçim! Bir yandan o çok derinlerden gelen, yumuşacık ve uyumlu sesiyle, sözcüklerini duru bir su gibi art arda sıraladığını, bir yandan her sözcüğü on parçaya bölerek kekelediğini duyuyor, bir yandan da sanki Yunus ölmemiş de şu ya da bu biçimde gelip içine yerleşmiş, bu sözleri söyleyen de oymuş gibi bir yanılsamaya kapılıyordu. Uzun mu, kısa mı konuştu, hiçbir zaman bilemedi; ama, konuşması bittiği zaman, çocukların büyük çoğunluğunun gözlerinde bir hayranlık parıltısıyla kendisini dinlediğini gördü; ne zamandır ilk kez mutluluğa benzer bir şeyler kıpırdadı içinde; Yunus’un güleç yüzü gözlerinin önüne geldi; yanlış bir iş yapmış gibi kızararak başını önüne eğdi. Sonra, anladı ki benzersiz belleği bir kez daha yardımına koşmuştu: Tchang Tcheng Ming’in, Vigenère, Duret ve van Ginneken’in düşünceleri konusunda Yunus’tan dinlediklerini anlatarak çevresinde kendisine gülmek için toplanan bunca insanı büyüleyivermişti.
Tuhaf bir rastlantıyla, aynı günün gecesi, düşünde de üç aşağı beş yukarı aynı şeyi yineledi: yer aynı, yüzler aynı, soru aynı, yanıt aynıydı; ancak, bu kez her sözcüğü bedeninin derinliklerinden, belki de bilek damarlarından sökerek çıkardığını, bu nedenle, uzun uzun kekelediğini iyice ayrımsıyordu; ayrımsayamadığı tek şey kekelediği sözcüklerdi. Gene de o günün ve o gecenin anısını yalnızca bir kez yaşanan bir mutluluğun anısı olarak sakladı.
O günden sonra da kışkırtmaların altında kalmadı; zorla tartışmaya çekilince, Yunus’un benimsemeyeceğini düşündüğü görüşlere gene tüm gücüyle karşı çıktı. Böylece, gülme ve sevinme yeteneğini tümüyle yitirmiş olduğundan kuşku duymamakla birlikte, benliğine Yunus’un kattıklarının onun ölümüyle silinmediğini, daha da iyisi, şimdi Enis beyin kendisini nüfusuna geçirmesinden, bir başka deyişle, Yunus’un yasal kardeşi durumuna getirmesinden sonra, her şeyi eskisinden daha iyi kavradığını, bu arada, dostunu dinlerken belleğine yerleştirdiği ilginç bilgiler ve parlak düşünceler bir yana, ansiklopedilerden eskisinden daha çok ve daha iyi yararlandığını, öğrendiklerini de yeri geldikçe nerdeyse gerektiği gibi kullanabildiğini gördü. Hatta, zaman zaman, Yunus’tan bunca kısa bir sürede bunca çok şey öğrenebilmiş olmasına herkesten çok kendisi şaştı: çok şey biliyordu, bildiğini oldukça düzgün anlattığı da açıktı.
Hiç kuşkusuz, şimdi, Yunus öldükten sonra, hem konuşacak kimsesi bulunmadığı, hem acısını unutmak umuduyla sürekli bir şeylerle uğraşmak istediği, hem de artık aradığı her bilgiyi bulabilecek durumda olduğu için, ansiklopedilere daha çok zaman ayırıyor, her şeye hazır olmak amacıyla, sürekli olarak onlara sığınıyordu. Bu ikili destekte, Yunus’un payının çok daha büyük olduğundan kuşkusu yoktu. Zaman zaman, özellikle de bir tanımın ya da bir düşüncenin usuna birdenbire doğuverdiği anlarda, bir göz kamaşması içinde, öylece susup kaldı, bu tanımı ya da bu düşünceyi daha önce Yunus’tan dinleyip dinlemediği konusunda kuşkuya düştü; ama, hemen her seferinde, hele kişisel düşünceler söz konusu olunca, içinde kendi yerine Yunus’un düşündüğünü, Yunus’un konuştuğunu duydu hep. Bu yüzden olacak, ondan öğrendiklerini yinelerken, hep kekeliyormuş gibi bir duyguya kapıldı. Kısacası, yaşamına Yunus’un getirdiği ışığın bir parçası hep kalmıştı, sürükleyip götürüyordu onu, geri yanı zifir gibi bir karanlık bile olsa.
Ne olursa olsun, sınıf arkadaşları kendisine yıllar önce taktıkları “Hoca” adını o yıl daha sık kullanır oldular. Kendisi de, özellikle Yunus’un ölümünden bu yana, daha çok orta yaşlı bir adamı çağrıştıran seyrelmiş saçları, sararmış yüzü, zayıf bedeni, ağır devinimleriyle bu adlandırmayı haklı çıkardı. Bu arada, alışılmış sessizliğini hiçbir zaman tam olarak üzerinden atmasa bile, dillere ve dilbilime gittikçe daha çok verdi kendini. Yunus’un yapay bir buluş, bir yalan aracı diye küçümsediği dil olgusu bir bakıma onunla özdeşleşmenin başlıca yolu olarak en çok uğraştığı konu durumuna geldi. Biraz da bu yüzden, koleji bitirdiğinde, bir fakülte seçmesi gerekince, hiç duralamadan, “İngiliz dili,” dedi. Annesiyle Enis beye gelince, biricik yaşama nedeni olarak gördükleri Yusuf Aksu’ nun isteğine karşı çıkmaları söz konusu olamazdı. Tam tersine, ikisi de tüm yaşamlarını ona adamış görünüyordu: Enis Aksu, durumlarında hiçbir pürüz kalmaması için, Yusuf’u kendi nüfusuna geçirmekle de yetinmeyip Refika hanımla sessizce evlenmeye karar vermiş, kararı coşkuyla olmasa bile saygıyla benimsenmişti. Şimdi eskisinden de rahat görünüyorlardı, bazı bazı Refika hanım, köşesinde bir şeylerle uğraşırken, eskiden de olduğu gibi, “Gül yüzlülerin şevkine gel nuş edelim mey,” diye mırıldanmaya başladı mı Enis bey de, yüzde doksan, “İşret edelim yâr ile şimdi demidir hey,” diye tamamlamaktaydı, öyle ki Yusuf Aksu bir akşam rakı almak üzere evden çıkıp da bir daha geri dönmeyen adamın Enis bey ya da onu çok yakından tanıyan biri olup olmadığını düşünüyor, ama, hemen sonra, böyle saçma şeyler düşündüğü için, yüzünün kızardığını duyuyordu: en iyisi olayı şarkının çekiciliğine ya da annesinin yeni kocası üzerindeki etkisine bağlamaktı.
Böylece, Refika hanım, geleneksel tüllü şapkasını, geleneksel kara tayyörünü ve dantel yakalı ak bluzunu bir kez daha giydi, Yusuf Aksu, bu önemli gün için özel olarak yaptırtılan lacivert giysisini, tıpkı ilk kez kolejin yolunu tuttukları günkü gibi, anne önde, oğul arkada, Enis beyin kocaman Cadillac’ından inip Edebiyat Fakültesi’nin kapısına yöneldiler. Ne var ki, Refika hanım yıllar öncesinin giysisiyle belirli bir değişmemişlik yanılsaması yaratabilse bile, Yusuf Aksu, yeni ve çok sevdiği bir soyadıyla, ama burada da kalçalarına sonradan, iğreti bir biçimde takılmış gibi görünen, incecik bacaklarının üstünde, şimdiden kamburlaşmış bir sırtla, çiçeği burnunda bir üniversiteliden çok, oradan oraya koşan, gürültücü öğrenciler arasında yaşamaktan bıkmış, geçkin bir hocayı andırıyordu. İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünde, sınıfa ilk girişinde, kürsüye kurulmak yerine, sıralara yönelmesi yeni sınıf arkadaşlarını şaşırttı. Sonraki günlerde, sabahları, fakülteye benzerlerini ancak filmlerde gördükleri kocaman arabayla gelmesi, öğleleri, büyük bir olasılıkla karnını doyurmak için, en az yarım saat süresince, camlarından içi görünmeyen bu arabada kalması çevresinde yoğun bir gizlem havası yaratarak başka bir gezegenden gelmiş bir yaratık gibi görülmesine yol açtı. Sınıf arkadaşlarıyla konuşmaktan kaçınması, hatta onları görmezmiş gibi davranması da bu izlenimi artırdı. Daha çok uzaktan izlediler onu.
Kısa bir alışma döneminin ardından, usul usul yanına yaklaşarak kendisiyle konuşmayı deneyenler olduysa da tek sözcüklük yanıtlarından ölümlülerle dostluk kurmaya istekli olmadığı sonucunu çıkararak geri çekildiler; ama, fazla yorgun ve fazla yaşlı görünmesi, dolayısıyla içlerinden biri olmaması nedeniyle, tutumunu pek de aykırı bulmadılar; tam tersine, zaman zaman, kendisine yöneltilen sorulara, o herkesi derinden etkileyen sesiyle, soruldukları dile göre, yanlışsız ve vurgusuz bir ingilizce ya da türkçeyle verdiği kısa ve kesin yanıtlarla hocaları şaşkına çevirmesinden olağandışı bir öğrenci karşısında bulundukları, bugün sınıfta sözü edilen bir kitabı ertesi gün çantasından çıkararak bir yandan okuyup bir yandan satırların altını çizmesine bakarak bulduğu yanlışları düzelttiği, dolayısıyla, İngiliz dilini ve edebiyatını, İngiliz uyruklular da içinde olmak üzere, tüm hocalardan daha iyi bildiği sonucunu çıkardılar; böylece, Yusuf Aksu’ya Amerikan Koleji’nde verilen adı bu kez de onlar koydular. Eski sınıf arkadaşlarından biriyle karşılaşan bir öğrenci kolejde de aynı takma adı taşıdığını ve dil konusundaki özgün görüşleriyle tanındığını öğrendi. Bu arada, ister istemez Yunus’tan da söz edildiğinden, ya anlatan iyi anlatmadığı, ya dinleyen iyi dinlemediği için, Yusuf Aksu’ nun kimliği büyük ölçüde unutulmaz arkadaşının kimliğiyle karıştırıldı. Sonuçta, İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünün birinci sınıf öğrencileri “yaşlı” arkadaşlarına kolejlilerinkinden çok farklı bir gözle bakmaya başladılar: bir yandan dil konusunda ürettiği sanılan kuram kırıntılarını yalan yanlış demeden tüm fakülteye yayarken, bir yandan da, kolejdeki sınıf arkadaşlarınınkinin tersine bir yönelişle, olağandışı öğrenci etkinliklerini gurur ve hayranlıkla izlediler. O da kendilerini hiçbir zaman düş kırıklığına uğratmadı doğrusu.
Bununla birlikte, Yusuf Aksu yeni durumundan hiç de hoşnut değildi: fakültede birkaç tutarsız ders dinlemek için, haftanın beş günü “tatsız” bir kalabalık ortasında sürüklenmek zorunda olmanın sıkıntısı bir yana, her konu en iyi ansiklopedilerde işlendiğine göre, yapılabilecek en iyi öğrenimin ingilizcesini kusursuzlaştırmasını sağlayacak bir öğrenim olduğu düşüncesiyle girdiği bu bölümde, çelişkin bir biçimde, bir yandan verilen yabancı dil bilgisinin geldiği kurumda öğrendiklerinin çok gerisine düştüğünü, öbür yandan hocaların okunmasını istediği kitapların en büyük ansiklopedilerin en çetrefil maddelerinden bile daha karışık olduğunu, bu da yetmiyormuş gibi, zaman zaman mantığına da, o güne dek Yunus’tan öğrendiklerine de ters düşen şeyler anlattıklarını, bu konuda hocaların da kitaplardan geri kalmadığını görerek kendi kendini yiyordu. Konuşmayı öteden beri sevmediğinden, başlatabileceği bir tartışmanın nereye varacağını da bilmediğinden, tüm dersleri hiç sesini çıkarmadan dinliyor, benimsemese de belleğine yerleştirmeye çalışıyordu. Ama, bölümdeki ikinci yılının ilk günlerinde, herkesin yerine yerleşip hocayı beklediği bir sırada, sınıfa kucağında bir sürü kitapla gencecik bir hanım girip kürsüye yönelince, Yusuf Aksu neye uğradığını bilemedi: bu kadın şaşırtıcı bir biçimde Canan’a, dostunun ölümüne neden olan uğursuz kıza benziyordu. O gün bugün, nerdeyse tüm genç kadınlara içgüdüsel bir kin duymaktaydı, işin içine Canan’a benzerlik de girince, genç öğretim üyesini büyük bir horgörüyle dinledi. Ele aldığı konuyu kavramakta kendisi de zorluk çeker gibi görünüyor, “yapı”, “dizge”, “eşsüremlilik”, “artsüremlilik” gibi birtakım bulanık kavramlar çevresinde dönüp duruyordu. Sonra, “sanki bilim köke inmek değilmiş gibi” dilleri tarihe başvurarak açıklamanın neden yanıltıcı olduğunu örneklerle açıklamaya kalkınca, Yusuf Aksu kendini tutamadı artık: soru sorulmadıkça konuşmama alışkanlığını bozdu; parmak bile kaldırmadan, “Siz bu söylediklerinize gerçekten inanıyor musunuz?” diye sordu.
Genç öğretim üyesi şaşırdıysa da sarsılmadı, bu işin inanıp inanmamakla bir ilgisi bulunmadığını, çünkü açıklamaya çalıştığı kavramların büyük dilbilimci Ferdinand de Saussure’ün kuramının yöntemsel temellerini oluşturduğunu söyleyerek konuyu kapatacağını sandı. Ama Ferdinand de Saussure Yusuf Aksu için ansiklopedinin on binlerce maddesi arasında birkaç satırlık bir maddeydi yalnızca; buna karşılık, Yunus’tan dinledikleri hava ve su gibi doğal bulduğu şeylerdi, Yunus da her şeyi kökene, ilk kaynağa giderek açıklardı. Genç öğretim üyesi yeniden konusuna dönmeye hazırlanırken, o, kararlı bir biçimde, bu yollardan hiçbir yere varılamayacağını, bize gereken şeyin örneğin kuş dillerinin çözümlenmesiyle başlayacak bir “evrensel dilbilim” olduğunu, bir Türk dilbiliminin de ancak bu yola baş konulduktan sonra doğabileceğini kesinledi. Genç öğretim üyesi şaşırıp kalmıştı, büyük olasılıkla bir deliyle karşı karşıya bulunduğunu düşündü.
“Siz dili nasıl tanımlıyorsunuz?” diye sordu.
Yusuf Aksu sol elini yüreğinin üstüne bastırarak Yunus’un hocalar ve öğrenciler karşısında kim bilir kaç kez yaptığı tanımı bir de kendisi yineledi.
“İnsanları yetersiz bir sözcük dağarcığının içine kapatarak aralarında gerçek bir iletişim kurmalarını önleyen yapay bir dizge.”
Canan’a benzeyen öğretim üyesi, dudağında tuhaf bir gülümseme, hiçbir şey söyleyemeden, şaşkın şaşkın dikilirken, o büyük dostunun ölümünden birkaç gün önce Nietzsche’de bulduğu bir gözlemi anımsadı.
“Öyle görünüyor ki dil yalnızca bayağı, sıradan, iletilebilir şeyler için yaratılmıştır. Kişi sırf konuşmakla bile bayağılaştırır kendini,” dedi. Canan’a benzeyen öğretim üyesi Nietzsche’nin düşüncesini saçma bulduğunu söyleyince de Yunus’un bir başka sözü geldi usuna, “Bunu böyle anlamanız çok acı, benim için değil, sizin için!” diye ekledi.
Sınıf arkadaşlarının gözleri parlıyordu, gerçek bir dilbilim kuramının doğumunda bulunmuş gibi bir duygu vardı içlerinde. Ama bu konuda pek de donanımlı olmadığı aynı şeyleri yineleyip durmasından anlaşılan genç öğretim üyesi çabuk pes etmedi, dilin bir “bildirişimsizlik” aracı olarak sunulmasına karşı çıktı, savını doğrulayacak örnekler aradı, fazla bir şey bulamadı, sonra elindeki tebeşiri yere attı, “Ne yaptım? Tebeşiri yere attım,” dedi, arkasından, “Söylediğimi anlamayan var mı?” diyerek gözlerini öğrencilere dikti. Öğrenciler konuşup konuşmamak konusunda duralarken, Yusuf Aksu “Tebeşiri yere attığınızı söylemenize gerek yoktu, çünkü bunu hepimiz gördük!” diye yanıtladı. Sınıfta zorlu bir kahkaha koptu. Dersin de sonu gelmişti, öğrenciler Yusuf Aksu’dan çok daha genç görünen bu deneyimsiz hanımın gerekçelerini dinlemek bile istemediler. Buna karşılık, biraz da hocalara duydukları öfkenin etkisiyle, sınıfta, koridorlarda, kantinlerde, kahvelerde, sürekli Yusuf Aksu’yu konuştular, çok özgün görüşleri bulunan, gerçek bir düşünür, yerini ve zamanını şaşırmış bir araştırmacı olarak değerlendirmeye başladılar onu.
Yusuf Aksu’nun özgün bir düşünür ve dilbilim kuramcısı olarak ünlenmesi ille de bir rastlantıya bağlanacaksa, Yunus’la karşılaşmasını hiçbir zaman unutmamak koşuluyla, ilk rastlantının o rastlantı değil, bu rastlantı olduğu söylenebilir. Rastlantı gibi yüzeysel açıklamalar bir yana bırakılır da kendi anlayışına uygun olarak olayların kökenine inilmek istenirse, onun dilbilim kuramcılığının bu küçük oluntuyla başladığını söylemek gerekir. Ancak, hemen belirtmek gerekir ki, Yusuf Aksu o günlerde ne ünlenme tutkusuna kapılmıştı, ne de özgün bir dil kuramına öncülük etmeyi düşünüyordu. Bununla birlikte, bir yandan arkadaşlarının, hatta kimi hocalarının soru ya da kışkırtmalarıyla kendisini nerdeyse sürekli biçimde bu alana çekmek istemeleri, öbür yandan, dili bir bildirişimsizlik ya da bildirişimi önleme aracı olarak tanımlamasının daha çok bir meydan okuma içgüdüsünden kaynaklanmasına karşın, şimdi, hocalarını ve arkadaşlarını dinlerken, derslerde salık verilen karışık mı karışık kitapları okumaya çalışırken, unutulmaz dostunun yadsınması olanaksız bir gerçeğe parmak basmış olduğu sonucuna varması, bir başka yandan, şu Saussure denilen adama tanrı gibi tapar görünen kimi hocaların annesinin kafasına daha ilkokulda yerleştirdiği şeyi: bilimin köke inmek olduğu ilkesini yadsır görünmeleri, Yunus’un düşüncesini, bir başka deyişle, kekemeliğin hakkını savunma nedenine yeni bir neden daha ekledi. Elinin altındaki değişik ansiklopedilerde, Yunus’un bile hiç el sürmediği birtakım konuları da araştırmaya girişti. Bu arada, Paris Dilbilim Kurumu’nun daha 1866 yılında dilin kökenine ilişkin araştırmaları göz önüne almamayı tüzüğüne koyduğunu okuyunca, “Bu adamlar toptan pusulayı şaşırmış!” diye söylendi; ünlü kararı adamların altından kalkamayacakları işlere girişme korkularına yasallık kazandırma yolunda bir çaba olarak yorumladı; son günlerde hep çevresinde dolaşan birkaç öğrenciye de aktardı gözlemini.
Bununla birlikte, işi bir kavgaya dönüştürmeyi usundan bile geçirmiyordu. Derslerde de pek öyle sesini yükseltmedi. Yalnız, en fazla üç kez, İngiliz dilbilgisi okutan genç hanım Yunus Aksu’nun görüşlerine ters düşer gibi görünen şeyler söyleyince, kaşlarını çatıp başını sallamaktan kendini alamadı. Daha sonra, nicedir birlikte bir şeyler yiyelim diye dayatan kızlı erkekli bir arkadaş topluluğuna, bir öğle yemeğinde, çok kısa olarak, dilin nasıl yazıdan geldiğini, böylece insanlar arasındaki gerçek ve doğal bildirişimi nasıl önlediğini anlattı. Birkaç kez de, ingilizcesi zayıf olan sınıf arkadaşlarına tüm kitaplarda bulunan kuralları, kimi sözcüklerin yazılışlarını gösterdi, kimilerini uygun tümceler içinde kullandı, kimilerinin yalnızca türkçe karşılıklarını söyledi. Bu arada, dünyanın tüm dillerinde, gerçekte adılların adların yerini değil, adların adılların yerini tuttuğunu vurgulamayı da unutmadı. Böylece, çok kısa bir sürede, tüm fakültede, ingilizceyi üniversite hocalarından, hatta İngilizler’den de iyi bilen öğrenci olarak tanındı; sonra, yavaş yavaş, nerdeyse kendiliğinden, dünya dilbiliminde Türkiye’nin sesini duyurmaya hazırlanan olağanüstü bir genç dilbilimci olarak ünlenmeye başladı.
Ancak, Yusuf Aksu ün karşısında da, ünün sağlayabileceği yararlar karşısında da ilgisizdi. Biraz olağanüstü dilci ününün, biraz da kendisini fakülteye getirip götüren kocaman, parıl parıl arabanın etkisiyle, birtakım kızlar çevresinde dört dönüyordu, bu tür girişimler karşısında da soğuk davrandı. Yunus Aksu’nun ölümünden beri, Mersinli Canan’ın günahını tüm türdeşlerine yükleyerek onlardan olabildiğince uzak durmaya çalışmaktaydı. Hem de dostunun ölümünün üzerinden epey bir süre geçmiş olmasına karşın, çok yakında ona kavuşacağı duygusu hep canlıydı içinde: ölümün çok yakınlarda olduğunu, her an yakasına yapışmaya hazır durumda, çevresinde dönendiğini duyuyor, hatta, arada bir, derste, yemekte ya da yatakta, ortada hiçbir neden yokken, iyice yaklaştığını, artık ölmek üzere olduğunu sezinler gibi oluyor, “Tamam, Yunus beni yanına çağırıyor!” diyerek bir an, hiç korkmadan, ama soluk da almadan, kekelerken iki hece arasında donup kalmış gibi, kanının bilek damarlarından boşalmasını bekliyordu; kısacası, Yusuf Aksu dünyada daha çok bir konuk gibi görüyordu kendini, yaşamdan bir beklediği yoktu.
Bu nedenle, öğrenimini bitirmesine bilemedin bir buçuk yıl kalmışken, ölüm, kendisi yerine, önce Refika hanımın, onun hemen arkasından da Enis beyin yakasına yapışınca, bir daha fakülteye dönmedi: artık kendisinden diploma bekleyen bir kimse kalmadığına göre, öğrenimini sürdürmenin bir anlamı kalmadığını düşünmekteydi. Buna neden olarak Enis beyin kendisine bıraktığı bir yığın taşınmaz, değişik ortaklık payları ve işyerleriyle ilgilenmek zorunda kalmasını gösterenler de olmadı değil. Doğrusu ilgilendi de. Babasının yaşlı avukatı Münür beyin yardımıyla, tüm ortaklık paylarını paraya dönüştürdü, yalnız Enis beye bağlı olan birkaç işyerini, avukatının uyarılarını dinlemeden, gülünç paralar karşılığında elden çıkardı. Buna karşılık, satılmaları durumunda, Yunus’tan ve Enis beyden bir şeyler gidecekmiş gibi, taşınmazlara dokunulmasına izin vermedi. Aynı biçimde, Maçka’daki evde de hiçbir değişiklik yapmadı, tek koltuğun, tek sehpanın, hatta tek sigara tablasının yerini değiştirmediği gibi, bir şeyler değişir korkusuyla, evde hep ayaklarının ucuna basarak gidip geldi. Sessiz ve kımıltısız kaldığı oranda yitirdiklerine yaklaştığını, buna karşılık, konuşup devindiği, yani kendi ağırlığını duyurduğu oranda onlardan uzaklaştığını sezinlediğinden olacak, izlerini silmemeye özen gösterdi. Buna bir değişiklik denilebilirse, evde yaptığı tek değişiklik annesiyle Enis beyin odasını erişilmez kılmak oldu: Enis bey “Yunus’un evi”ni nasıl kapattıysa, o da öylece kapattı onların odasını, hiçbir şeye dokunulmasına, hatta yatağın yapılmasına bile izin vermeden, kapısını dikkatle kilitleyip anahtarını masasının gözündeki küçük kasaya sakladı.
Kendisi de onların zamanındaki gibi yaşadı. Dışarıya çok az çıkmasına karşın, her sabah sakalını özenle kazıdı, her akşam ve her sabah dişlerini fırçaladı, yemeklerini, Enis beyin ve Refika hanımın yaşadığı günlerdeki gibi, gene büyük masada, kendi yerinde yedi, salonun uzantısı durumunda olan kitaplıkta, gene her zamanki yerine yerleşip ansiklopedilerini karıştırdı, yabancı radyoları dinledi, değişik dillerin dilbilgilerine daldı, kendi yatak odasında yatmayı hep sürdürdü; ancak, hem Enis beye saygısından, hem de onu orada bulamamanın acısına katlanamamaktan korktuğundan, Yunus’un evine hiç çıkmadı; çıkmak şöyle dursun, kapısının önünü kapatan dolaplara bile dokunmadı. Evde öteden beri çalışan uşaklardan, hizmetçilerden, aşçı kadından, kapıcı Vartan efendiden hiç yakınmadı. Uşakların ve hizmetçilerin çoğu yaşlıydı, kimileri öldü. Ölüm çok acı olduğu ve başka bir ölümü anımsattığı için, Yusuf Aksu zorunlu olmadıkça yeni uşak almadı. Bu arada, Cadillac’tan artık çok az yararlanmakla birlikte, şoför Ahmet efendinin aylığını hep ödedi. Yaşlı adam, tıpkı eskisi gibi, bir başka çağı düşündüren özel kılığı içinde, hep bekledi aşağıda. Ama Yusuf Aksu’nun şaşmaz bir biçimde kendisine gereksinim duyduğu günler yalnızca bayram günleriydi. Yunus’un, Enis beyin ve Refika hanımın yan yana sıralanmış mezarlarının başına dikilip uzun süre, ama bir fatiha bile okumadan, öylece duruyordu; neden sonra, bacakları bedenini taşıyamayacak kadar yorulunca, arabaya dönerek Ahmet efendiye Edirnekapı’ya çekmesini söylüyor, bu kez de Merkez Efendi’de, anneannesiyle teyzesinin mezarlarının başında dikiliyor, en sonunda, bayağı uzun bir süre, babasının mezarını arayan bir çocuk gibi, mezarlar arasında dolaşarak taşlarının yazılarını okuyordu. Doğrusunu söylemek gerekirse, yalnızlığının ilk zamanlarında, arada bir koca Cadillac’la dolaşmaya çıktığı da oldu, ama, nereye giderse gitsin, insanların sürekli üzerine dikilen şaşkın ve düşman bakışları onu hem ürküttü, hem yaşamdan uzaklığını kesinledi. Gittikçe kalınlaştırdı kabuğunu.
Oysa, yaşamını biraz olsun renklendirme konusunda çözüm önerenler yok değildi. Örneğin babasının emektar avukatı Münür bey bunlardan biriydi: işlerinin yönetimini kendi yorgun omuzlarından alması için sürekli dil dökmekteydi. Ancak, en kararlı ve en coşkulu görüneni annesinin çalıştığı okuldaki en yakın arkadaşı Sulhiye hanımdı. Sulhiye hanım Refika hanımın Enis beyle evlenmesinden sonra da birkaç kez gelmişti Maçka’ya, ama, ölümünden sonra, nerdeyse her hafta gelmeye başladı. Her gelişinde Yusuf Aksu’yu karşısına alıp oturuyor, onun için bir ikinci anne sayılabileceğini vurguladıktan sonra, yaşamının yönetimi konusunda öğütlere girişiyordu. Başlıca öğüdüyse, kolaylıkla kestirilebileceği gibi, bir an önce doğru dürüst bir kız bulup evlenmesiydi; böylece, hem yalnızlıktan kurtulur, hem babasının adını yaşatır, hem de adamcağızın bıraktığı büyük servetin ileride devlete kalmasını önlerdi. Söylediğine göre, bilgili, görgülü, namuslu, eli yüzü düzgün birkaç aday tanıyordu; isterse, kendisini onlarla görüştürebilir, bir tanışma dönemi geçirmelerini sağlayabilirdi. Ne var ki, önerisini her yineleyişinde, Yusuf Aksu, saygılı ve kararlı bir biçimde, şimdilik evlenmeyi düşünmediğini söyledi. Sulhiye hanım da fazla üstelemedi. Bir süre, gelip gitmelerini seyrekleştirdi, evlenme konusuna da hiç dokunmadı. Sonra bir gün yepyeni bir öneriyle geldi: tanıdıklarından okumuş bir kız, tıpkı kendisi gibi, anasını ve babasını birbiri ardından yitirdikten sonra, sözcüğün tam anlamıyla ortada kalmıştı, ne bir gelir kaynağı vardı, ne oturacak bir odası. Ufak bir ücretle yanına alacak olursa, kızcağız her işine bakar, evini düzene sokar, uşak ve hizmetçileri denetim altında tutardı. Yusuf Aksu kızcağızı böyle bir işte çalıştırmaktansa, kendisine yardımda bulunmayı önerdi. Ancak, Sulhiye hanım “Burada olursa, gözüm arkada kalmaz,” diye dayattı, bu arada, sanki bir ayrıcalık söz konusuymuş gibi, ikide bir, “Adı Necla’dır,” diye yineleyip durdu. Öyle çok yineledi ki Yusuf Aksu boyun eğmek zorunda kaldı.
Ne var ki, sıradan ve üstü başı dökülen bir hizmetçi kız beklerken, güzel giyimli, alımlı çalımlı, ekonomiden politikaya, neden söz açılsa, kendi yorumunu getiren, bu arada, solculara atıp tutmak konusunda hiçbir fırsatı kaçırmayan, güvenli havasıyla insanı ezen bir hanım buldu karşısında. Elden geldiğince uzak durdu ondan, yanına gelip söyleşime girişmek istediği zamanlarda da işi başından aşkınmış gibi davrandı. Buna karşın, aradan iki hafta geçmeden, bir gece, uykunun en tatlı yerinde, çırılçıplak yatağında buldu onu: pijamasının altını çıkarmış, üstünü de çıkarmaya çalışıyordu. Tepeden tırnağa titredi. “Ne oluyor? Siz kimsiniz? Nerden geldiniz?” diye sordu yüksek sesle. Kız parmağını dudaklarına bastırdı, “Yavaş! Bütün evi uyandırmak mı istiyorsun?” dedi. Yusuf Aksu kiminle karşı karşıya olduğunu o zaman anladı, hemen çıkıp gitmesini söyledi ona, istediği de buydu. Ama Necla oralı bile olmadı, kulağını dudaklarının arasına almaya çalıştı, “Sen sus, hiçbir şeye karışma,” diye fısıldadı, “Sen öyle dur, bana bırak her şeyi.” O da boyun eğdi sonunda, çırılçıplak kaldı, kendisinden istendiği gibi, hiçbir şeye karışmadan, öylece durdu, beklenmedik konuğunun bir yandan elleri, bir yandan dili ve dudaklarıyla, bedeninin her yanını öpüp okşayışını dinledi. Karşılık vermedi, dudaklarını dudaklarına yapıştırmaya kalkmadıkça, fazla bir tepki de göstermedi. İçinde tuhaf bir korku vardı, yüreği de kötü çarpıyordu, bu yüzden fazla bir haz duymuyordu; ancak bu gittikçe hızlanan dokunuşlar çok da kötü gelmiyordu. En iyisi kızın kendisini karşılık vermeye zorlamaması ve artık hiç konuşmaması, kendini nerdeyse tüm varlığıyla devinimsiz bedenini okşamaya vermesiydi. “Tanrım, çok geç uyanıyorsun!” diye söylendiğini duydu bir ara, bir süre sonra da “Ama hiç uyanmıyor da değilsin, işte uyanıverdin!” dediğini, hemen arkasından da, kendisi bacaklarını karnına doğru çekerken, en sonunda kollarını gevşeterek, “Olamaz! Boşalıverdi!” diye inlediğini işitti, yüzünü duvardan yana döndü. Ama kız yılmadı, eğilip yanağını öptü, “Sen sıkma canını, bunun yarını da var!” diye fısıldadı kulağına.
Ertesi gece de, sonraki gecelerde de geldi. Üç aşağı beş yukarı aynı şeyleri yaptı, üç aşağı beş yukarı aynı sonuçları aldı, aynı sözcükleri yineledi: “Geç uyanıp erken boşalıyorsun, ama sıkma canını, bunun yarını da var!” Gündüz, evin adamları arasında gidip gelirken, kendisine, genellikle kendi uygun bulduğu saatlerde, çay ya da kahve getirdiğinde ya da yakınında bir koltuğa ilişip solcuları çekiştirirken, gece karşılaştığı başarısızlık hiç keyfini kaçırmamış gibi görünüyordu; tam tersine, anlatılmaz bir şenlik havası yayıyordu çevresine; bu yüzden olacak, kadın, erkek, herkes kendisine hayrandı evde, elini sıcaktan soğuğa vurdurtmamak için birbirleriyle yarışıyorlardı. Yusuf Aksu’ya gelince, yatağına geldiği ilk geceden beri, onu her görüşünde başını önüne eğmesi bir yana, avukatından kapıcısına, bir insanla karşı karşıya geldiği her seferde, o gece yatağında olanlar gözlerinden ellerine her yanında açık açık okunuyormuş gibi, yüzünün kızardığını duyuyor, en sıradan soruları yanıtlarken bile Yunus gibi kekeliyor, yatak odasının kapısını kilitlemeye karar veriyordu. Annesi onu cinsel konulardan hep uzak tutmuş, mutlu olmak istiyorsa, kadın ardından koşmamasını, özellikle de erkek düşkünü kadınlardan uzak durmasını yinelemişti hep, o da öğütlere uymuştu. Üstelik, Yunus’un kendini öldürdüğü günden beri kadınlara gücül düşmanlar olarak bakmaktaydı. Gelişlerinden çok hoşlandığını söylemek de zordu. Uykunun en derin yerinde çırılçıplak yatağına dalması, bedeninin her yanında dilini ve dudaklarını gezdirmesi tüylerini diken diken etmişti her zaman, gelmekten vazgeçse, sevinirdi, rahat rahat uykusunu uyurdu. En azından, o yatağındayken hep böyle düşünüyordu. Buna karşılık, gündüzleri, çalışma odasında kitap karıştırırken, salonda otururken, geceleri, yatağında, uykuya dalmadan önce, ikide bir onu düşlemeye başlıyor, kolay kolay da bu düşten sıyrılamıyordu: kimsesiz kız, dili, dudakları, göğüsleri, elleri, kalçaları ve bacaklarıyla kolay kolay veremediği, verince de nerdeyse başlamadan biten hazzı bu yarı uyanık düşlerde veriyordu ona: beden kısa sürede uyanıp geriliyor, gerginliği de bayağı sürüyordu. Öyle ki Yusuf Aksu aynı şeyin o yatağa gelince de süreceğine inanmaya başlıyor, bir kez daha, kapısını açık bırakıyordu. Ama bir kez bile gerçekleşmedi umduğu. “Bu iş ancak bu kadar olur,” diye düşündü. Ondan aldığı, daha doğrusu onun zorla verdiği hazzın başka kadınlardan alabilecekleri konusunda iyi bir ölçüt olduğunu düşünmekten de kendini alamadı, her geçen gün biraz daha soğuk davrandı ona, hiç böyle bir alışkanlığı bulunmamasına karşın, arada bir terslediği bile oldu. Böylece, kısa sürede tüm evin gözdesi olan Necla hanım bir sabah erkenden sokağa çıktı, akşamüzeri Sulhiye hanımla birlikte döndü, evde nesi var, nesi yoksa hepsini topladılar, hiçbir açıklamada bulunmadan alıp gittiler. Bir daha da ortalarda görünmediler. Yusuf Aksu bir süre bekledi, gergin düşleri birkaç ay eskisinden de güçlü bir biçimde sürdü, sonra, yavaş yavaş, hem zayıfladı, hem seyrekleşti, sonra her iki kadın da çıkıp gitti düşüncesinden: böyle şeyler hiçbir zaman fazla çekmemişti onu.
Alışılmış düzenine geri döndü böylece, her şey değiştikten sonra, o pek bir şey değişmemiş ya da değişmeyen yalnızca nesneler ve alışkılarmış gibi davrandı, ölüm düşüncesi de yavaş yavaş yakasını bıraktı. Dışarıdan bakılınca, bundan hoşnutmuş, evin eski düzeninin ve eski görüntüsünün sürmesi kendisini mutlu etmeye yetiyormuş gibi görünüyordu: günlerce, pencereden denize ve karşı kıyılara bile bakmadan, sanki ivedi yetiştirilmesi gereken bir çalışma hazırlarcasına ansiklopedilerle oyalanması, dünyayı sarsacak bir olay bekliyormuş gibi yabancı radyo istasyonlarını dinlemesi de bunu kanıtlar gibiydi. Üzerine birdenbire koyu bir sis gibi çöken yalnızlığın yaşamında açtığı boşluğu bunlarla dolduruyordu. Ayrıca, denilebilirdi ki, ansiklopedi de, yeni diller de, yabancı radyolarda onda biri anlaşılıp onda dokuzu anlaşılmayan konuşmalar da birer kekelemelik edimiydi, dolayısıyla, çok yetersiz bir düzeyde bile olsa, Yunus’la özdeşleşmenin değişik biçimleri olarak değerlendirilebilirdi. Bununla birlikte, Yunus’la özdeşleşmenin kekelemeden sonra en anlamlı ve en ilginç biçimi kendi deyimiyle “kuşların konuşmalarını dinlemek”ti belki.
Bir mayıs günü, akşamüstü, uzaktan denize ve karşı kıyılara, yukarıdan apartmanın kocaman bahçesine bakan bir pencerenin önünde, dalgın dalgın otururken, nerdeyse kendiliğinden başlamıştı bu alışkanlık. Yunus’un kuşların dili çevresinde söyledikleri hep usundaydı, onun her sözü gibi bu sözlerine de hâlâ inanıyordu, ama Yunus gibi o da inandığının doğruluğunu denemeyi hiçbir zaman düşünmemiş, o da çevresindeki canlı kuşlara hiç mi hiç ilgi duymamıştı. Ancak, o akşamüstü, pencerelerde, bahçede, damların ve denizin üstünde, özellikle denizin üstünde, öyle çok kuş vardı ki, öyle çok gidip geliyor, öyle çok ve öyle canlı, öyle sevinçle ötüyor, birbirlerine sesleniyor, birbirlerini yanıtlıyorlardı ki ilgisiz kalmaya olanak yoktu, o da etkilendi ister istemez, her şeyi unutarak onları izlemeye başladı. “İstanbul’da bu kadar çok, bu kadar değişik kuş bulunduğunu bilmezdim,” dedi kendi kendine. “Ne bu böyle? Kuşların bayramı mı bugün?” Kalktı, pencereyi açtı, uzakta, denizin üstünde dönenen martıları, kimi zaman uzaktan, kimi zaman çok yakından uçan, ok gibi içeriye dalacakmış gibi yapıp son anda yön değiştiren kırlangıçları, bahçede, yerde, dallarda, oraya buraya atlayan serçeleri, sakaları, çalıkuşlarını, sığırcıkları, kumruları, güvercinleri, kargaları hayranlıkla izledi. Nereden geldiğini bilmediği, belki de insanlığın dil öncesindeki arılık dönemlerine bağlanan bir özlemle başı döndü. Aynı anda, uçsuz bucaksız ve göz kamaştırıcı bir aydınlıkta, kuş seslerinin aydınlığında buldu kendini, gözlerini yumdu, öyle durup kuşların sesini dinledi bir süre, “Evet, Yunus haklı, Yunus yerden göğe haklı: kuşlar konuşuyor işte, ama bu konuşmadan da fazla bir şey,” diye söylendi. “Fazlasıyla fazla bir şey!” Fazla olan neydi? Tüm kuşların ortak ezgisi mi, doğanın mayıs dinginliğinin etkisiyle kuş konuşmalarının ezgiye dönüşmüş biçimi mi? Fazla oyalanmadı bunun üzerinde. Doğa hiçbir zaman fazla ilgilendirmemişti onu. Kuşların konuştuğuna inandığına göre, doğada doğal olmayanı daha ilginç bulduğu da söylenebilirdi. Gerçek olan bir şey varsa, o da bu şenlik karşısında büyülendiği, kendini her şeyden soyutlanmış, Yunus’un yokluğunun acısından bile uzaklaşmış olarak bu seslerin odağında bulduğu ve burada kalmaktan başka hiçbir şey istemediğiydi. Kaldı da, uzun süre kaldı. Mutfak yanında bir ayak sesi işitip de gözlerini açtığı zaman, güneş batmış, ortalık kararmaya yüz tutmuştu, dışarıdan değil de kendi içinden geliyormuş ya da yalnızca gözkapaklarının açılıp kapanmasına bağlı bir oyunmuş gibi ezgi de yok oluverdi. İçini çekti. Aynı anda, önündeki pencerenin pervazından daha önce hiç görmediği iki ak kuş havalandı, bir çift ışık çizgisi gibi, yan yana, birbirine değecek kadar yakın, ok gibi uzaklaşıp göğün mavisinde siliniverdiler. Yusuf Aksu gözlerini gökyüzünde dolaştırdı, pencereden eğilip bahçenin ağaçlarına baktı. Nerdeyse tüm kuşlar ortadan çekilmişti. “Olur şey değil!” diye mırıldandı, şurada en az iki saattir yaşadıklarının yalnızca bir düş olup olmadığını düşündü.
Gene de, o günden sonra, kuşlar hep çekti ilgisini, radyo dinlerken, ansiklopedi karıştırırken, koltuğunda uyuklarken, güvercin kuğurdaması bile olsa, şöyle biraz canlı, biraz farklı bir kuş sesi işitti mi nereden geldiğini ve kuşun bu sesi çıkarırken ne yaptığını anlamaya çalıştı. Bu arada, örneğin güvercinlerin ya da kumruların karşılıklı ötüşlerine eşlik eden devinimlerin anlamını çözmekte hiç zorlanmadı, konumlarını kendisininkinin tam tersi olarak nitelediği de çok oldu. Ama, belki de yalnızca konuşmanın varlığını saptadığı, hiçbir zaman tümce ya da sözcük düzlemine inmediği için, hiçbir biçimde bir üzüntü nedeni çıkarmadı bu karşılaştırmadan. Buna karşılık, kimi geceler, ama ayda yılda bir kez, çok yakınlarda bir yerlerde, birbirine saniyesinde yanıt veren iki görünmez kuşun ince, yumuşak, anlaşılmaz söyleşisi karşısında gözleri yaşardı her zaman, görünmediklerinden olacak, tüm ilişkileri bu seslerdeymiş, bu seslerle yalnızca konuşmakla kalmıyor, aynı zamanda oynaşıyor, sevişiyorlarmış gibi bir duyguya kapılıyor, onların sesini işitti mi her şeyi bırakıyor, sabaha kadar da konuşsalar dinliyordu. Nerdeyse bir dostluk gereğiydi bu, çünkü, ona öyle geliyordu ki, bu iki kuş olsa olsa kuş bayramı diye nitelediği gün pencereden bir ok gibi fırlayarak göğü delip geçen ak kuşlar olabilirdi. “Yunus’un kuşları,” diye söyleniyordu.
Yusuf Aksu o günden sonra hep dinledi ve izledi kuşları. Ancak, onlar da dünyaya bağlayamadı kendisini: hâlâ arada bir ölümün geldiğini duyarak soluğunu tutup elleri göğsünde, öylece beklemesi, beklediği gerçekleşmeyince, derin derin göğüs geçirerek ıslak gözlerini silmesi göz önüne alınınca, bu koca evde kendini yalnızca bir konuk olarak gördüğü, hiçbir şeyi bozmamaya özen göstermesinin de bundan kaynaklandığı düşünülebilirdi. Enis beyin emektar avukatı Münür bey, iş görüşmelerine geldiğinde, babasının, şimdi de kendisinin bir dostu olarak, onu biraz silkelemeye çalıştı, biraz açılmaya zorladı, kimi işlerin çözümü için birlikte çıkmayı önerdi, tasarılarını öğrenmeye, yaşamına birtakım amaçlar sokmaya çalıştı, ama çabaları sonuç vermedi. Bu arada, gerek kolejden, gerek Edebiyat Fakültesi’nden birtakım eski sınıf arkadaşları arasında, kapısını çalanlar da oldu. Bunlara arkadaş denilebilirse, kolejdeki arkadaşlarının, kimileri sonradan konduğu büyük servetin başında ne yaptığını öğrenmek, kimileri ortak iş önermek, kimileri kendisini bir yakınıyla başgöz edip yalnızlıkta boğulmasını önlemek, çok azı da, hiç değilse görünüşte, büyük dostunun unutulmaz anılarını canlandırmak istedi; Edebiyat Fakültesi’nden gelen arkadaşlarıysa, konuşmayı daha çok bilimsel konulara doğru çekiyorlardı. Hepsine de iyi davrandı. Ama hiçbiri ilgisini çekmiyor, hiçbiri içinde bir sevinç kıpırtısı uyandırmıyordu; tam tersine, hepsi de Yunus’un yokluğunu her zamankinden de acı bir biçimde duyurmaktaydı. Yavaş yavaş, özellikle lise arkadaşlarından başlamak üzere, kapısını herkese kapatmaya başladı. Edebiyat Fakültesi’nden ayrılmasından şöyle böyle üç yıl sonra, evde çalışanlar ve işlerini yürüten avukat dışında, hiç kimseyle görüşmez oldu.
Ne olursa olsun, Amerikan Koleji’ndeki arkadaşları adını daha çok Yunus Aksu’dan söz ettikleri zamanlarda ya da sözü Yunus Aksu’ya getirmek için anarken, Edebiyat Fakültesi’ndeki arkadaşları bambaşka bir yol izlediler: hem yalnızca kendisi olarak, hem de gittikçe artan bir saygıyla, nerdeyse önlerini ilikleyerek andılar onu, ne zaman bir hoca dersi biraz karışık anlatsa ya da ingilizce bir sözcüğü yanlış söylese, ne zaman arkadaşlarından biri olmayacak bir saçmalık yapsa, ne zaman dilin doğasından ya da yapısından söz açılsa, İngiliz Dili ve Edebiyatı öğrencileri hemen onun benzersiz bilgisine ya da konuya mantığın damgasını vurduğunu düşündükleri kuramına ilişkin öykülere giriştiler. Hem de bunu öyle sık ve öyle bir coşkuyla yaptılar ki gelenek kendisini doğrudan tanımış öğrencilerin bölümü bitirmelerinden, kendisine ders vermiş olan kimi hocaların emekliye ayrılmasından sonra da sürdü; üstelik, ünü hem fakülte sınırlarını aşarak çok değişik öbeklere yayıldı, hem de, örneğin fazla bilgili ve fazla yaratıcı bir öğrenci olması nedeniyle ileride karşılarına bir profesör olarak çıkmasından çekinen kıskanç ve yeteneksiz hocalarca bölümden ayrılmak zorunda bırakıldığı gibi temelsiz söylentilerle zenginleşerek yeni boyutlar kazandı. Bu arada, kolaylıkla kestirilebileceği gibi, ünü yaygınlaştıkça görüşleri konusundaki yetersiz bilgiler her geçen gün biraz daha bulanıklaştı. Ne var ki, İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünü bırakmasından yirmi yıl sonra bile, fakülte içinde ve dışında, gerek üniversitenin gerçek üniversite olduğu günleri özlemle anımsayanlar, gerek Türk bilim adamlarının Batılı bilim adamları yanında ezilmeyeceği parlak bir bilimsel gelecek düşleyenler için, Yusuf Aksu aynı zamanda hem göğüs kabartan, hem iç sızlatan bir söylendi.
Ama o her geçen yıl biraz daha içine kapalı, biraz daha yalnız, biraz daha yaşlı bir adam olmakta, bulanık ününden tümüyle bağımsız bir yaşam sürmekteydi. Yalnızlıktan haz duyuyordu sanki. Maçka’daki daireler boşaldıkça, sırf yeni insanlarla karşılaşmak korkusuyla, kapıyı kapatıp anahtarını masasının dolabına atıyor, bunları bir daha kiraya vermediği gibi arada bir şöyle bir dolaşıp bakmayı bile düşünmüyordu. Bu arada, yıllar yılı insanların dilini küçümsedikten sonra, yazgının bir çelişkisiyle, koltuğunda otururken, kitaplıktan bir ansiklopedi cildi alırken, radyo dinlerken, hatta yatağında yatarken, kendi kendine konuşmakta olduğunu ayrımsayarak irkiliyor, ama, irkilme nedeni önemini saniyesinde yitirmiş gibi, gene yüksek sesle, “Ne oluyor? Yoksa deliriyor muyum?” diye soruyordu. Delirmiyordu kuşkusuz, alışılmış yaşamını sürdürüyordu. Bununla birlikte, kimi zorunlu durumlarda, on beş yirmi yıl öncesinin giysileriyle büyük kapıdan çıkıp da emektar Cadillac’a yöneldiği zaman, insanlar bir hortlak görmüş gibi irkiliyor, çocuklar en çekici oyunlarını bile bırakıp birbirlerine, “Adam sokağa çıktı!” diye seslenerek içlerinde incecikten bir ürpertiyle arabaya yaklaşıyorlardı. Bereket, Yusuf Aksu’yu dilbilimci ünüyle tanıyanlar kendisini bir üniversite öğrencisi olduğu zamanlardaki gibi, önünde çok parlak bir gelecek bulunan, genç bir bilim adamı, yani ünüyle uyumlu bir kişi olarak düşünmeyi sürdürüyorlardı.
Uluslararası Dilbilim Günleri’nin gerçekleşmesi kesinleştikten sonra, ne pahasına olursa olsun, onun bu günlere katılmasını sağlamaya karar veren genç doçent Tamer Altınsoy da Yusuf Aksu’yu yalnızca bir söylen olarak tanıyanlardandı. Bu nedenle, uzun araştırmaların ardından, Maçka’daki apartmanı bulduktan sonra, kapıcıya ve hizmetçiye dökülen diller, avuçlarına sıkıştırılan okkalı bahşişler yardımıyla, pek öyle herkese açılmayan kapısından girerken, bin yıldır kapalı kalmış bir tapınağa giriyormuş gibi bacakları titredi; pencereleri yüzyıl başlarından kalma koyu kırmızı kadife perdeler arasından Kızkulesi’ni aşarak Salacak’a ve Sarayburnu’na bakan görkemli salonda, kocaman bir koltuğun ucuna iliştikten sonra da uzun süre yenemedi titremesini. İlk dakikalarda, gerek kendisini karşılayan kır saçlı, uzun bacaklı adamın kötü onarılmış robot yürüyüşüne, diz verip kısalmış pantolonuna ve koltuk altları sökülmüş, lekeli, kalın balıkçı kazağına, gerek anlamsız yanıtlarına ve çocuksu tepkilerine bakarak doğru yerde, ama yanlış adam karşısındaymış gibi bir izlenime kapılarak ürperdi. Sonra, yavaş yavaş, nicedir yabancılardan uzak duran Yusuf Aksu ürkek ve şaşkın davranışlarının, özellikle de bakımsız giyiminin yaptığı çağrışımın etkisiyle güvene gelerek daha candan davranmaya başladıkça, o da ilk bakışta yoksulluk, sakatlık ve alıklık izlenimi uyandıran bu belirtilerin gerçekte birer alçakgönüllülük ve bilgelik göstergesi olduğunu düşündü, sol yanda büyük boy kitaplarla dolu, kocaman kitaplıkta, görkemli bir masanın ve antika sehpaların üzerinde kimi açık, kimi kapalı, üst üste, yan yana duran, kocaman ciltli kitapların varlığından da kendi özgün kuramını geliştirme yolundaki araştırmalarını sürdürdüğü sonucunu çıkardı. Önerisini yapmanın tam zamanı olduğunu düşündü.
Yusuf Aksu, öğrenciliğinde, çok sevdiği bir arkadaşıyla birlikte, dil konularına büyük bir ilgi gösterdiğini, ama hiçbir zaman kendi başına bir kuram oluşturmaya yeltenmediğini söyledi; dilin kökeni ve yazıyla ilişkileri üzerine “ufak tefek birtakım kişisel gözlemleri” bulunmakla birlikte, “alaylı” niteliğiyle büyük bilim adamları arasında “sırıtacağını” belirtti, Uluslararası Dilbilim Günleri’ne katılma önerisini kesin bir dille geri çevirdi. Ancak, bu saygılı, güler yüzlü, iki dirhem bir çekirdek adamın evin değişmez ortamında serin bir hava estirdiğini, ona pek benzemese bile, gençliği, aklığı ve ufak tefekliğiyle uzaktan uzağa Yunus’u çağrıştırdığını düşünüyor, sözü üniversiteye ve burada yarattığı büyük etkiye getirmesi hoşuna gidiyordu. Kendisi de şaştı buna: bunca yıldır çevresinde evde çalışanlar ve baba dostu yaşlı avukat Münür bey dışında, kimsecikleri görmüyordu; yalnız birkaç yıl önce, Vartan efendinin ölümü üzerine, Münür beyin Müslüm adında orta yaşlı, ama tıpkı Vartan efendi gibi çocuksuz bir kapıcı bulmasından, onun ardından artık çok yaşlanmış olan aşçının da değişmesinden sonra, tüm yaşamı altüst olmuş gibi bir duyguya kapılmış, bu iki sıradan yardımcıya alışmakta bile güçlük çekmişti. İlk kez gördüğü bir yabancıdan hoşlanacağını hiç sanmazdı, ama durum ortadaydı işte: belki yalnızlık çok uzun sürdüğünden, belki yaşlanmaktan, belki Yunus’la dolup taşan gençlik anılarının büyüsünden, belki de gelen konuk canayakın ve içten göründüğünden, yavaş yavaş gevşedi, hem, karşısındakinin de ikide bir kesinlediği gibi, bilgisinin ötekilerinkine göre daha sağlam ve daha yeterli olabileceğini düşündü, hem de aracı böylesine kibar ve dürüst bir bilim adamı olunca, topluluk karşısına çıkmayı pek de aykırı görmemeye başladı. Doç.Dr. Tamer Altınsoy’un, “Sizin yazı ile dilin ilişkisi konusundaki özgün düşünceleriniz kimi belleklerde yer etmiş, ama yalnızca kimi belleklerde ve bulanık bir biçimde; bunu somutlaştırmak bir yurttaşlık, hatta insanlık görevidir,” demesi üzerine, hem koltukları kabardı, hem de bir zamanlar Yunus’un kendi görüşlerini benimsetmek için nasıl çırpındığını anımsayarak genç adamın istediği bildiriyi sunmanın gerçekten bir görev sayılabileceğini düşündü, “Evet, ben ve arkadaşım van Ginneken’in kuramını temellendirmeye ve geliştirmeye çalışmıştık,” dedi.
Doç.Dr. Altınsoy bu adı hiç duymamıştı, hemen defterine yazdı, sonra övgünün oranını yükselttikçe yükseltti. Yusuf Aksu duygulandı, kendini Yunus’un yaşadığı günlerde bulur gibi oldu; daha da önemlisi, bu görev kendisinden değil de Yunus’tan isteniyormuş gibi bir duyguya kapıldı; bayağı yumuşadı. Sonunda, direnci tümden kırıldı, konuyu düşüneceğini söyledi. Genç öğretim üyesinin üçüncü gelişinde, daha önünde dört buçuk ay gibi uzun bir süre bulunduğunu, dolayısıyla kararını her an değiştirebileceğini düşünerek “Peki, sizin dediğiniz olsun,” dedi. O gittikten sonra, oturup görüşlerini kâğıda dökmeyi denedi, bu amaçla bir sürü ansiklopedi karıştırdı, ama, tarih dersindeki tartışmanın olduğu gibi gözlerinin önüne gelmesine, Yunus’un varsayımlarını ve karşı-tanımlarını çok iyi anımsamasına karşın, alışkanlığını yitirdiğinden olacak, tek satır yazamadı. “Günümde değilim bugün,” diye düşündü; birkaç gün sonra bir kez daha denedi, gene olmadı. “Olsun, nasıl olsa hepsi belleğimde, hatta dilimin ucunda,” diye düşündü, sonra tümden unuttu konuyu.
Görüldüğü gibi, Yusuf Aksu’nun Southampton Üniversitesi’nden gelmiş bir yaşlı profesörle İngiliz uyruklu bir hanım okutman ve Amerika Birleşik Devletleri basın ataşesinin de katılımı sağlandığı için uluslararası olarak nitelenen bu dilbilim toplantılarına rastlantıyla katıldığını ya da, gene rastlantıyla, birdenbire ünlendiğini söylemeye olanak yoktu. Hiç kuşkusuz, ünü o güne dek hem çok sınırlı, hem yalnızca sözel bir ündü: bilindiği kadarıyla, ne gazetelerde adı geçerdi, ne dergilerde; ancak, biraz da Doç.Dr. Altınsoy’un girişimleri sonucu, toplantının ikinci günü, yani bildirisini sunacağı gün, iki büyük gazete kendisinden “efsanevi dilbilimci” diye söz etti, bir başkası “büyük Türk dilbilimcisi emekli profesör Yusuf Aksu” diye andı; ayrıca, gazetecilerin, açılışlar ve şölenler dışında, bu türlü toplantılara pek uğramamalarına ve geceden beri ortalığı sele veren zorlu bir kasım yağmurunun ulaşımı altüst etmiş olmasına karşın, uzmanlara ve izleyicilere ayrılan sıralar gibi basına ayrılan sıraların da tümden dolmuş olması sözel ününün bayağı etkili olduğunu ya da, Doç.Dr. Altınsoy ve dostlarının katkısıyla, birden büyüyüverdiğini kanıtlıyordu; çünkü, ikinci sırada, sırtında modası geçmiş, üstelik oldukça yıpranmış bir kahverengi ceket, boynunda sıkıca bağlanmış bir incecik kravat, gözleri ürkek ve şaşkın, kendisini bu toplantıya nerdeyse zorla getirmiş olan genç doçentin yanında büzülüp otururken, kimileri gelip saygıyla elini sıkıyor, kimileri yanındakilere onu göstererek adını fısıldıyordu. Ama o, tıpkı sokakta bıyıklı adamlardan korktuğu günlerdeki gibi, tüm bu insanlardan çekiniyor, kendi evinde güleç bir insanla görüşmekle yabancı bir ortamda kalabalık içine çıkmanın aynı şey olmadığını düşünüyor, genç adamın güzel sözlerine kandığı için kendi kendine kızıyordu. Oturumun başkanlığını yapan keçi sakallı profesör “Şimdi tarih içinde yazı ve dil arasındaki ilişkiler konulu bildirisini sunmak üzere büyük hocamız sayın Yusuf Aksu’yu kürsüye çağırıyorum; hocamızın Türk dilbilimindeki önemli yerini herkes bilir; bu nedenle, kendisini ayrıca tanıtmayı gereksiz buluyorum,” dediği zaman, tüm salon güçlü bir akımla dalgalandı, sonra, uzun ve coşkulu alkışların ardından, derin bir sessizliğe gömüldü.
Yusuf Aksu, genç doçentin dürtmesi üzerine, korka korka doğruldu, sonra, kulaklarında yalnızca kendi ayak sesleri, bozuk robot yürüyüşüyle kürsüye doğru ilerledi. Kürsüde, tüm bedeninin zangır zangır titremekte olduğunu ayrımsadı, en az bir dakika süresince, yerine dönmekle bildirisine başlamak arasında duraladı; sonra, birdenbire, Yunus gibi kekelemeye başlayacakmış, hatta, daha şimdiden, için için kekeliyormuş gibi bir duygu uyandı içinde; aynı anda, ak kâğıt üstüne kara kalemle yazılmış gibi, belleğinde, daha da iyisi, gözlerinin önünde, Yunus’un tümceleri belirdi, birden rahatladı. Kalmaya karar verdi. Sağ elindeki kâğıt tomarını açıp önüne koyarak kaçmasını önlemek istercesine parmaklarını uçlarına bastırdı, bu tomara doğru eğildi, en ufak bir saygı girişi yapmadan, “İnsanoğlu uygarlık yolunda dev adımlarını atmaya başladığı zaman, henüz konuşmasını bilmiyordu, ama yazmayı ve okumayı biliyordu,” dedi. Durdu, başını kaldırdı, sanki az önce elleri titreyen adam kendisi değilmiş gibi, meydan okumak istercesine, ön sırada oturanlara baktı, “Dilciler genellikle tersini söylerler, ama yazının resimden çıktığını benimsiyorsak, eklemlenimli dilden önce yaratıldığını da benimsememiz gerekir,” diye sürdürdü. Yunus’un sözlerinin gerisi de sözcük sözcük belleğindeydi, gene de duraladı, az önce söylediklerini pekiştirmek için, coşkulu bir kekeleme içinde, Yunus’un bir tümcesi daha geldi diline: “Okumayı ve yazmayı demiyorum, yazmayı ve okumayı diyorum,” diye ekledi.
Tam bu anda, ön sıralardan arka sıralara doğru bir başka dalgalanma başladı. Toplantının başlıca düzenleyicilerinden olan seksen sayfalık Sistematik ingiliz idyomları sözlüğü yazarı yaşlı profesör kızgın bir at gibi ayağını yere vurdu, “Korktuğum başıma geldi: bilimi bırakıp soytarılığa başladık!” diye homurdandı; yaptığı açıklama üzerine, yanındaki Southampton’lı profesör de şaşkınlık ve kızgınlıkla ellerini havaya kaldırarak kendi dilinde bir şeyler geveledi; Sistematik ingiliz idyomları sözlüğü yazarı ayağa kalktı.
“Peki, yazısız toplumlara ne diyorsunuz?” diye bağırdı. “Yazının y’sini bilmeden bülbül gibi konuşan ilkel toplumlar ne oluyor?”
Yusuf Aksu gözlerini yaşlı profesöre dikti, bir süre korkunç bir hüzünle, acır gibi süzdü adamı, gözlerini gene kâğıtlarına çevirdi, hiç sesini yükseltmeden, Yunus’un yıllar önce türkçe öğretmenine verdiği yanıtı yineledi.
“Sayın hocam, yo… yo… yoksa siz ilkel toplumların tarih öncesinden beri, Tanrı’nın bıraktığı yerde, hep aynı ilkel topluluklar olarak durduğunu mu düşünüyorsunuz?”
Yaşlı profesör yanıtın mantığını da, amacını da anlamadı, ama, altta kalmak istemediğinden, sesini daha da yükseltti.
“Hayır, ama bu toplantı resmi bir toplantıdır, burada yazının dilden önce bulunduğunu söyleyemezsiniz,” dedi.
Yusuf Aksu, hep aynı kekelemeyi sürdürme duygusu içinde, bilgece gülümsedi.
“Doğru, ben resmi dilbilim yapmıyorum; sizin gibi ‘Önce söz vardı,’ diyecek değilim, ama, yazı da tıpkı dil gibi bir bildirişimsizlik aracı olabilir,” diye yanıtladı, öfkeli adam, gırtlağının tüm gücüyle, saçmalığın bu kadarının fazla olduğunu söyleyince de Yunus’un böyle durumlarda başvurduğu en etkili yanıtı anımsadı, “Bunu anlayamamanız gerçekten acı, benim için değil, sizin için. Benim bunda bir suçum yok!” dedi.
Başta kendisi olmak üzere, Yusuf Aksu’nun ne demek istediğini hiç kimse tam olarak anlamış değildi, ama, ön sıralarda oturan bilim adamları onun Amerikan Koleji’ndeki arkadaşlarına pek benzemiyorlardı, öğrendiklerinin tartışma konusu edilmesini somut, hatta bedensel bir tehlike gibi algıladılar, salon çökmek ya da sular altında kalmak üzereymiş gibi, hep birden ayağa fırladılar, birbiri ardından patlayan flaşların parıltısı altında, gırtlaklarının tüm gücüyle yuh çekerek yumruklarını sallamaya başladılar. İçlerinden birkaç kişi de, yumrukları havada, “İn aşağı, in aşağı!” diye bağırarak kürsüye doğru yürüdü. Yusuf Aksu, tepeden tırnağa titredi, Yunus’u sınıftan atan tarih öğretmenini görür gibi oldu, hocaların, nerede olursa olsun, saldırganlık alanında öğrencileri fazlasıyla aştıklarını düşündü, bu düşünce bir ölçüde içini rahatlattı: kendisi de Yunus gibi tepki gördüğüne göre, doğru yolda olduğu kesindi. Ne var ki, tüm engellemelere karşın, adamlar üzerine geliyorlardı; bir an, yuvalarından fırlamış gözleri, yardımına koşacak birini arar gibi, tüm topluluğu taradı; çocukluğunda, top oynayan çocukların arasına düştüğü zamanlardaki gibi, belki de umutsuzluğun getirdiği esenlikle, gülümsedi. Bu sırada, kızgın bilim adamları kürsünün çevresini sarıvermişti. En irisi, Yusuf Aksu’yu kravatından yakalayıp aşağıya doğru çekerken, bir başkası cebine koymak üzere topladığı kâğıtlarını almak amacıyla koluna yapıştı; Yusuf Aksu, bilgece gülümsemesi bir an bile gölgelenmeden, “Bir dakika, bir dakika, kolumu koparacaksınız! Kâğıtlarımı istiyorsanız, buyurun!” dedi; sonra, kızgın bilim adamlarının, hangi içgüdüyle, bilinmez, bıraktığı kâğıtların üstüne üşüşmelerinden yararlanarak aralarından sıyrıldı, kimi resmini çekmeye çalışan, kimi ilk tümcesinin yarattığı tepkiler konusunda sorular yağdıran gazetecilerin varlığının ayrımında bile değilmiş gibi, başı yukarıda, gözleri uzak bir noktada, ağır ağır kapıya doğru ilerledi, çıktıktan sonra, usuna bir şey gelmiş gibi birden koşmaya başladı, kara Cadillac’a zor attı kendini.
“Hadi, Ahmet efendi, hemen gidelim buradan!” dedi.
Daha sonra, tam kapıdan çıktığı sırada, tüm duvarı kaplayan kocaman “Uluslararası Dilbilim Günleri” yazısı altında fotoğrafını çekmeye çalışan bir gazeteci, “Üniversitenin ikinci bitişi” ya da “Üniversiteyi ikinci bitirişim” gibi bir şey mırıldandığını ileri sürecekti. Ancak, o anda oldukça uzun bir söyleve girişmiş bile olsa, pek işiten olmayacaktı, çünkü, çoğu gazetecilerin gözünden kaçmış olması bir yana, tam o anda, kâğıtlarını elinden almış olan dilbilimci (ileri sürdüğüne göre, amacı bildiriyi yok etmek değil, içindeki savları inceleyerek tek tek çürütmekti), kürsüde, öfke ve şaşkınlık içinde, çok daha önemli bir gerçeği dile getiriyordu: “Ama bu kâğıtlar bomboş! İşte görüyorsunuz! Bu adam tek satır yazmamış!”
Yusuf Aksu’nun kendisi de bir ölçüde doğruladı bu saptamayı: birkaç gazeteci, kızgın bilim adamlarına inat, gazetelerinde olduğu gibi yayımlamak üzere, bildirisini istedikleri zaman, “Bende bildiri yok,” demekle yetindi. “Benim hiçbir bildirim yok!” Onlar da, yanıtın bulanıklığından yararlanarak, bildirinin göz göre göre çalındığını, günün birinde, dünyanın herhangi bir yerinde, başka bir bilim adamının, büyük olasılıkla bir Amerikalı’nın imzası altında “insanlığa ulaşacağını”, bundan da, her zaman olduğu gibi, Türkiye’nin zararlı çıkacağını yazdılar. Kendi uzmanlık alanının dışında kalan her konuya yakın ilgi gösteren, ama, yaşam ilkesi gereği, herhangi bir konuda açıkça yan tutar görünmekten özenle kaçındığı için patırtıyı oturduğu yerden izlemiş olan ünlü bir toplumbilim profesörüyse, ser verip sır vermeyen dar arkadaş çevrelerinde, basının bu olaya ve Yusuf Aksu’nun kişiliğine gösterdiği büyük ilgiyi “halkımızın ümmilik tutkusuyla” açıkladı; bildirisini yazılı olarak sunan bir Yusuf Aksu’ nun yaratabileceği ilginin boş kâğıtlarla yarattığı ilginin gölgesi bile olamayacağını, kısacası, her şeyi bu boş kâğıtların belirlediğini anlattı. Boş kâğıtlara ayrılan satırların oranı da kendisini haklı çıkarır gibiydi: kimi konularına fazlasıyla egemen olduğu, kimi gözlemlerini kâğıda dökmeyi kendini beğenmişlik sayacak ölçüde alçakgönüllü davranmak istediği, kimi bizim bilim adamlarımızın henüz onun düşüncelerini anlayacak düzeye gelmediklerini önceden bildiği için, bildirisini yazma yoluna gitmeyip “bir Fransız atasözünün dediği gibi yürekten okuduğunu” yazıyor, ama konunun bu yönüne hepsi de özel bir önem veriyordu.
Hangi açıklama benimsenmiş olursa olsun, konuya büyük ilgi gösterildiği kesindi: Uluslararası Dilbilim Günleri’nin açılış törenine tek sözcükle yer vermemiş olan gazeteler bile Yusuf Aksu olayına birinci sayfalarında yer verdiler. Böylece, yayımladığı çıplak kadın fotoğraflarının çarpıcılığıyla ünlü bir gazete Yusuf Aksu’nun elinden alınan boş kâğıtların fotoğrafını renkli göğüs ve kalçalar arasında, “Soymadığımız bir bilim adamları kalmıştı!” başlığıyla sunuyor, “bildiri söğüşçülüğü”nün öyküsünü oyuncu ve şarkıcıların aşk öykülerinden daha uzun bir yazıyla veriyordu; ilerici diye adlandırılan ünlü bir gazete aynı ayrıntıları “Üniversitede sansür” başlığı altında sıralıyor ve Yusuf Aksu’nun alçakgönüllü kılığı üzerinde özenle durduktan sonra, bizi bu büyük dilcinin kim bilir hangi gerekçelerle bilim kurumlarımızın dışında bırakıldığını düşünmeye çağırıyordu; kendine özgü yorumlarıyla ün salmış sağcı bir gazete “Devlet dilbilimine karşı çıkan Yusuf Aksu susturuldu” başlıklı haberinde, olayı oldukça yansız bir biçimde özetledikten sonra, Yusuf Aksu gibi “dünyaca ünlü” bir bilim adamının siyonistlerin oyununa gelmesinin üzücü olduğunu yazıyordu. İşin ilginç yanı, hepsinin de Yusuf Aksu’yu kamuoyunun yakından tanıdığı “dünya çapında dilbilimcimiz” olarak sunmasıydı. Öfkeli profesörlerin resimlerini “İncil’in paralı askerleri” yazısıyla sunduktan sonra, Yusuf Aksu’yu Kuran’ın savunucusu olarak niteleyen dinci gazete bir yana, hiçbirinin üzerinde durmadığı bir konu varsa, o da insanlığın konuşmaya mı, yoksa yazmaya mı daha önce başladığıydı.
Ancak, olayı izleyen günlerde, konuya geri dönenler hiç de az değildi, özellikle Uluslararası Dilbilim Günleri’nde toplantı salonunu yuhalarla çınlatmış olan dilciler, davranışlarını aklamak amacıyla tüm gazetelere yollanan ortak bir yazıda, Yusuf Aksu’nun görüşüne şiddetle karşı çıktıktan sonra, yazının bulunuşunun dilin oluşumundan binlerce yıl sonra geldiğini kanıtlamak için birçok bilim adamına göndermede bulunup birçok tarih ve olgu sıraladılar. Ne var ki gazeteciler arasında bu yazıya değer veren olmadı: kimi, “Adam saçmalamış olsa, bu kadar patırtı kopar mıydı?” diyerek gülüp geçti, kimi, kanıtları geçerli bulduğu zaman bile, “Bu hocalar gerçekten kelek: Yusuf Aksu’nun kendileriyle ince ince alay ettiğini hâlâ anlayamamışlar!” dedi; kimi, “Adamı konuşturmadılar bile, gerçekten böyle dediğini kanıtlayacak bir belge yok ki ellerinde! İki çift lafını da kıçından anladılar herhalde!” diye gülüp geçti; kimi de, yayımlansın diye yollanmış uzun yanıtı buruşturup çöp sepetine atarken, “Sen herifin sözünü daha ilk tümcesinde ağzına tıka, sonra da söyletmediğin sözlere sayfa sayfa yanıt ver! Onun da bir bildiği vardı herhalde, önce onu dinlemek gerekir!” diye homurdandı.
Bu olanağı kendileri yaratmak için ellerinden geleni yaptılar doğrusu: hem “bilimsel olduğu söylenen bir toplantıda” bilim adamlarınca engellenen söz hakkını gazetede kendisine fazlasıyla sağlamak, hem de yaşamı ve görüşleri konusunda ayrıntılı bilgi edinmek için, nice gazeteci günler boyunca Maçka’daki tarihsel apartmanın kapısını aşındırdı. Şimdi bunu yapmak daha bir doğal, daha bir gerekli görünüyordu: başlangıçta fısıltıdan doğmuş ünü ve alçakgönüllü görünüşü, kendini tüm varlığıyla bilime adamış adam imgesi çekmişti onları, şimdi, uzaktan bile olsa, kendisini somut olarak görüp izlemelerinden sonraysa, oturduğu bu görkemli apartman, bu apartmanın tümünün kendi malı olması, bindiği eski model, ama pırıl pırıl Cadillac ve özel kılığıyla bir önceki yüzyıldan kalmış izlenimi uyandıran ak saçlı şoförü büyülüyordu. Onu yüceltmek için elinden geleni yapmaya hazırdı hepsi. Ama Yusuf Aksu kalabalığı, gürültüyü ve gevezeliği oldum olası sevmemişti; umulmadık bir gözükaralıkla, patırtının odağına dek gittikten sonra, bu tatsız deneyimi unutmaktan başka bir şey düşünmüyordu. Gene de, bir akşamüstü, tam on gündür sabahın sekizinden akşamın dokuzuna kadar apartmanın önünde nöbet tutan bu genç insanlara acıyarak dairesinin kapısının önünde görüştü onlarla, ama Uluslararası Dilbilim Günleri’nde kendisine yapılanlar konusundaki bitmez tükenmez soruları karşısında, ya sustu, ya da bilim adamlarına her zaman saygı duyduğu, bu olayın da saygısını azaltmadığı gibi pek de inandırıcı görünmeyen sözler söyledi; geliştirdiği özgün dilbilim kuramına ilişkin sorular sorulunca da Yunus’un alaycı bakışlarının üzerine dikildiğini görür gibi oldu, ermişlere yaraşır bir alçakgönüllülükle boynunu büktü, “Kuram mı? Hangi kuram? Ben kimseye bir kuram geliştirdiğimi söylemedim,” demekle yetindi.
Bir bayan gazeteci birden ileriye fırladı o zaman.
“Peki, efendim, Sezen Aksu’yla bir akrabalığınız var mı?” diye sordu.
Yusuf Aksu şaşırdı.
“Sezen Aksu mu? Hangi Sezen Aksu?” dedi.
“Hangi Sezen Aksu olacak, hocam? Sanatçı Sezen Aksu, yani Minik Serçe. Yoksa siz bir Sezen Aksu daha mı tanıyorsunuz?” dedi bayan gazeteci.
Yusuf Aksu şaşkın şaşkın başını salladı.
“Hiçbir Sezen Aksu tanımıyorum, hiç kimseyle de akrabalığım yok,” dedi, “Sözcükler her şeyi çorbaya çeviriyor,” diye söylenerek evine girdi.
Genç gazeteciler, Yusuf Aksu’dan bundan fazlasını koparamayacaklarını anlayınca, yaşadığı ortamdan bir şeyler çıkarabilmek umuduyla, kendilerine evini gezdirmesini rica ettiler, o da isteklerini geri çevirmedi. Bu insanlar, fazlasıyla sıkıntılı bir akşamüstü, loş bir sahanlıkta, kapalı bir kapı önünde uzun süre ayakta dikildikten sonra, kendilerini, birdenbire, batmaya yüz tutmuş bir kasım güneşinin karşısında buluverince, nerdeyse hep birlikte, derin bir oh çektiler, amaçları Yusuf Aksu’nun evini gezmekken, bu yoğun ışığın kaynağına ulaşmak istercesine, gene hep birlikte pencerelere doğru yürüdüler, gözlerinin önüne serilen görünümün enginliği, derinliği ve yakınlığı karşısında başları döndü, bedenleri de bakışları gibi, başdöndürücü bir hafiflikle, Dolmabahçe Camisi’nin ve Kızkulesi’nin üstünden aşıp Salacak’ın damlarında, Topkapı Sarayı’nın ağaçları üzerinde dolaşırcasına, yürekleri denizin yüzeyinde parçalanan ışıklar gibi kıpır kıpır ve bu ışıklarla özdeşleşmiş durumda, hiçbir şey düşünmeden, hiçbir şey söylemeden, öylece dikilip kaldılar. Yusuf Aksu’nun oturup biraz dinlenmelerini önermesi üzerine, nesnelerin insanlardan daha önemli olduğunu vurgular gibi görünen bu evde, her birinde ikişer buçuk adamın rahatlıkla oturabileceği, aslan ayaklı koltuklara yerleşip kollarını kocaman dirsekliklere dayadıkları zaman, bu gizemli özdeşlik duygusuna bir de şaşkınlık ve hayranlık eklendi; ayrıca, gözleri bilinmedik bir altın çağdan kalmış ve nerdeyse başka tür yaratıklar için yapılmış izlenimini veren, dev sehpaların, vazoların, halıların, tabloların bulunduğu çok geniş salona açılan ikinci bir salonun duvarlarında, Yusuf Aksu’nun görkemli çalışma masasının arkasında ve yanlarında, gül ağacı raflarda dizili pırıl pırıl ansiklopedi ve sözlüklerin görüntülerine alıştıkça, özdeşliğin odağı burasıymış, Dolmabahçe, Üsküdar, Salacak, Topkapı Sarayı, hepsi bu benzersiz dairenin birer uzantısı, ayrılmaz parçalarıymış gibi geldi onlara. Bu izlenimin etkisiyle olacak, karşılarında açılmaya başlamış alnı, ensesini aşmış kır saçları, tuhaf bir biçimde solgun yüzü, yakalarının uçları yukarı doğru kıvrılmış, damalı gömleği, fermuarı tam kapanmayan, ütüsüz pantolonu, hafiften uç vermiş göbeğiyle, kendilerine çocuksu bir utangaçlıkla gülümseyen Yusuf Aksu’ya da büyülü bir perdenin ardından bakar gibi baktılar, bu görkemli ortamla çelişen, sıradan ve nerdeyse yoksul görünüşüne karşın, bilinmeyen bir dinin peygamberi karşısındaymış gibi titrediler ve içlerini dolduran özdeşlik tansığını onun yarattığını düşündüler. Sonra, çevresine dalga dalga ağır bir ter kokusu yayan iriyarı kapıcının dağıttığı çaylarını yudumlarken, nesneleri ve insanları gerçek boyutlarına daha yakın bir düzlemde görmeye başlamakla birlikte, yarı bilinçli, yarı bilinçsiz bir biçimde, bu görkemli evi Yusuf Aksu’nun uzun bilimsel çalışmalarının bir ürünü olarak değerlendirmekten kendilerini alamadılar. Bir ara, içlerinden biri, belki de en gerçekçileri, arkadaşının kulağına, “İnsan bu evde bilim adamı da olur, ozan da!” diye fısıldayarak sanının tersinin de doğru olabileceğini vurguladı. Bir başkası “Derviş de!” diye ekledi. “Ya da her üçü birden: bilim adamı, ozan ve derviş.” Aynı kişi, birkaç gün sonra, gazetesinde, bu yarım saatlik konukluk üzerine yarım sayfalık bir içli yazı yayımlayarak savının pek de temelsiz olmadığını kanıtlamaya çalıştı. Ama, yazısının sonlarında, “Hangi profesörün evinde bu kadar çok ansiklopedi var?” diye sorarken, ağırlığı evden çok, içinde oturana veriyor, dolayısıyla öteki düşünceyi de yabana atmadığını gösteriyordu.
O dönemde, Uluslararası Dilbilim Günleri ve Yusuf Aksu’ya ilişkin haber ya da söyleşi nitelikli son yazı bu oldu. Ancak Yusuf Aksu adı köşe yazılarında uzun süre boy gösterdi.
Söylemek bile fazla, yazarlarımızın elinin altında daha yazıya bile dökülmemiş bir tümceyle yıllar öncesinden gelen bir söylen dışında hiçbir kaynak yoktu, Yusuf Aksu’nun kişiliği ve düşünce evreni çevresinde uzun boylu yorumlara girişemezlerdi; “dünya çapında bir bilim adamı”, “tarihi felsefeyle harmanlamış bir dilbilimci”, “ulusal bir onur” ya da “bildiğini açıklamak için kâğıda bakmak gereksinimini duymamakla birlikte, cüceler aşağılık duygularının altında ezilip büsbütün cüceleşmesinler diye bildirisini kâğıttan okur gibi yapan dev” gibi nitelemelerle yetindiler; ancak, “bilime yuh çeken diplomalı cehalet”i, “bilinçsiz İncil savunuculuğu”nu, “gerçeği her gördüğü yerde ezen kara cüppeli despotluğu”nu, “yolunu şaşırıp amfiye girmiş stadyum amigoluğu”nu yerden yere vurmaları için bu nitelemeler de az değildi. Sonra, bir ad ve bir olaydan öte hiçbir ağırlığı bulunmadığından, Uluslararası Dilbilim Günleri nerdeyse tümden unutuldu, ama Yusuf Aksu adı bilgiyle bilgisizliğin, özgürlükle baskının, özgünle beyliğin, yeniyle eskinin, kısacası, iyiyle kötünün karşıtlaştırılmak istendiği her durumda, şaşmaz bir biçimde olumlu terimle özdeşleşen bir gönderge olarak kaldı. Böylece, kürsüden indirilişinin üzerinden en az iki yıl geçtikten sonra bile, çok ünlü bir köşe yazarı, ülkenin genel durumunu eleştirirken, “Başbakan konuşur, halk susar; kayınbirader karşılıksız kredi, işçi emek karşılığı hava alır; profesör kürsüde sabah akşam kapitalizmi över, kimseden çıt çıkmaz; ama kırk yılda bir bir Yusuf Aksu çıkıp da kralın çıplak olduğunu söyleyince, yaka paça kürsüden indirilir,” diye yazıyor; ondan tam altı ay sonra, bir başka köşe yazarı, üniversite diplomasının nasıl değer yitirdiğini anlattıktan sonra, yazısını, “Yusuf Aksu belki de diploması olmadığı için böylesine büyük!” diye bitiriyordu.
Şu var ki, ne denli “en büyük” olursa olsun, ününü bir anda tüm ülkeye yaymış olan olay unutuldukça, Yusuf Aksu’yu ananlar da gittikçe azalıyordu. Yusuf Aksu’ysa, eski durgun yaşamına dönmüştü gene: sabah kalkınca ilk işi dişlerini fırçalayıp tıraş olmak oluyor, sonra, nereden kaynaklandığını kendisinin de bilmediği bir esinle, belki yıllar önce büyük dostuyla birlikte yaptığı dil araştırmalarının, belki yalnızlığın getirdiği durgunluğun etkisiyle, daha az çaba ilkesini yaşamına da uyguluyor; salondan yatak odasına, kitaplıktan banyoya ya da mutfağa giderken, daha önceden belirlenmiş en kısa yoldan yürümeye özen gösteriyor, dalgınlıkla çizginin dışına çıktığı olunca da geri dönüp baştan başlıyordu. Hiçbir zaman fazla konuşkan olmamıştı, ama, böyle ne yaptığını sordukları zaman, aşçıya, hizmetçiye ya da kapıcıya bunları bir ansiklopedi maddesi okur gibi, düzgün ve yöntemli bir biçimde anlatmaktan da çekinmiyordu. Onlar da kendi aralarında, “Yusuf bey bir tuhaf oldu,” diye konuşuyorlardı. Öyleydi gerçekten, yani eskisinden daha tuhaftı. Ne var ki, birkaç ayrıntı bir yana, fazla değiştiği de söylenemezdi. Hayır, eskiden olduğu gibi, gazetede gördüğü ya da radyoda işittiği bir sözcüğün esiniyle sözlüklerine ve ansiklopedilerine eğiliyor, yorulunca radyosunu karıştırıyor, ondan da bıkınca, bilmediği bir dile ilişkin bir kitap açıyor, sanki hâlâ Yunus’un dostu olmayı hak etmek söz konusuymuş gibi, canla başla öğrenmeye çalışıyordu. Şu var ki, şimdi dikkati çok daha çabuk dağıldığından, elindeki sözlük ya da ansiklopedi ona çok geçmeden Yunus’u çağrıştırıyor, o da Yunus’un tükenmez anılarına dalarak kimi zaman gülümsüyor, kimi zaman basbayağı gülüyor, kimi zaman da acıyla içini çekiyordu; arada sırada avukat Münür bey, yeni kapıcı Müslüm efendi ve öteki adamlarıyla giriştiği kısa söyleşiler bir yana bırakılırsa, durumunu değiştirme, alışkılarının kalın kabuğunu kırıp insanların arasına dönme yolunda parmağını bile oynatmıyordu; son deneyim herhangi bir değişiklik girişiminin ne kadar tehlikeli olabileceğini göstermişti: “Boyumun ölçüsünü aldım,” diyordu kendi kendine. Hatta insanlardan bayağı ürküyordu. Bunu da beklenmedik bir oluntuya borçluydu.
Sokağa çıktığı ender günlerden birinde, arabasını beklerken, belki kılığının, belki yaşının, belki başka bir şeyin etkisiyle, kapının önünde, sokakta oynayan çocuklardan birinin, atmak üzere olduğu topu bağrına basıp öylece durarak “O adam!” dediğini duymuş, bunun üzerine, sokaktaki tüm çocukların oldukları yerde durup yarı şaşkınlık, yarı ürperti, biraz da saygıyla kendisine baktıklarını, araba gelince bile, bir süre öylece kaldıklarını görmüştü. Daha sonra, çevreye biraz daha dikkat edince de gördü: ne zaman kapının önüne çıktıysa, çocuklar oyunu kestiler, birdenbire yeni bir oyuna başlarcasına, “O adam! O adam! Apartmanın adamı!” diye fısıldaştılar. Evet, “apartmanın adamı” diyorlardı, “apartmanın tini” ya da “apartmanın hayaleti” der gibi. Ne olursa olsun, bir yabancılık ve aykırılık izlenimi uyandırdığı kesindi. Böylece, daha uzak durdu insanlardan. Boşalan dairelere yeni kiracı almamakta ne kadar haklı olduğunu düşündü.
Gene de, arada bir, özellikle kimi akşamüstleri, salonun beş penceresinden birinin önüne oturarak denizin üstünde durmamacasına bir yerlere doğru yol alan büyüklü küçüklü tekneleri izleyip kentin uğultularını dinlerken, kendinden uzaklarda sürüp giden bir yaşamın varlığını duyar gibi oluyor, gözleri dolacak ölçüde içleniyordu. Çok karışık bir biçimde, babalarının ya da annelerinin elinden tutmuş çocuklar, daracık bir odada bir sofranın çevresinde sıkışmış kadınlı erkekli topluluklar, mezarlıkta mezarların başına dikilip fatiha okuyan kadınlar ve çocuklar, çok ender olarak da bir ağacın altında birbirine öyküler anlatıp kahkahalarla gülen insanlar geçiyordu gözlerinin önünden. Ama o yaşamlar konusunda olumlu ya da olumsuz bir görüşü bulunmadığı gibi şu yaşadığı yaşamı seçmekle iyi edip etmediğini de, hatta gerçekten seçip seçmediğini de bilmiyordu. Tüm bildiği, bazı bazı, çevresindeki nesnelerin, içindeki anıların da açıkça tanıklık ettiği gibi, gerçekte çoktan bitmiş bir yaşamın bekçiliğini yaptığıydı. Bekçiliğini yaptığı yaşam biraz yakından bildiği tek yaşam olduğuna göre de fazla yakındığı yoktu. Nasıl olsa, altmışının eşiğinde, yeni bir yaşama başlaması söz konusu olamazdı.
Bununla birlikte, bazı bazı, dışarıda kentin ışıkları yanıp da çevresindeki karanlık gittikçe yoğunlaşırken, belli belirsiz bir biçimde, örneğin Doç.Dr. Tamer Altınsoy gibi genç ve candan bir insanın özlemini duyduğu, hatta, nerdeyse kapıyı çalmak üzereymiş gibi, onu basbayağı beklediği oluyordu.




Birinci bölüm




I
Bayram Beyaz günde en az üç gazete okur, üstelik, yıllardan beri hiçbir olayı atlamamakla övünürdü. Bu nedenle, bir akşamüstü, gazetede, saymanlık müdürü Şemsi Çamlı’nın odasında, söz yolunu şaşırıp da Uluslararası Dilbilim Günleri’nin çevresinde dönmeye başlayınca, hele bir de Şemsi beyin gözde dostu, Valéry ve Mallarmé tutkunu iç hastalıklar uzmanı Prof.Dr. Osman Nuri Balcı “Bayram’cığım, senin belleğin çok güçlüdür; o toplantının altını üstüne getiren şu büyük dilcinin adı neydi, söylesene!” deyince, tepesi attı, ünlü hekimin yaşına başına bakmadan kendisini işletmeye kalktığını düşündü: olayı da, adamı da hiç mi hiç anımsamıyordu. O sırada emeklilik işlemleri konusunda müdürle bir ayrıntıyı konuşmaya gelmiş olan yaşlı bir spor yazarı “Böyle adlar unutulmaz: Yusuf Aksu!” dedi, gazeteye birkaç hafta önce girmiş olan ünlü köşe yazarı Firuz Polat da “Evet, şimdi anımsadım: Yusuf Aksu,” diye onayladı ya o gene hiçbir şey anımsamadı. “Siz beni işletiyorsunuz: böyle bir adam yok, böyle bir olay da olmadı,” diye çıkışarak herkesi şaşırttı: en karmaşık saymanlık işlemlerini bile bir kez açıklandıktan sonra tıkır tıkır yürütürken, en sıradan yaşam sorunları karşısında eli ayağı birbirine dolaşan, dünyanın en uzak köşesinde geçen olayları ayrıntılarıyla bilirken, çalıştığı gazetede gözleri önünde olup bitenleri anlamakta güçlük çeken, yayayken büyükçe bir caddede karşıdan karşıya geçmesi başlı başına bir sorun olurken, dostlarının Kızıl Tosbağa diye adlandırdıkları ünlü Volkswagen 303’üyle en dar ve en kalabalık yollarda suda balık gibi dolaşan bu hem palaçor, hem özenli, hem becerikli, hem bön arkadaşlarını biraz da bu tutarsızlıkları için severlerdi. Gene de tepkileri karşısında sık sık şaşkınlığa kapılır, gün görmüş saymanlık müdürünün onun gazetede işe başlamasından bilemedin üç ay sonra dile getirdiği gözlemi bir kez daha anımsarlardı: “Bu çocuğun beyninin bir yarısı çalışırken, öbür yarısı güzellik uykusundadır.”
Gözlemin geçerliliği benimsenirse, Bayram Beyaz’ın müdürü bir kez daha haklı çıkardığı söylenebilirdi: hindi gibi kızardı, insanları uzlaştırmadaki başarısı yanında, ülkenin yakın tarihi konusundaki geniş bilgisi ve kendine özgü yorumlarıyla da herkesin saygısını kazanmış olan, ayrıca müdürü olarak geleceğini elinde tutan Şemsi Çamlı’ya da, son yıllarda gerek hekimliği, gerek arada sırada yayımladığı düşünce yazıları ve arada sırada yaptığı televizyon konuşmalarıyla yetkesini herkese benimsetmiş olan Prof.Dr. Osman Nuri Balcı’ya da sert çıktı, şakanın da bir sınırı olduğunu söyledi. Şemsi Çamlı bu tepki karşısında bilgece gülümsedi, hayranlık verici bir dinginlik içinde, Yusuf Aksu’ya ilişkin en kapsamlı yazılardan birini yazmış olan deneyimli gazeteci Hakkı Köse’yle Uluslararası Dilbilim Günleri’ni baştan sona izlemiş olan fotoğrafçı İbrahim Küpeli’yi çağırttı. Bayram Beyaz onlara da pek inanmadı. O zaman, Hakkı Köse “Buyur öyleyse!” diyerek kolundan tuttuğu gibi gazetenin belgeliğine götürdü onu.
Bayram Beyaz burada uzatılan tahta iskemleye bir oturdu, bir daha da uzun süre kalkmadı: işlerini yüzüstü bırakmak pahasına, tam iki gün süresince, sabah dokuzdan akşam dokuza, üç yıl öncesinin gazetelerinde Yusuf Aksu’nun ilginç serüvenini izledi. Kimi zaman yumruğunu masaya vurarak “Olamaz!” diye homurdanıyor, kimi zaman “Böyle bir şeyi düşümde görsem, inanmazdım!” diye söylenerek dalıp gidiyordu. Yusuf Aksu olayını gözden kaçırmış olduğunu anlaması için, iki gün boyunca belgelikte gazete karıştırmasına gerek yoktu kuşkusuz: ne denirdi, insanlar her baktıklarını görmüyorlardı; ama, olayın ayrıntılarına daldıkça, tuhaf bir şeyler oluyordu Bayram Beyaz’ın beyninde: bilinmez bir gücün kendisini bu adama doğru çektiğini duyuyor, adını daha yeni işittiği bu olağanüstü bilim adamının nereye varmak istediğini pek kavrayamamakla birlikte, “Sanırım, aradığım adamı buldum!” diye söyleniyordu.
Bayram Beyaz’ın aradığı bir adam yoktu, ama, en az iki yıldır, havasız ve ışıksız bir hücrede dört döner gibi, bir boşluk ve aldatılmışlık duygusu içinde gidip geliyor, herhangi bir çıkış yolu da göremiyordu. Dostlarının anlattığına göre, yaklaşık beş yıl önce, hem çok çalışkan bir öğrenci, hem tek namazını aksatmamış, orucunu yolculukta ve hastalıkta bile bozmamış, ödünsüz bir müslüman olarak, İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’ni bitirdiği zaman, böyle bir sorunu yoktu. Bugün olduğu gibi o zaman da dünyaya ve ülkeye ilişkin her şeyi bilmeye, her şeyi birbirine bağlamaya büyük önem veriyordu; genellikle bunu başaramamakla birlikte, ta Tokat Lisesi’nde okuduğu günlerden beri, Tanrı aşkını dünyaya egemen kılmanın her aksaklığı düzelteceğine inanmaktaydı, bu nedenle de içi rahattı: en azından çözümü biliyordu. Böylece, bu ülkede inanmış kişilerin haklarını savunmak üzere politikaya atıldığını söyleyen güçlü bir işadamının yanında oldukça dolgun bir aylıkla iş bulup da her konuda ona yardımcı olmaya başlayınca, daha bir rahatlamıştı: hem iyi para kazanarak gönlünce yiyip içiyor, hem de kutsal bir amaç için çalışmanın mutluluğunu duyuyordu; patron da yanında çalışanların her sorununu düşünen, yücegönüllü bir insana benziyordu doğrusu; örneğin, o günlerde pek az insan böyle bir gereksinim duyarken, “Parasını aylığından keseceğim,” diyerek avcuna az kullanılmış bir kırmızı Volkswagen 303’ün anahtarını sıkıştırmış, bir an önce sürücülüğü öğrenip ayaklarının yerden kesilmesi için de şoförünü tam iki ay onun buyruğuna vermişti.
Ne var ki Bayram Beyaz’ın Volkswagen 303’ün direksiyonuna geçmesiyle patronun özel yaşamını tanımaya başlaması aynı zamana rastlamıştı: dindar adam tecimini yüzde doksan “gayrimüslimlerle” yürütüyor, haftada en az iki gecesini küçük kızı yaşındaki metresinin yatağında geçiriyor, kızlarının baş bağır açık gezmelerine hiç sesini çıkarmıyor, yandaşlarına yalan üstüne yalan söylemekte hiçbir sakınca görmüyordu. Bayram Beyaz böyle bir dinsiz için çalışmayı sürdürmenin Tanrı’ya da, Peygamber’e de saygısızlık olduğunu düşündü: borcunun bitmesini bile beklemeden adamla ilişkisini kesti, birkaç işe daha girip her birinde bir başka ikiyüzlülük ya da dolandırıcılık türüne tanık olduktan sonra, namazı ve orucu da, din yolunda savaşmayı da işin uzmanlarına bıraktı: her şeyi bilen ve gören yüce Tanrı, geçici bir biçimde bile olsa, yolundan gittiklerini söyleyen madrabazların insanları böyle utanmazca aldatmasına izin veriyorsa, sorunlarını kendisi çözsündü, Bayram Beyaz bu işte yoktu. Sonunda, tüm geçmişine meydan okurcasına, yansızlığıyla ün yapmış olan bu gazeteye girdi. Burada, patron değilse de çalışanlar ille de söylediklerinin tersini yapmak ya da yaptıklarının tersini söylemek zorunluluğunu duymuyorlardı; öte yandan, görevi gazetenin hesap işlerine bakmakla sınırlı da olsa, politikaya ve felsefeye meraklı bir insan olduğundan, düşünce ürettiği varsayılan bir kuruma katkıda bulunmak hoşuna gidiyordu; müdürü de hoş bir adamdı doğrusu, her konuda bir görüşü, her çevreden dostları vardı; ayrıca, aralarındaki büyük yaş farkına karşın, kendisine arkadaş gibi davranıyor, dost söyleşilerine onu da katmakta bir sakınca görmüyordu. Böylece, ilk seçtiğine yüzde yüz karşıt bir yolda da olsa, bayağı ilerlediğini, düşünsel çevreninin gittikçe genişlediğini sezinlemekteydi.
Bununla birlikte, ilk işinden ayrılmaya karar verdiği günlerden beri içinde çırpınmaya başladığı boşluk duygusu hep sürmekteydi. Bu duyguyu yenebilmek için, Şemsi Çamlı’nın salık verdiği, kimilerini de kendi evinden getirdiği felsefe kitaplarını okumaya girişti. Platon’ dan Aristoteles’e, Schopenhauer’den Nietzsche’ye, birçok filozofu elden geçirdi. Ama, doğrusunu söylemek gerekirse, hiç girişmemiş olmayı yeğ tutardı: başlangıçta her şey çok iyi gidiyor, hangi felsefeciyi okursa okusun, hem yüzde yüz anlıyormuş gibi bir izlenime varıyor, hem de söyleneni tümüyle benimsiyordu: “İşte aradığım adamı buldum!” diye söyleniyordu her seferinde. Ne var ki, ilk sayfaları aşıp da ayrıntılara gelince, gerçek yaşamın açıklarına düşmüş gibi bir duyguya kapılıyor, her şeyi karıştırmaya başlayarak yeniden başa dönüyor, ancak daha iyi anlayayım diye geri döndüğü sayfa, bu kez sorgulayarak okuduğundan, çok daha karmaşık geliyor, yazarının haklı mı, haksız mı olduğunda bir karara varmak şöyle dursun, tam olarak ne dediğini anlamakta bile zorlanıyordu. Her şeye karşın, bir meydan okuma duygusuyla, dişini sıkıp kitabın sonuna dek gidiyordu, ama sonuç hep aynıydı: tarihleri, yer ve kişi adlarını, olayları belleğine yerleştirmekte öteden beri fazla güçlük çekmezken, felsefe kitaplarından belleğinde ezici bir yorgunluk izleniminden başka hiçbir iz kalmıyor, böylece, Kant da, Schopenhauer da, Nietzsche de, Platon da onun için hep aynı çizgide birleşiyordu: filozoflar kulağını tersinden gösteren adamlardı, hiçbir zaman kavrayamayacaktı onların gerçek düşüncelerini. Böylece, felsefe defterini şimdilik kapatmıştı, ama umudunu kesmiş değildi, kafasını ta çocukluğundan beri veli ve pir öyküleriyle doldurmuş olmasının da etkisiyle, bu işin bir odaya kapanıp kitap okumakla gerçekleştirilemeyeceği, felsefenin de tıpkı saymanlık, tıpkı sürücülük gibi, bir hocadan ya da bir ustadan öğrenilebilecek bir uğraşım olduğu sonucuna vardı. Böyle soğuk ve soyut kitapların ötesinde, karşısına diz çöküp oturulacak, ne öğrenmesi gerekiyorsa onu öğretecek, bir usta, bir ayrıcalıklı adam düşlemeye başladı.
Yusuf Aksu işte böyle bir dönemde çıktı karşısına.
Bayram Beyaz, “bilim ve düşün çevrenimizden bir kuyrukluyıldız gibi geçen” bu gizemli bilgin üzerine söylenenleri okumaya giriştikten sonra, belki üçüncü, belki dördüncü yazıda, bir tür içgüdüyle, aradığı ustanın bu adam olabileceğini düşündü. Besbelli, ünden, şandan, gösterişten tiksinen, gerçek bir bilgeydi. Ünlü köşe yazarlarımızdan birinin kendisini “dili ve tarihi felsefeyle harmanlayan büyük bir bilgin” diye nitelediğini görünce, sanısı daha da güçlendi; arkasından, gazetecilere söylediği “Sözcükler her şeyi çorbaya çeviriyor!” tümcesini okuyunca, felsefe kitaplarını neden anlamadığını da kavrar gibi oldu, herkesin önderliğe kalktığı bu tuhaf toplumda kendi sessiz köşesine çekilmeyi yeğleyen bu adamın gerçekten büyük bir düşünür, her şeyin kökenine inmeye çalışan bir bilge, dolayısıyla kendisini bu boşluk ve aldatılmışlık koşulundan kurtaracak tek adam olduğundan kuşkusu kalmadı, “Ne pahasına olursa olsun, ona ulaşacağım!” diye söylendi, düşüncesini arkadaşlarına da açtı.
Arkadaşları güldüler: bir kez, alanını şaşırmıştı: bunca zamandır iyi bir felsefeci diye sayıklayıp durmuştu, bu adamsa, adı üstünde, dilbilimciydi. İkincisi, “Hemen gidip görüşeceğim onunla,” diyordu, oysa, Yusuf Aksu olayını ayrıntılarıyla inceledikten sonra, bunun olanaksız olduğunu bilmesi gerekirdi. Hakkı Köse müdürün kulağına eğildi, “Abi, gerçekten haklıymışın: seninkinin beyninin bir yarısı sürekli kestiriyor,” dedi. Gene de, iş çıkışı, Bayram Beyaz Kızıl Tosbağa’yı önünde durdurup “Abi, ne olur, şu evi bir gösteriver bana,” deyince, isteğini geri çevirmeye yüreği elvermedi.
Ama, yol boyunca, “Değil onunla konuşmak, yüzünü bile göremeyeceksin; yaşayıp yaşamadığını da bilmiyoruz, belki çoktan ölmüştür zavallı!” türünden sözler edip durdu. Arabadan inince de her şeyin söylediği gibi olduğunu düşündü: görkemli yapı tümden bırakılmış gibiydi, girişindeki donuk ışık bir yana, baştan aşağı karanlık içindeydi; üstelik, bu karanlık gündüz gidip gece gelen bir karanlığa değil de bir daha gitmemek üzere yerleşmiş bir karanlığa benziyordu. “Sanırım, yanılmamışım, zavallı adam! Çok da yaşlı sayılmazdı,” diye mırıldandı. Bu nedenle, iki hırsız gibi, sessizce girdikleri apartmanda, otomatiği ve asansörü çalışır bulunca, hem şaşırdı, hem sevindi. Beşinci katta, birkaç kez, hem de uzun uzun, parmağını zile bastırdı. Kulağını kapıya dayayıp dinledi. Rengini yitirmiş bir yüzle kendisini izleyen Bayram Beyaz’a baktı, “Bu zil çalmıyor,” dedi. Cebinden bir anahtar çıkarıp önce usul usul, sonra gittikçe daha sert bir biçimde kapıya vurmaya girişti. Aradan iki dakika geçmeden, pos bıyıklı, kara kasketli, kara avcı yelekli ve çok iri adam belirdi yanlarında. “Kimsiniz? Burada ne arıyorsunuz?” diye sordu, Hakkı Köse Yusuf Aksu’yla görüşmek istediklerini söyleyince de horgörüyle dudak büktü, “Evde yok, Avrupa’ya gitti, ayrıca burada da olsa kimseyle görüşmez,” diye ekledi. Bayram Beyaz’ın dili tutulmuş gibiydi. Adamla yalnız Hakkı Köse konuştu: Yusuf Aksu’yu tanıdığını, kolay kolay telefona çıkmadığını da bildiğini belirtti, bu durumda kendisiyle görüşmek istediğini önceden nasıl bildirebileceğini sordu. Adam, adlarını verip görüşme konusunu da kendisine bildirmeleri durumunda, haberin yerine ulaşacağını söyledi ya Hakkı Köse’nin görüş alışverişinde bulunma gerekçesini saçma buldu, “Bizim patron avukat değil!” dedi, sonra, hiç eveleyip gevelemeden, kas gücünü fazlasıyla aşan bir güce dayandığını sezdiren bir havayla, burada daha fazla oyalanmalarının kendileri için iyi olmayacağını bildirip asansörün kapısını gösterdi. Hakkı Köse arkadaşının kulağına eğildi, “Kapıcı numarası yapıyor, ama sıkı bir koruma: boya posa baksana!” diye fısıldadı. “Bizden başka korumasız adam kalmadı şu memlekette!” Hem bir kez daha haklı çıktığı, hem de, büyük adam olmasının daha çok bir ölü gibi düşünülmesini kolaylaştırmasına karşın, Yusuf Aksu’nun ölmediğini öğrendiği için hoşnuttu. Bayram Beyaz’sa, bayağı düş kırıklığına uğramış olmakla birlikte, tümden umudunu kesmiş değildi.
Ertesi gün, işe giderken de, işten dönerken de yolunu uzatıp Maçka’daki apartmanı kolaçan etti, akşam karşılarına çıkan iriyarı adamın kapıda oturduğunu görünce, beklenmedik bir korkuyla titredi, herhangi bir girişimde bulunmaktan vazgeçti. “Nasıl olsa adres belli!” diye söylendi. Eriştiği bu biricik veriyi değerlendirerek tam iki hafta süresince, Yusuf Aksu’ya her gün bir başka mektup yazdı, her gün biraz daha zorlu bir tutkuya dönüşen dileğini yineledi. Hiçbir yanıt gelmedi. O zaman, gazeteden izin alarak, tam sekiz gün süresince, Yusuf Aksu’nun sokağa çıkmasını bekledi; dokuzuncu gün, öğleüzeri, havanın oldukça sıcak ve pırıl pırıl olmasına karşın, sırtına uzun bir yağmurluk giymiş, orta boylu, zayıf bir adamın kapıdan çıkarak ürkek adımlarla kaldırımın kıyısına dikildiğini, Yusuf Aksu’nun gazetelerde yayımlanan fotoğrafına da çok benzediğini gördü, Kızıl Tosbağa’yı çalıştırmasıyla yolu geçip önüne varması bir oldu. Arabadan fırlayıp karşısına dikildi, “Hocam, yardımcı olabilir miyim?” diye sordu. Adam, elleri yağmurluğunun ceplerinde, korkuyla karışık bir şaşkınlıkla yüzüne baktı, sonra, hiçbir şey söylemeden, kendisi arabadan çıktığı sırada yanaşıp durduğu anlaşılan ve şimdi açılmış kapısının önünde, özel kılıklı, iriyarı, ama bayağı yaşlı bir adam bekleyen kocaman arabaya doğru yürüdü.
Bayram Beyaz büyük adama ulaşmanın belki de tek yolunun kendilerini kabaca geri çevirmiş olan iriyarı kapıcı ya da koruma olduğunu düşündü o zaman; bir hafta da ona yaklaşmanın yollarını araştırdı, bir iki kez polis gibi uzaktan uzağa izledi onu, bakkaldan, kasaptan, çiçekçiden, yakınlarda bir kahvenin garsonundan bilgi almaya çalıştı. Hepsinin de ondan saygı ve korkuyla söz ettiklerini gördü: “Müslüm abinin sağı solu belli olmaz!” diyor, başka bir şey demiyorlardı. O gene de umudunu kesmedi. Bir sabah, koltuğunun altında üç ekmek ve bir gazeteyle bakkaldan döndüğü sırada, birden karşısına dikildi.
“Merhaba, Müslüm abi,” dedi.
“Merhaba,” diye yanıtladı kapıcı, öyle durup ölçüsünü alır gibi tepeden tırnağa süzdü onu. Bu bıyığıyla kravatından başka her şeyi bir yumuşaklık ve yuvarlaklık izlenimi uyandıran, hiç güneş görmemiş gibi apak, ablak yüzlü, seyrek saçlı, nerdeyse boyunsuz, ufak tefek, karpuz göbekli adamı tanımaya çalıştı, bir yerlerden çıkarır gibi oldu, ama belli bir uzama ve belli bir zamana bağlayamadı, herhalde çok eskiden ve bir başka yerde, örneğin memlekette gördüğünü düşündü. “Kusura kalma, bir yerlerden gözüm ısırıyor seni, ama tanıyamadım. Tokatlı mısın?” dedi.
Bayram Beyaz şaşırdı, ama, bir an sonra, gözlerinde bir parıltı belirdi.
“Evet, Tokatlıyım,” dedi sevinçle.
“İçinden mi?”
“Evet, içinden.”
“Adını bağışla.”
“Adım Bayram.”
“Soyadın?”
“Soyadım Beyaz.”
“Hiç duymadım, ama ben Tokat’ın köylüğündenim, hem de yedi yıldır memlekete gidemedim,” dedi Tokatlı Müslüm, gözlerini bilinmedik hemşeriye dikti, zararsız, üstelik okumuş birine benzediğini, iyi bir hemşerinin yeri gelince çok yararlı olabileceğini düşündü. “Bir emrin mi vardı?” diye sordu.
“Estağfurullah. Hemşerim olduğunu duydum, tanışmak istedim,” dedi Bayram Beyaz.
Tokatlı Müslüm hemşerisine düşlerindeki apartmanı gösterdi.
“Gel, buyur, eve gidelim,” dedi.
Bayram Beyaz, başka hiçbir yoldan sağlanmaz görünen bir olanağı belki de beklenmedik bir hemşeriliğin sağlamak üzere olduğunu görmenin sevinci ve şaşkınlığı içinde, Tokatlı Müslüm’ün ardından iki merdiven inip karanlık bir odaya girdi.
Hemşerisi ışığı açınca, dolap, masa, koltuk, iskemle, kanepe, somya, şilte, bozdolabı, çamaşır makinesi, fırın, radyo, televizyon, tavana dek yükselen, karmakarışık bir eski eşya yığını karşısında buldu kendini, sonra, üstüne çiçekli bir muşamba örtülmüş bir çelik yazı masası, çelik masanın çevresinde hiçbir zaman cila ya da boya görmemiş, ama kullanıla kullanıla parlamış üç tahta iskemle, biraz ilerisinde, duvar girintisi içinde, sarı bir muslukla birkaç yerinden çatlayıp onarılmış, avuç içi gibi bir lavabonun iki yanında, üstünde kırmızı bir plastik leğen, içinde tabak ve bardaklar görünen bir küçük tahta dolapla aynı boyda bir başka dolabın üstünde üçlü bir havagazı ocağı gördü. Ocağın üstünde mavi çinkodan, şişkin göbekli bir çaydanlık tıkırdıyordu. Tokatlı Müslüm üç tahta iskemleden birini geriye çekti, konuğuna oturmasını söyledi, cebinden Parliament paketini ve çakmağını çıkarıp bir sigara yaktı, sonra paketi ve çakmağı hemşerisinin önüne koydu.
“Buyur, yak bir tane,” dedi.
“Sağ ol, Müslüm abi, ben sigara kullanmam,” dedi Bayram Beyaz.
Tokatlı Müslüm hiç sesini çıkarmadı, paketi ve çakmağı alıp cebine koydu, sonra, kırmızı çizgili bir bardağı sırf demle doldurdu, üstüne küçük bir plastik kaptan dört kaşık şeker attı, getirip önüne bıraktı.
“Sen çayını içerken, ben şunları yerine vereyim,” dedi, üç ekmekten ikisiyle gazeteyi bıraktığı yerden aldı. “Hemen dönerim, pek bir kiracı yok apartmanda, çünkü patron çıkanların yerine yenisini almıyor.”
“Neden?”
“Çocuklu mocuklu istemiyor, köylü möylü de, tüccar müccar da istemiyor; kısacası, adam istemiyor.”
“Neden?”
“Gürültü mürültü istemem diyor. Uğraşamam diyor. Ben şunları yerine vereyim.”
Bayram Beyaz iriyarı kapıcının arkasından bakakaldı: kendisine yaşam boyu unutamayacağı bir oyun hazırlamıyorsa, kesinleştirilmemiş bir hemşerilik uğruna bunca yakınlık ve güven göstermesine şaşmamak elde değildi. Ama döndükten sonra da açık bir biçimde belli etti yakınlığını: hemşerisinin terlemiş, pembe yüzünün daha da pembeleşmiş olduğunu görünce, odanın kapısının tam karşısına düşen başka bir kapıyı açtı, “Bir çay da bahçede içelim,” dedi. Kocaman ağaçlarla dolu, geniş bir bahçeye çıktılar. Bayram Beyaz Maçka gibi bir yerde böyle kocaman bir bahçede bulunmanın şaşkınlığı içinde bocalarken, hemşerisi “Şuraya bak: on apartman dikilebilir içine,” diye söylendi. “Biz de bir köşesine sebze mebze ekiyoruz, yani ben komşu kapıcının karısı Cemile’ye ektiriyorum: salatalık, domates, biber, patlıcan, yaz kış maydanoz. Cemile patrona da salatalık, domates götürüyor. Yusuf bey Cemile’nin salatalıklarını çok sever.”
Bayram Beyaz birden irkiliverdi, hemşerisine şaşkınlıkla baktı.
“Sahi mi, Müslüm abi?” diye sordu, bir bilim adamının salatalık sevmesini usuna sığdıramamışa benziyordu.
“Elbette sahi, hemşerim. Niye sevmesin ki? Ayrıca bizim Sivaslı ne yaparsa güzel yapar. Öbür uçta da koca bir kümesimiz var,” dedi Tokatlı Müslüm. Kapıcı odasına gidip iki iskemle getirdi, sonra, ikinci çaylar içilirken, yani daha şöyle bir oturup havaya girmeyi bile beklemeden, nerdeyse ta başından başlayarak yaşamını anlatmaya girişti, kimi zaman hızlı, kimi zaman ağır bir uyumla, şöyle böyle on yıl önce, bahçeyi ve tarlaları karısıyla kaynına bırakarak İstanbul’a gelip yapı işçiliği, arkasından buralarda bir yerlerde kapıcılık yaparken, kaç kez her şeyi bırakıp köye dönmesine ramak kaldığını, ancak, bir kez alıştıktan sonra, bu kenti memleketten daha çok sevmeye başladığını, böylesine büyük bir apartmanın kapıcılığıyla bile yetinmeyip türlü işlere el atarak durumunu iyiden iyiye düzelttiğini, böylece, şimdi, bu apartmanın kapıcısı olarak görünmekle birlikte, işçiden çok işveren konumunda bulunduğunu, örneğin bu yapının temizlik işlerini ücret karşılığında arka sokaktaki küçük apartmanın kapıcısıyla karısına yaptırttığını, biraz ileride bulunan büyük apartmanın yaşlı kapıcısının genç karısının, yani az önce sözünü ettiği Cemile’nin de hem kendisinin, hem patronun yemeğini yaptığını, yaşlı kocası gibi onun da Sivaslı olduğunu anlattı, “Sivaslı’dır, ama yaman kadındır, her iş gelir elinden,” diye ekledi.
Üçüncü çaylar içilirken, daha önemli iş etkinliklerine geçti, İstanbul’un değişik semtlerinde “diktiği” gecekonduları saydı, yüzölçümlerini, oda sayılarını sıraladı, kaçının tek, kaçının iki, kaçının üç, kaçının dört katlı olduğunu söyledi: hepsi birkaç bin metre kare tutuyordu.
Bayram Beyaz hem şaşırdı, hem de elinde olmadan ürperdi.
“Hepsi gecekondu mu, tapusuz mu yani?” diye sordu.
“Hepsi değil. Ama çoğuna tapu alamadık daha.”
“Tapusuz topraklara bunca ev dikmekten korkmadın mı?”
Tokatlı Müslüm şaşırdı.
“Niye korkayım ki? Bu memleket bizim,” dedi, gözlerini gözlerine dikti, “Ayrıca, biz Tokatlılar her şeye bir çare buluruz,” diye ekledi.
Bayram Beyaz başını önüne eğerek sustu bir süre, sonra birden gözlerini hemşerisinin gözlerine dikti.
“Peki, Müslüm abi, bunca taşınmazın varken, neden böyle kapıcılık yapıyorsun ki?” diye sordu.
Tokatlı Müslüm gülümsedi.
“Bu apartmanı seviyorum, tam benim kuşlara göre, hem de Maçka her yere yakın,” dedi, sonra başka konuya geçti.
“Kuşlar mı? Ne kuşları?” diye sordu Bayram Beyaz, ama Tokatlı Müslüm hiç oralı olmadan sürdürdü konuşmasını.
Bayram Beyaz’ın iyice kafası karıştı: anlatılan olayların kendisinden çok, arkalarında gizlenen anlamı kavramaya çalıştı. Ancak, bütün çıkardığı, patronunun vebbigoç gibi zengin ve tıpkı vebbigoç gibi eli sıkı bir adam olmasının aynı zamanda bir tür çocuk, bu yaşında sürekli eve kapanarak çocuklar gibi kitap karıştırmakla oyalanan, televizyon dururken, radyoda nerede cızırtılı bir gâvur istasyonu varsa, onu bulup çıkaran bir yarı deli olmasını önlemediği, bir de kendisinin ve patronun yemeklerini yaptığını ve bedeni gibi elinin de çok lezzetli olduğunu söylediği Sivaslı Cemile’nin yaşamında büyük bir yer tuttuğu, Maçka’yı çok sevmesinin bir nedeninin de bu olduğuydu. Öyle anlaşılıyordu ki “hamur gibi” sözcükleriyle tanımladığı bu kadınla ilişkisini Tokatlılar’ın Sivaslılar’a karşı bir yengisi olarak değerlendiriyor ve kendini tüm Sivaslılar’ın eniştesi olarak görüyordu. Bayram Beyaz ülkenin en büyük bilim adamını çocuk olarak niteleyen bu kocaman adamın çocuksu tutumu karşısında gülümsedi. Sonra yavaş yavaş bir memleket özlemidir büyüdü içinde, Müslüm abinin konuşmasının akıcılığını, sözcüklerinin uyumunu bir tür ezgi gibi algılamaya başladı. Sonra, çelişkin bir biçimde, gene bu ezginin etkisiyle, burada, elinden gelse tüm ülkeyi kendi iyeliğine bağlayacak olan bu adamın yanında ne aradığını sordu kendi kendine, yaşamda ulaştığı konumun bu ezgiyi, doğduğu yerin bu benzersiz dilini bırakmaya değip değmediğini düşündü, içini çekti.
Tokatlı Müslüm’se, hep anlatıyordu. Ancak, öyküsünü bitirdikten sonra, karşılığı önceden ödenmiş bir malı ister gibi, “Peki, sen ne zaman düştün buralara? Sen neler yaparsın, hemşerim?” dedi. Bayram Beyaz gazetede çalıştığını, uğraşının hesap uzmanlığı olduğunu söyleyince de “Yani okumuş adamsın, senet sepet, çek mek, tapu mapu, hepsinden anlarsın, değil mi?” diye sordu.
Bayram Beyaz yüzünün kızardığını duydu.
“Öyle sayılır,” dedi.
“Nerede okudun?”
“İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’ni bitirdim.”
“Üniversiteyi mi yani?”
“Öyle sayılır.”
“Beyazıt’takini mi?”
“Öyle sayılır, bizim akademi Sultanahmet’teydi, Beyazıt’a çok yakındı yani.”
“Biliyorum. Çok iyi! Çok iyi!” dedi Tokatlı Müslüm, belki bir hemşerisinin başarılı olmasına sevindiği, belki de böyle okumuş bir hemşeriye her zaman gereksinim duyabileceğini düşündüğü için, mutlulukla gülümsedi. Ama uyanık adamdı: her sözcüğünün üstüne basa basa kendisinden ne istediğini sorup da hemşerisinin, fazlasıyla dolambaçlı bir girişin ardından, Yusuf Aksu’yla görüşmek istediğini öğrenince, kaşları çatılıverdi: bu işin altında bir tuzak bulunabilirdi. Hemen toparlandı, konuğunun amacını anlayıp oyunu kendisi oynamak düşüncesiyle, hiçbir şeyden kuşkulanmamış gibi davranmaya çalıştı, “Onunla ne görüşeceksin ki? Hesap uzmanlığı ona sökmez! Ne mal satar, ne kiraya verir!” dedi. Bayram Beyaz Yusuf Aksu’yu mal almak ya da konut kiralamak için değil, bilgisinden yararlanmak için görmek istediğini söyleyince, kuşkuları daha da arttı: bu tombalak hesap uzmanının hemşeri ayaklarına yatarak kendisini ya da patronunu oyuna getirmeye çalışması büyük olasılıktı. Gene de, biraz daha dinleyince, kuşkuyu elden bırakmamakla birlikte, belki de tıpkı patron gibi bir “çatlak” karşısında bulunduğunu düşündü, “Hangi bilgisinden yararlanacaksın ki!” diye güldü. “Ben diyeyim bir gerzek, sen de bir çocuk! Sen üniversite bitirmiş adamsın! Ondan ne öğreneceksin ki!”
“Her şeyi.”
“Allah Allah!” dedi Tokatlı Müslüm, başını önüne eğip bir süre düşündü. “İlk gelen sen değilsin ayrıca. Arada bir birileri gelip sorar, görüşmek ister. Kimi yalvarır, kimi parayla kandırmak ister beni. Ama senin gibi aklı başında bir adamın ondan ders almaya kalkması tuhaf.”
“Bu gelenler nasıl insanlar?”
“Ne bileyim nasıl insanlar! Kimi gazeteciyim der, kimi hocayım der, kimi öğrenciyim der; kimi kadındır, kimi erkek. Ama hep tuhaf birileridir. Ne kılıkları kılığa benzer, ne suratları surata. Böyle dünyasında ölmüş birini görecekler de ne geçecek ki ellerine? Sen de görmek istiyorsun demek?”
“Evet, çok.”
Tokatlı Müslüm başka soru sormadı. Bir Parliament yaktı, sonra paketi ve çakmağı hemşerisine doğru uzattı, bir kez daha “Kullanmam” yanıtını aldı. Hiç sesini çıkarmadan ağır ağır içti sigarasını. Biraz meraktan, biraz bu işin altında bir oyun olması durumunda girişimi yakından izleyip kendisi de bir pay koparmak, biraz da bir hemşeriye yardım etmiş olmak için, Bayram Beyaz’a bu adamı ille de görmek istiyorsa, hemşerilik hatırına, onunla görüşmesini sağlamak için elinden geleni yapacağını, ancak, bir yarı deli karşısında bulunduklarına göre, sabırlı olması gerektiğini söyledi. Bayram Beyaz, büyüklüğünde tüm günlük basının birleştiği bir bilim adamının bir tür deli olarak nitelenmesi karşısında ürperdi, karşı çıktıysa da fazla diretmedi: daha önce de kaç kez düşündüğü gibi, Yusuf Aksu’ya gerçekten ulaşmak istiyorsa, bu adama katlanmak zorundaydı.
Böylece, Tokatlı Müslüm tam üç hafta oyaladı onu. Buna karşılık, büyük bir yakınlık gösterdi, her gelişinde bir başka kebapçıya götürdü, hesabı da hep kendisi ödedi. Bayram Beyaz bu üç hafta içinde yalnız bir kez elini cebine soktu: Ümraniye’de hemşerisinin yeni aldığı bir arsanın tapu işlemlerini yaparken, masrafı kendisi ödedi, daha sonra, Tokatlı Müslüm borcunun ne olduğunu sorunca da “Borç ne demek, Müslüm abi!” diyerek kapattı konuyu. Belki de bu tutumunun sonucu olarak, Tokatlı Müslüm, aynı akşam, kebaplarını yiyip kahvelerini içmelerinden sonra, tam ayrılacakları sırada muştuyu verdi: “Unutmadan söyleyeyim, yarın seninle Yusuf beye gidiyoruz, akşamüstü, altıya doğru gel,” dedi.
Bayram Beyaz hemşerisinin boynuna sarılıp yanaklarını öpmemek için zor tuttu kendini, ama evine dönerken de, ertesi gün Maçka’ya gelirken de sevinçten uçacak gibiydi. Sonra, önünde açılmasından zaman zaman tümüyle umudunu kestiği kapıdan içeriye girince, üç yıl önce gazetecilerin kapıldığı yanılsamaya kapıldı: gözlerini kamaştıran çifte salonun büyüklüğünü, koltukların, sehpaların, tabloların, avizelerin, halıların görkemini, hatta pencerelerin ötesindeki görünümün güzelliğini Yusuf Aksu’nun düşünce evreninin doğal uzantısı, daha da iyisi, doğal ürünü olarak algıladı. Ama, her şeyden çok, eski terlikleri, diz vermiş pantolonu, dirsekleri eprimiş hırkasıyla kapıyı açıp ellerini sıktıktan sonra, “Kusura bakmayın, radyoda bir şey dinliyordum,” diyerek her adımda dünyayı yeniden biçimlendirircesine, ince bacaklarının üstünde sallana sallana ikinci salona doğru ilerlediğini görünce, biraz şaşırmakla birlikte, sevindi: yüreğinin gümbür gümbür vurduğunu, yüzünün kıpkırmızı kesildiğini duyuyordu, bu arada biraz toparlanabileceğini düşündü. Doğrusunu söylemek gerekirse, pek toparlanamadı, ama, oturduğu yerden, kocaman masasının başında, dünyadan kopmuş bir durumda, belki çeyrek saat, belki daha da fazla, canlı et üstünde testere gibi gidip gelen cızırtılar içinde birtakım anlaşılmaz sesleri dinleyen bu altmışlık adam onu büyüledi, böyle görkemli bir evde dirsekleri eprimiş bir hırkayla oturmasını üstünlük, özgünlük ve bilgelik göstergesi olarak algıladı, dev kitaplar arasında kaşlarını çatıp gözlerini kısarak kafa sallayışını bir tür tansık gibi izledi, elini yüreğinin üstüne bastırdı, Tokatlı Müslüm’ün kulağına eğildi.
“Gazetelerdeki resminden çok daha büyük görünüyor,” diye fısıldadı.
Tokatlı Müslüm başıyla onayladı.
“Haliyle, öyle olacak,” dedi.
Yusuf Aksu, konuklarının fısıldaştığını görünce, öyle oturup beklemekten sıkıldıklarını düşündü.
“BBC: gemicilere denizlerdeki son durumu bildiriyor, şimdi biter,” dedi.
Bu kez de Tokatlı Müslüm Bayram Beyaz’ın kulağına eğildi.
“Ben sana söylememiş miydim? Kitabından başını kaldırıp pencereden bile bakmaz, okur ha okur, sonra tutar, gâvurlardan gâvur denizlerinin durumunu dinler,” dedi.
Bayram Beyaz büyük adamın ingilizce bilgisi gibi ilgi alanlarının enginliği karşısında da kendinden geçmişti, ya işitmedi, ya söylenenin anlamını algılayamadı. Hemen sonra, Yusuf Aksu radyosunu kapatıp yanlarına geldiği zaman da toparlanmakta güçlük çekti: kendisiyle hangi konuda görüşmek istediğini ikinci kez soruşunda, “Müslüm efendi size söylemedi mi?” diye kekeledi.
Yusuf Aksu anlayışla gülümsedi.
“Müslüm efendi çocuk gibidir, dün akşam ne yediğini bile söyleyemez. Sizi alıp getirebildiğine şükredin,” dedi.
“Şükrediyorum, efendim, Tanrı ondan razı olsun,” dedi Bayram Beyaz.
“Beni neden görmek istediniz? Kiralık miralık arıyorsanız…”
“Hayır, hocam,” diye atıldı Bayram Beyaz, kira gibi bayağı bir konunun sözü bile yüzünü kızartıyordu. “Hayır, ben Uluslararası Dilbilim Günleri konusundaki tüm yazıları okudum, sizin hayranınızım,” diye ekledi.
Yusuf Aksu büyük bir düş kırıklığına uğramış gibi yüzünü buruşturdu; konuğuna kaygıyla baktı.
“Ben o defteri çoktan kapattım,” dedi.
“Nasıl olur, hocam?” diye dayattı Bayram Beyaz. “Tüm bilim dünyası biliyor ki siz büyük bir dilcisiniz.”
Yusuf Aksu konuğuna kuşkuyla baktı, düşmekten korkuyormuş gibi arkasına yaslandı.
“Hayır, ben o defteri kapattım, dilcileri de hiç sevmem,” dedi, sonra birden kaşları çatıldı. “Peki siz? Siz de dilci misiniz?” diye sordu.
“Değilim, hocam.”
“Öyleyse?”
“Gazeteciyim, hocam.”
“Gazeteci mi?”
“Evet, ama buraya gazeteci olarak gelmedim.”
“Peki, ne olarak geldiniz?”
“Ben mi, hocam?”
“Evet, siz.”
Yusuf Aksu hep birilerini beklediğini anımsadı birden, bu adamın o olup olmadığını anlamak için yukarıdan aşağıya bir süzdü onu: yalnızca Yunus’un değil, her yılbaşı Nebraska’dan kart yollayan Doç.Dr. Tamer Altınsoy’un da tam tersi gibi görünüyordu.
“Gazetede çalışıyorum, ama gerçek işim saymanlıktır, efendim,” dedi Bayram Beyaz, Yusuf Aksu gibi bir büyük adamın önünde böyle sıradan bir uğraştan söz etmek zorunda kaldığı için kızardı.
Ama Yusuf Aksu’nun gözlerinde birdenbire bir ışık parladı.
“Saymanlık mı? Çok güzel! Benim ilk babam da saymanmış,” dedi, bu kez ona babasından bir şeyler taşıyormuş, eline, yüzüne iyice bakınca babasının nasıl bir adam olduğunu anlayacakmış gibi, gözle görülür bir ilgiyle baktı. Böylece, alıcı gözle bakınca, doğrudan omuzlarına oturan, boyunsuz başı, başlangıçta görmeye alıştığımız insanlardan ayrı bir türdenmiş gibi bir izlenim uyandıran peltemsi yüzü, küçücük gözleri, incecik bıyığı, yumuk elleri, tombul bedeni, kısa bacakları, kısa ve dar ceketi, her şeyi geçmişten, babasının zamanından kalmış gibi geldi ona. Acımayla karışık bir sevgiyle, “İşsiz misiniz?” diye sordu.
Bayram Beyaz “ilk babam” sözünün tuhaflığının ayrımına bile varmamıştı, ama soruyu anladı.
“Hayır, işsiz değilim, hocam; söylediğim gibi, bir gazetede saymanım,” dedi. “Ama insanlar kafamı çok karıştırdı: yeryüzünde işim ne, bilemiyorum, şu yaşadığımız yaşama bir anlam veremiyorum, insanların çoğu davranışlarına akıl erdirmekte güçlük çekiyorum.”
Yusuf Aksu hangi ansiklopedide okuduğunu bilemediği üç temel soruyu anımsadı, dostça gülümsedi.
“Kimiz? Nereden geliyoruz? Nereye gidiyoruz?” dedi.
Bayram Beyaz’ın gözleri parladı.
“Evet, hocam, çok güzel söylediniz, tam buyurduğunuz gibi,” dedi. “Sorularıma yanıt bulamıyorum bir türlü. Bu durumdan beni ancak siz kurtarabilirsiniz.”
“Ben mi? Bunu da nerden çıkardınız?”
“Siz büyük bir dilcisiniz, hocam; üstelik, anladığım kadarıyla, her şeyi başından alıyorsunuz, yani her şeye kökeninden giriyorsunuz,” dedi Bayram Beyaz. “Başkaları, hele felsefeciler, sizin gibi yapmıyorlar, insanın kafasını karıştırmak için ellerinden ne gelirse yapıyorlar. Ben çok kitap okudum. Filozoflar insanın kafasını allak bullak ediyor.”
Yusuf Aksu konuğunun kendisine ilişkin sözlerine pek bir anlam veremedi, arkadaşına duyduğu büyük hayranlıktan olacak, hiçbir zaman kendini başkalarından üstün görmezdi, ama, hem çetrefil kitaplara duyduğu tiksintinin, hem de son yıllarda ağırlığını gittikçe daha çok duyuran yalnızlığının etkisiyle, Bayram Beyaz’ın son sözlerini başıyla onayladı.
“Doğru, hep öyle yaparlar,” dedi, sonra, alçakgönüllülükle, “ama ben ne dilciyim, ne felsefeci; işsiz güçsüz bir adamım, oturup kendi kendime okurum, hepsi bu.”
Bayram Beyaz birden yüreklendi.
“Hayır, hocam, ben her şeyi öğrendim: sizin bir dil kuramınız var; her kuram da bir dünya görüşü içerir; bunu üç yıl önce fazlasıyla kanıtladınız, hocam,” dedi.
“Bana neden hocam diyorsunuz ki?” diye sordu Yusuf Aksu, bir an gözlerinin önünden Yunus’un gülümseyen yüzü geçti, sanki yukarılarda bir yerlerden kendisini izleyerek dalga geçiyormuş gibi bir duyguya kapıldı, içtenlikle gülümsedi. “Yok, öyle bir şey yok,” diye kekeledi. “Bir ara, öğrencilikte, biz de biraz kuram muram sözü ettik ya hepsi geçmişte kaldı.”
“Hocam, daha ne olsun?” diye atıldı Bayram Beyaz.
Yusuf Aksu sıkıntıyla içini çekti.
“Bilmiyorum,” diye yanıtladı, konuğunun yuvarlak yüzüne gene acımayla karışık bir sevgiyle baktı, belki de bugün bu beklenmedik sevgi yüzünden böyle hiç konuşmadığı ölçüde uzun konuştuğunu düşündü, gene Yunus’un güleç yüzü geldi gözlerinin önüne. “Bilmiyorum, ama sizin aradığınız adam olmadığım kesin,” dedi, babasının yaptığı işi yapmakta olan bu iyi niyetli adamı iyice inandırmak amacıyla, “Tüm içtenliğimle söylüyorum,” diye ekledi.
Ama Bayram Beyaz bu sözleri büyük adamlara özgü bir alçakgönüllülüğün göstergesi olarak algıladı, sanki Uluslararası Dilbilim Günleri’ni yakından izlemiş ya da büyük bir tarihsel bir olay olarak görüyormuş gibi, “Hocam, sizin özgün bir dil kuramınız bulunduğunu Uluslararası Dilbilim Günleri’nde herkes gördü,” diye üsteledi.
“Hayır, hiç kimse hiçbir şey görmedi, çünkü hiç konuşturmadılar. Oraya hiç gitmemeliydim, ama oldu bir kez,” dedi Yusuf Aksu, içini çekti. “Siz gitmiş miydiniz?”
“Hayır, bana kısmet olmadı, hocam,” diye yanıtladı Bayram Beyaz; “ama o olayda nerdeyse tüm gazetelerin sizi tuttuğunu biliyorum.”
Yusuf Aksu üç yıl önceki gazeteleri yeniden görüyormuş gibi yüzünü buruşturdu:
“Hiç adımı anmasalar daha iyi olurdu,” diye söylendi.
Bayram Beyaz bunu da büyük adamlara özgü bir ünden kaçma içgüdüsü olarak değerlendirdi, onun ünden kaçmasını anladığını, ama geliştirdiği kuramı insanlardan saklamasına bir anlam veremediğini, kuramını dile dökecek kusursuz başyapıtı yazmak zorunda bulunduğunu söyledi. Yusuf Aksu gene acıyarak baktı ona, “Bu adamın kafası pek çalışmıyor: ne de olsa Müslüm efendinin arkadaşı,” diye düşündü.
“Bana kalırsa, böyle bir yapıt oluşturmak olanaksız, olanaksız olmasa da çok zor, çünkü bir konuyu dile dökmek onu bozmaktır, dil her şeyi çorbaya çevirir,” dedi; birden susuverdi, gözlerini tavanda bir noktaya dikti, dalıp gitti, en azından beş dakika süresince, kımıldamadan, hiçbir şey söylemeden oturdu böyle; sonra, kesik kesik, nerdeyse kekeler gibi, kaldığı yerden sürdürdü konuşmasını: “Hiçbir zaman kusursuz bir başyapıt yazılmamıştır. ‘Hayır, yazılmıştır’, diyenler olursa, inanmayın. ”
“Neden, hocam?”
“Söyledim ya, işin içine dil karışır da ondan. Bir yerine beş ayrı İncil yazılmış olması da bunu gösterir, kusursuz yapıt yazılamayacağını yani.”
Bayram Beyaz’ın gözleri hayranlıkla açıldı.
“Peki, ötekiler?” diye sordu.
“Ötekiler de öyle.”
“Hocam, ötekiler de öyleyse, kusursuz yapıtı yazmaya çalışmak gerekmez mi?”
Yusuf Aksu’nun gözleri daldı, bir kez daha Yunus’un güleç yüzü belirdi gözlerinin önünde, yutkundu, bir süre hiç konuşmadı, sonra, belki de yaşamında ilk kez bir insanın ilgisini çekme isteğiyle, gerçeği saptırıyormuş gibi bir duyguya da kapılmadan, ağır ağır, fısıldar gibi, bir zamanlar, lisede, hatta liseye başlamasından da önce, çok sevdiği bir arkadaşıyla birlikte, geçmişte, bugünde, hatta gelecekte insanlarla dillerin ilişkisini ayrıntılarıyla gözler önüne serecek bir kitap, bir Evrensel dilbilim yazmayı düşlediklerini, ama o günlerin çok gerilerde kaldığını söyledi.
“Evrensel dilbilim! Çok güzel! Ne zaman yazacaksınız peki?”
Yusuf Aksu gene içini çekti.
“Hiçbir zaman,” dedi, “hiçbir zaman, hiçbir zaman!”
Gene sustu, gene Yunus’un anısına daldı. Art arda gelen soruları hiç duymamış gibi, öylece, olduğu yerde, kımıldamadan oturdu.
O zaman, söyleşiye başlamalarından beri iki adamı tek sözcüklerini, tek bakışlarını kaçırmamaya çalışarak, ama nerdeyse hiçbir şey anlamadan izlemiş olan Tokatlı Müslüm, hem yeniden başlamaları durumunda uyumaktan, hem de konuşmanın kendi yokluğu sırasında başka bir alana kaymasından korktuğu için, usulca Bayram Beyaz’ın dizine vurdu, “Biz artık gidelim, hemşerim: patronu çok yorduk,” dedi. Bayram Beyaz oldubittiyi duymazlıktan gelmek istedi, ama, aynı anda, Yusuf Aksu’nun “Ya öyle mi? Kalkıyor musunuz?” diyerek doğrulduğunu görünce, direnmenin boşuna olduğunu anladı. Bununla birlikte, belki de önceden alınmış bir karar gereği, bir an önce gitmek istemesine karşın, hocanın elini sıkı sıkı tutarak kendisini gene görebilmek için izin istedi. O da, işin sakıncalarını tartarcasına, bir süre düşündü, özellikle şu son aylarda, yalnızlık kurşun gibi çökünce, kendi kendine konuşmaya başladığı akşam saatlerini ve bu saatlerde beklediği bilinmedik kişiyi anımsadı, sonra, söylediğine kendi de inanmıyormuş gibi bir havayla, “Olur, neden olmasın?” dedi. “Gelmek istediğiniz zaman Müslüm efendiye söyleyin. O ayarlar. Duydun mu, Müslüm efendi?”
Tokatlı Müslüm duyduğunu başıyla doğruladı, bununla da yetinmedi,
“Duydum, beyim: emriniz olur,” dedi.
Ama, hemşerisinin önünde, asansörden çıkarken, önemli konuyu kesinliğe kavuşturmak yerine, “İşte gördün: herif yarımakıllı, ne dediği bile anlaşılmıyor,” diye homurdandı, gözlemi doğrulanmayınca da nerdeyse sinirlendi, “Sen de ondan geri kalmadın: kuş olup öttünüz sanki,” diye ekledi. Patronunun para ve iş dışında her konuda çocuk kaldığına inandığı için, onunla taşınmazlarıyla ilgisi bulunmayan bir ilişki kurulmak istenmesine bir anlam verememiş, daha başından beri duyduğu kuşkuya bir kez daha kapılmıştı, Yusuf Aksu’nun büyük serveti göz önüne alınınca, hemşerisinin kendisinden gizli bir iş çevirmesi hiç de olmayacak bir şey değildi. Bayram Beyaz Yusuf Aksu’nun bilgisinden yararlanmamız gereken önemli bir bilim adamı, özgün bir düşünür olduğunu, üç yıl önce tüm gazetelerin ondan söz edip boy boy resimlerini basmasının da bunu yeterince kanıtladığını söyleyince, kuşkusu büsbütün arttı, “Biliyorum, bana da göstermişlerdi, ama gazeteler orospunun, hırsızın, densizin, itin, kopuğun, yani yaramaz adamların resmini basar, sen gazetelere bakma,” dedi, sonra, durumunun üstünlüğünü açık açık vurgulayan bir havayla, “İşin yoksa, pazar günü gene uğra,” diye ekledi.
“Uğrarım, bundan önemli ne işim olabilir ki?” dedi Bayram Beyaz. “Kaçta geleyim?”
Tokatlı Müslüm kuşkulu gözlerle, tepeden tırnağa süzdü hemşerisini.
“Öğleye doğru gel işte, bir yerlerde bir şeyler yeriz,” dedi.
“Sağ ol, Müslüm abi,” dedi Bayram Beyaz.
O akşam, evinde, en az iki saat süresince, gazetesinin yayımladığı ajandadan başını kaldırmadı, bu önemli karşılaşmanın ayrıntılarını zamanla unutmak korkusuyla, yaşamında ilk kez bir tür günlük tutmaya girişti, Yusuf Aksu’nun “tüm yerleşik bilgilerimizi yerle bir eden” kuramını oluşturmaya daha küçük bir ortaokul öğrencisiyken başladığını, bu kurama göre, dilin her şeyi çorbaya çevirdiğini, bu nedenle olay ve düşünceleri kâğıda dökmemizin çok zor olduğunu, İsa’nın öğretisini aktarmak için beş ayrı İncil yazılmasının da bu nedenden kaynaklandığını yazdı, büyük dilcinin konukseverliği, alçakgönüllülüğü ve evinin görkemi, kitaplığının zenginliği konusunda ayrıntılara girdi, yedi sekiz sayfayı dolduruverdi, ama, daha şimdiden, birçok konuda ikircilliğe kapıldı, birçok ayrıntının belleğinden tümüyle silinmiş olduğunu ayrımsadı. “Bundan böyle, daha uyanık davranmalıyım, tüm dikkatimi toplamalıyım,” dedi kendi kendine. Tüm hafta boyunca, ajandayı ikide bir yeniden açıp eklemeler, düzeltmeler yaptı, gene de yazdıklarının yaşanmışın soluk bir gölgesi bile sayılamayacağı kanısındaydı. Pazar günü, Yusuf Aksu’ya yemekten önce gitme olasılığını da göz önüne alarak, erkenden Maçka’ya geldi, Tokatlı Müslüm kendisini apartmanın kapısında karşıladı. Ama, umduğunun tersine, “bir yerlerde bir şeyler” yemeden önce bir kahvede oturup “laflama” önerisinde bulundu.
Bu dolaylarda Tokatlı Müslüm’le yürününce, gidilecek yere ulaşmak hiç kolay olmuyordu: ince ince yağan yağmurun altında, komşu apartmanların kapıcıları, kapıcıların eşleri, çocukları, konukları, o geçerken hemen koşup önünü kesiyor, saygıyla hatırını soruyor, görüp işittiklerini anlatıp görüşünü alıyorlardı; iş kapıcılarla da bitmiyor, bakkal, berber, çiçekçi, muslukçu da seslenip dükkânına çağırarak bir şeyler ısmarlamak ve bir şeyler danışmak istiyordu. Sonunda, birkaç sokaktan geçerek bir bodrum katında geniş bir kahveye yöneldiler. Daha kapıda görünmeleriyle, kahvede oturan insanların nerdeyse yarısının ayağa fırlaması bir oldu. “Hoş geldin, Müslüm abi!” deyip eline sarıldı herkes, kimi elini, kimi yanaklarını öptü. Tokatlı Müslüm, gür bir sesle, “Bu da benim değerli hemşerim Bayram bey, hem müdür, hem gazeteci!” dedikten sonra, dip köşede üstüne yeni bir örtü örtülmekte olan masaya yöneldi, önce Bayram Beyaz’ı oturttu, sonra kendisi oturdu, önüne dikilip ellerini kavuşturan garsona “Sor herkese, ne içerler,” dedi, arkasından, Bayram Beyaz’ın anlayamadığı bir sıra ve düzene göre, beşer onar dakikalık sürelerle, üçer dörder masasına gelip oturan kasabalı kılıklı insanlarla alım satım, taşıma, borç, alacak, korkaklık, gözüpeklik gibi izlekler çevresinde dönen birtakım karmaşık konulara girdi, kimilerinden hiç saymadan para aldı, kimilerine üst üste üç kez sayarak para verdi; kimilerini “İşte, hemşerimiz de karlı dağ gibi arkamızda!” diyerek dostlarını Bayram Beyaz’ın tümden yabancı olduğu konularda güvene getirdi, kendisine yarım metre yukarıdan bakan, iriyarı bir adamı da azarlayarak göğsünden itti. En sonunda, “Hadi, hemşerim, biz gidip bir şeyler yiyelim,” diyerek yerinden kalktı, aynı anda ayağa fırlayan dostlarıyla yeniden tek tek öpüştü. Bir sokak ötede, gene bodrum katında bir kebapçıya girdiler. Burada, müşteriler arasında başını çevirip bakan olmadıysa da dört garson birden karşıladı hemşerileri, “Buyursunlar, Müslüm abi,” diyerek en azından sekiz kişinin yemek yiyebileceği kocaman bir yuvarlak masaya götürdüler. Tokatlı Müslüm Yusuf Aksu’ya ve kendisiyle görüşebilme olasılıklarına ilişkin sorularını “Herif kaçık, sıkıştırmaya gelmez!” türünden bulanık yanıtlarla geçiştirip cimriliğine, iş bilmezliğine geçti. “Ama Tanrı kime neyi vereceğini bilmiyor!” diye söylenerek dalıp gitti bir süre. Koca bir diş çiğköfteyi ağzına attıktan sonra, dudaklarını şaklattı. “Onun elindeki yerler bende olsa! Ama hiç kimseyi karıştırmaz işine! Bu gidişle canım servet devlete kalacak, beni deli eden işte bu,” dedi, sayısız han ve apartmanlarının dökümünden, topladığı kiraların düşüklüğünden, bir türlü akıl erdiremediği radyo tutkusundan, günler boyu beş dakika olsun evden dışarı çıkmadan yalnızlığa katlanma inadından söz etti, “Elden ayrıksı bir manyak işte!” dedi. Bu arada, bu deli adamla ilişki kurmak istemesinin gerçek nedenini ortaya çıkarabilmek için ustalıkla ağız aradı, “Evet, böyle, sonunda bunca mal devlete gidecek,” deyip içini çekti, Parliament paketini hemşerisine doğru itti. Yusuf Aksu’ya kazanç amacıyla ulaşmaya çalışması durumunda, sıkı bir işbirliğinin her ikisinin de çıkarına olacağını çıtlatmaya çalıştı. Bayram Beyaz genellikle susmayı yeğledi. Yalnız, bir an, Yusuf Aksu’nun kuramının kitleye ulaşmaması bu adamın işiymiş gibi tuhaf bir kuşku ışıyıp söndü içinde.
En sonunda, Tokatlı Müslüm Yusuf Aksu’dan söz etmekten de, durmadan birbirini izleyen bira şişelerinden, tepeleme adana, çiğköfte, salata tabaklarından da bıktı, “Bir şeyler alalım da arkasını bizim evde getirelim,” dedi. Hesabı ödeyip kalktılar, garsonlar kapıyı açıp saygıyla eğildi önlerinde. Mezeci ve manavda da saygıyla karşılandılar. Müslüm efendi, bunun çok doğal bir durum olduğunu kanıtlamak ister gibi, “Görüyorsun, hemşerim,” dedi, “buralarda hatırımız sayılır, hem de her şey bizden sorulur.”
Apartmana döndüklerinde, saat altıyı geçiyordu. Güneş batmaya yüz tutmuş, ortalığa tatlı bir serinlik çökmüştü. Tokatlı Müslüm, burada bir dakika beklemesini söyledi, paketleri alıp aşağıya indi; dediği gibi, bir dakika sonra geri döndü.
“Hadi bakalım, biraz da yukarıya çıkalım,” dedi.
Bayram Beyaz’ın gözleri parladı, tam umudunu kesmişken, amacına ulaşmak üzere olduğunu düşündü. Ama, asansörden çıktıkları zaman, Tokatlı Müslüm hiç görmediği bir kapıyı açtı, “Önden buyur!” deyip tepeleme eski masa, koltuk, sandalye, abajur, pirinç ya da ahşap karyola dolu bir evin içinden geçirdi onu, bir kapı daha açtı, kocaman bir taraçaya çıktılar. Bayram Beyaz neye uğradığını bilemedi, ta Boğaz’ın ötelerine uzanan, uçsuz bucaksız görünüm karşısında başı döndü, birileri kendisini tutup bunca yükseklerden oralara fırlatacakmış gibi, hemşerisinin koluna yapıştı, onun arkasından yürüdü, adam boyu, kocaman bir tel kapının önüne geldiler. Birdenbire, ak, gök rengi, göl mavisi, kara, kahverengi, yüzlerce güvercin, içeride bir yerlerden bu tel kapıya doğru atıldı, hep birlikte kanat çırpmaya, kulakları sağır edercesine kuğurdamaya başladı. Bayram Beyaz’ın gözleri karardı. Müslüm’ün tel kapıyı açmasını, koca taraçanın renk renk, biçim biçim güvercinlerle dolarak canlı bir uzam gibi dalgalanmasını, sonra, Tokatlı Müslüm’ün güvercinlerden birini tutup havaya fırlatması üzerine, nerdeyse korkunç bir kanat şakırtısı içinde, gökyüzünde ışıl ışıl bir güvercin bulutu oluşmasını bir düş görür gibi izledi, “Maçka’nın ortasında bunca cins güvercin! Olamaz! Olamaz!” diye söylendi. Yaptığının ayrımına varmadan, olduğu yere çöktü. Müslüm’ün, omzunda bu omzun bir parçası gibi duran kapkara bir güvercin, öylece dikilip gökyüzüne gülümsediğini gördü, gözleri yaşlarla doldu: daha yarım saat önce kaba ve çıkar düşkünü bir köylü olarak değerlendirdiği bu adam, bir yücegönüllülük örneği, yalnız yaşadığı semte değil, gözlerini diktiği göklere de egemen olan, doğaüstü bir yaratık gibi göründü gözüne. Tel kapıdan içeriye girip elinde bir başka güvercinle dönmesini, sonra, elini yukarıya kaldırınca, bu güvercinin kanat çırpmaya başlaması üzerine, şimdi çok uzaklarda bir top buluta dönüşmüş olan güvercin sürüsünün birden yön değiştirerek şaşırtıcı bir hızla yaklaşmasını, başına, omuzlarına, dizlerine sayısız güvercinler konup kalkarken, en az beş dakika süresince, tüm dünyanın, en azından tüm Maçka’nın bir kanat şakırtısına dönüşmesini gözleriyle gördüğüne inanamadan izledi.
Tokatlı Müslüm kuşlarını yerlerine sokup yemlerini ve sularını verdikten sonra, kendisini Yusuf Aksu’nun kapısına getirdiği zaman, şaşkınlık içinde, güvercinlerin onu bile unutturduğunu ayrımsadı. Ama Yusuf Aksu’nun gülümseyerek kapıyı açtığını görünce, sonsuz bir esenlik duygusuyla doldu içi. Aynı anda, yanı başında, Tokatlı Müslüm’ün “Efendim, ben biraz dışarı çıkıyorum. Konuşursunuz diye sana hemşerimi getirdim, gelsin mi?” diye sorduğunu, onun da “Gelsin, gelsin!” yanıtını verdiğini işitti, “Teşekkür ederim, teşekkür ederim,” dedi, sevincinden mavi bir güvercin gibi havalanıverecekti nerdeyse.
Yusuf Aksu kapıyı biraz daha aralayarak hayranını içeriye aldı. Ama, eliyle bir koltuk gösterdikten sonra, hemen masasının başına gitti, kapı çalındığında ansiklopedi karıştırmakta olduğunu, izin verilirse başladığı satırları bitirmek istediğini söyledi, yanıt bile beklemeden, kocaman bir ansiklopedi cildinin karşısına oturup okumaya başladı. Bir yandan, dudaklarını kıpırdatarak okuyor, bir yandan da, elinde bir kurşunkalem, bir kâğıda bir şeyler çiziktiriyor ya da çiziktirir gibi yapıyordu, okuma hızı kurşunkalemin kâğıt üzerinde ilerleyişinden anlaşılıyordu: bayağı hızlıydı. Şöyle böyle beş dakika sonra, masadan kalkıp yanına geldi, “Evet, bitirdim,” dedi.
Bayram Beyaz söyleyecek bir şey bulamadı, kocaman koltuğun bir köşesine büzülüp sessiz sessiz oturdu öyle, neden sonra, çekine çekine, “Ne okuyordunuz, hocam?” diye sordu.
Yusuf Aksu aynı soru karşısında Hamlet’in Polonius’a verdiği yanıtla yanıtladı onu:
“Sözcükler, sözcükler, sözcükler…”
Gülümseyerek birbirlerine baktılar.
Yusuf Aksu pembe ve peltemsi yüzü, yumuk elleri, seyrek saçları ve kısa bacaklarıyla üzerinde uzaksıl bir yaratık izlenimi uyandıran bu adama bir yandan acıyarak bakıyor, bir yandan da, bir zamanlar babasının yaptığı işi yapmasına karşın, fazlasıyla bön ve bilgisiz göründüğüne göre, kendisini görmeye gelmesine, gündelik yaşamı aşan konularda kendisiyle düşünce alışverişine girmek istemesine bir anlam veremiyor, bön görünüşünün ardında kötü bir amaç gizlemesinden kuşkulanıyordu. Gene de bu adam, belki ilgilendiği şeylerle bön görüntüsünün çelişkisi, belki bakışlarından bile belli olan saygısı nedeniyle, belki de kendisi, yaşlılığın etkisiyle, yalnızlığa eskisinden daha zor dayandığından, tuhaf bir biçimde çekiyordu onu. Gene gülümsedi.
“Gece iyi uyudunuz mu?” diye sordu.
Bayram Beyaz şaşırdı, yüzünün kızardığını duydu.
“Evet, uyudum, hocam,” dedi.
Yusuf Aksu içini çekti.
“Çok güzel,” dedi. “Ben her gece en az bir kez uyanırım. Uyanınca da uzun süre uyuyamam.”
“Uyuyamayınca ne yaparsınız, hocam?”
“Uyuyamayınca ne yapılır? Düşünürüm, eski anılara dalarım ya da bir şeyler okurum.”
Bayram Beyaz’ın gözleri parladı birden.
“Şu sıralarda ne üzerindesiniz, hocam?” diye sordu.
“Ne üzerindesiniz ne demek?”
“Hangi konuda çalıştığınızı sormak istemiştim.”
“Ben boş oturan bir adamım.”
Bayram Beyaz bunu bir şaka gibi algılayarak gülümsedi.
“Hocam, benimle alay etmeyin,” dedi, “sizin gibi bir kuramcı, yaratıcı bir düşünür, çalışmadan, kuramını geliştirmeden durur mu?”
Yusuf Aksu, bu adamın söyleneni anlamakta güçlük çektiğini, belki de kendisini bir başkasıyla karıştırdığını düşündü, “Bu kadar şaşkın olabilir mi?” diye geçirdi içinden, horgörüsünü gizlemek için gülümsemeye çalıştı.
“Kuramımı mı? Hangi kuramımı?” diye sordu.
“Hocam, sizin dil tanımınız bile başlı başına bir kuram,” dedi Bayram Beyaz. “Tüm aklı başında insanlar bu konuda birleşiyor.”
“Siz hangi dil tanımımı söylüyorsunuz?”
“İnsanların dili düşüncelerini birbirlerinden daha iyi gizleyebilmek için buldukları.”
“Ha, evet.”
“Evet, hocam; bence yazının bulunuşu ve sonuçları konusundaki düşünceniz de çok zengin bir düşünce.”
Yusuf Aksu kızardı, konuğunun bönlüğü konusunda yanılgıya düşmüş olabileceğini düşündü.
“Ama dilciler o düşüncemden dolayı beni nerdeyse döveceklerdi,” dedi.
Bayram Beyaz “Adam sen de!” dercesine elini salladı.
“Dilcilere kim bakar, hocam!” diye yanıtladı.
Yusuf Aksu’nun gözleri daldı, birden Yunus’u anımsadı gene, konuyu kapatmanın kolay olmayacağını düşündü.
“Ama başlangıçta söz vardı diyorlar,” diye üsteledi.
“Benim okuduğuma göre siz bunun yanıtını çok güzel vermişiniz, hocam: bunu hristiyanlar söylüyor!” dedi Bayram Beyaz. “Hocam, insanlar ta başından beri gerçeğin yerine sözü yerleştirmişler, hukukta, dinde, her şeyde, hatta matematikte, benim bildiğim kadarıyla, bunu ilk vurgalayan sizsiniz,” diye ekledi.
Yusuf Aksu’nun gözleri parladı birden, dile ilişkin görüşlerini gerektiği gibi anlamış göründüğüne göre, bu tombul çocuğun o kadar da kafasız bir adam olmaması gerekirdi: alışkanlığının tersine, çoktan kapattığı bu konuyu hiçbir şey bilmez gibi görünen bu çekingen adamla konuşmaktan gittikçe hoşlanmaya başlıyordu.
“Doğru, onlar önce söz vardı derler. Yalan. Belki de dünyanın sonu ortada yalnızca sözler kaldığı zaman gelecek. Ama bu söz hristiyanların uydurmasıysa, o zaman, dili insanların uydurdukları, yani başlangıçta dil diye bir şey bulunmadığı, dolayısıyla dilin doğal da, zorunlu da olmadığı açıkça ortaya çıkar mı diyorsunuz?” diye sordu.
“Anlayamadım, hocam,” dedi Bayram Beyaz; soru bir kez daha yinelendikten sonra da pek bir şey çıkaramadı, ama hiç anlamamış gibi görünmek istemedi. “Herhalde, öyle olacak, efendim,” diye ekledi.
Yusuf Aksu, birden, o sabah radyo dinlerken takıldığı bir ad üzerine, ansiklopedilerde adlarını ve özelliklerini araştırdığı ilk Yunan filozoflarını anımsadı, büyülenmiş gibi kendisine bakan bu genç adamı iyice büyülemek mi, yoksa güçlü belleğini bir kez daha denemek mi istedi, nedir, okuduklarından kalanları toparlamaya çalıştı.
“Bence de öyle,” dedi güvenle. “Şu yeryüzündeki bunca yaratık içinde doğal olmayan bir dil konuşan tek yaratık insan. Ayrıca, Parmenides’in dediği gibi, kafamızdaki tüm kavramların dış dünyada olgusal nesneleri bulunduğu doğruysa, bence bu olgusal nesneleri dil olmadan da gösterebiliriz demektir, yani, bir an için, dilin insanlar arasında bildirişim sağladığı düşünülebilse bile, ille de gerekli olduğu söylenemez.”
Bayram Beyaz bu sözlerden de fazla bir şey anlamadı, hele Yusuf Aksu’nun bu sözlerle konuyu nereye getirmek istediğini hiç kavrayamadı. Ancak, kuramın can alıcı noktalarından birine yaklaştıklarını sezinler gibi oldu, yüreği coşkuyla çarpmaya başladı, gazeteci sanılıp kapı dışarı edilmekten korkmasa, cebinden bir kâğıt çıkarıp her söyleneni yazacaktı; ama korktu, yalnızca, faltaşı gibi açılmış gözlerle, “Kuşkusuz, hocam,” diye onayladı. “Hiç kuşkusuz, hocam, hiç kuşkusuz…”
“Evet, dedikleri gibi, görünen köy kılavuz istemez,” dedi Yusuf Aksu, sol elini sol göğsünün üstüne bastırdı, “Haklı olan Parmenides, Herakleitos değil,” diye sürdürdü. “Herakleitos haklı olsaydı, o zaman, Zenon’un söylediği gibi, zamanı ve uzamı ister istemez sonsuz olarak görürdük ya da, Leukippos’un ileri sürdüğü üzere, yokluk tüm varlık olmuş olsaydı, belki dil zorunlu olabilirdi.”
“Evet, hocam, kesinlikle,” diye doğruladı Bayram Beyaz, dinlediklerinden fazla bir şey anlamamış olmasına karşın, coşku verici bir olayla karşılaşmış gibi yüreği hızlı hızlı çarpıyordu: Parmenides’in, Herakleitos’un adını anımsar gibiydi, ama Zenon’u da, Leukippos’u da ilk kez işitiyordu, “Bu uçsuz bucaksız bilgi, bu kıvrak düşünce! Olur şey değil!” diye geçirdi içinden. Bir kez daha, mantığını pek kavrayamamış olmakla birlikte, en sonunda gerçek ustasını bulduğundan, usta bunca zamandır kendisiyle nerdeyse eşit eşite, sıkılmadan, dudak bükmeden konuştuğuna göre de onu yitirmeyeceğinden kuşkusu kalmamıştı. “Evet, hocam, kesinlikle,” diye yineledi, gözlerini Yusuf Aksu’nun gözlerine dikip öylece kaldı.
“Bu da bizim düşüncemizi doğruluyor,” diye ekledi Yusuf Aksu. “Karşı karşıya oturan iki köylünün dile gereksinimi yoktur, ama ayrı köylerde oturan iki köylünün yazıya gereksinimi vardır.”
Bayram Beyaz, bir tansığın gerçekleşmesini izler gibi, Yusuf Aksu’nun dudaklarına bakıyor, ama, belki de bu tansık izlenimi yüzünden, onun eskil Yunan filozofları konusunda söyledikleriyle köylülerin dile ve yazıya duydukları gereksinim konusunda söyledikleri arasında bir bağıntı kuramıyor, her şey gittikçe daha karmaşık, daha içinden çıkılmaz görünmeye başlıyordu.
“Bu neyi değiştirir, hocam?” diye sordu.
“Her şeyi.”
Bayram Beyaz kapsamlı bir açıklama bekledi, ama Yusuf Aksu uzun konuşmayı sevmezdi, uzun yalnızlık yaşamı da gençliğindeki akıcı konuşma alışkanlığını bir ölçüde yitirmesine yol açmıştı, üstelik ağzı kurumuştu.
“Benim ağzım kurudu,” dedi. “Müslüm efendi burada olsaydı, birer orta yapardı şimdi bize.”
Bayram Beyaz hemen yerinden fırladı.
“Ben yapayım, hocam,” dedi.
“Öyle mi, yapabilir misiniz?” diye sordu Yusuf Aksu. “Orta şekerli mi?”
“Orta şekerli derseniz, orta şekerli, az şekerli derseniz az şekerli, hocam,” diye yanıtladı Bayram Beyaz, şimdi, bildik bir alana dönülünce, yüreği eski uyumuna kavuşmuştu, büyük dilcinin bazı bazı gerçekten çocukları andırdığını düşündü.
Yusuf Aksu usundan geçeni anlamış gibi gülümsedi.
“Yani siz de orta mı içersiniz demek istedim,” diye açıkladı. Kalktı, nerdeyse bir salon kadar geniş mutfağa götürdü onu, kahvenin, şekerin, cezvenin yerini gösterdi. “Ben beceriksiz bir adamım, hele mutfak işlerinden hiç anlamam,” dedi. “Bereket, Müslüm efendi var, her şeye yetişir, çok iyi bir adam. Cemile hanımı da o buldu.”
“Müslüm efendi güvercinlerden de iyi anlıyor, efendim.”
“Evet, kuşları sevmesi bile iyi adam olduğunu gösterir. Kuş sevenden kötülük gelmez. Kuşların dilinden anlamak insanların dilinden anlamaktan daha önemli.”
“Kuşlarını gördünüz mü, hocam?”
“Hayır, görmedim.”
Bayram Beyaz bir yerlerde büyük adamların genellikle biraz çocuksu olduklarını okumuştu, gene de Türkiye’nin en büyük dilcisinin bir kahve bile pişirememesini, kuşlara bu kadar önem verip de Müslüm efendinin güzel güvercinlerini görmemiş olmasını tuhaf buldu; başını çevirince, Yusuf Aksu’nun, düşüncesini anlamış gibi, sessiz sessiz kendisine bakarak gülümsediğini gördü, bir onay beklediğini sezinledi.
“Evet, hocam, çok iyi bir insan,” dedi, cezveyi ocağa koydu.
“Gerçekten öyle,” diye sürdürdü Yusuf Aksu. “Cemile hanım da çok iyidir. Çok da beceriklidir. Önceki kadın da iyiydi. Ama Müslüm efendi küçük hırsızlıklarını yakaladı, hem de bir kişinin yemeği için evde her gün aşçı bulundurmanın savurganlık olduğunu söyledi. Doğru. Cemile hanım haftada üç dört gün gelir, yemekleri yapıp gider, eline çabuktur, güvercin gibi de konuşur; yemekleri köy yemeğidir, ama lezzetlidir; yalnız, nasıl söylemeli, çok iri bir kadın bu Cemile hanım, sanki insanın başının üstünde tepinir.”
Bayram Beyaz ne eski kadını tanıyordu, ne Cemile hanımı, yanıt vermedi, kahveyi fincanlara boşaltıp pırıl pırıl gümüş tepsinin üstünde salona götürdü. Salonda, Yusuf Aksu kahvesini höpürdete höpürdete, büyük bir hazla içti, “Elinize sağlık, çok güzel olmuş! Cemile hanımınkilerden daha güzel. Müslüm efendininkilerden bile güzel!” dedi, sonra aradaki farkı Cemile hanımla Tokatlı Müslüm’ün kahve konusunda cimri davranmalarıyla açıkladı. “İkisi de abartır, çok abartır!” diye söylendi.
Bir sessizlik çöktü üzerlerine, tek sözcük konuşmadan, ağır ağır içtiler kahvelerini. Bayram Beyaz boş fincanı usulca sehpanın üstüne bıraktı, ikinci salonun raflarındaki sıra sıra ansiklopedilere ve sözlüklere baktı bir süre.
“Hocam, sözlük ve ansiklopedileri çok sevdiğiniz anlaşılıyor,” dedi.
“Doğru, çok severim,” dedi Yusuf Aksu. “Sözlükler ve ansiklopediler az ve öz yazan kitaplardır, hemen öze inmek isterler.”
Bayram Beyaz biraz şaşırdı.
“Sizce öteki kitaplar hiç öze inmez mi, hocam?” diye sordu.
“Belki inenleri olmuştur, ama ben ansiklopedileri yeğ tutarım,” dedi Yusuf Aksu.
Söz, ağır ağır, kitap ve ansiklopedi karşılaştırmasından tarihe, dilbilime, oradan da o günlerde adı oldukça sık geçen Saussure’e geldi. Yusuf Aksu, kitap dolaplarından birine doğru yürüdü, meşin ciltli bir kitap çekti, çekmecesinden bir zarf alıp içine koydu, getirip sehpanın üzerine bıraktı.
“Buyurun, kitabı burada, evde okur, sonra bana görüşlerinizi anlatırsınız,” dedi, gözlerini yukarılarda bir noktaya dikti, arkasından, deneyimli bir ansiklopedi okuru olarak, “Ferdinand de Saussure, İsviçreli dilbilimci, doğumu Cenevre, 1857, ölümü Vaud kantonu, 22 Şubat 1913,” diye ekledi. Varlığından güç almak istercesine, elini kitabın üstüne bastırdı. “Büyük bir dilbilimci olduğunu söylerler; ama, çok eskiden, bir arkadaşımdan duyduğuma göre, sarhoşun biriymiş; bu yüzden olacak, doğruyla yanlışı birbirine karıştırıp durmuş.” Eli hep kitabın üstünde, bir şeyleri anımsamaya çalışır gibi, gözleri yukarıda, “Sese gösteren adını verir, sonra tutar, nesneyle ses arasına bir de kavram sokuşturur; nesneyle sesin arasında nesnenin kavramı ne oluyor ki?” diye söylendi, sonra, bir şeylerden ürkmüş gibi, gözlerini Bayram Beyaz’ın gözlerine dikti, “Anladınız, değil mi?” diye sordu.
Bayram Beyaz kızardı.
“Tam olarak anlayamadım, hocam,” dedi çekine çekine.
Ama Yusuf Aksu yanıtını doğal buldu.
“Anlamasanız da olur,” diye yanıtladı. “Kafası karışık bir adamdır, nesne ortada dururken neden araya bir de kavram sokarak işleri büsbütün karıştırmalı ki?”
“Evet, hocam, çok haklısınız,” dedi Bayram Beyaz. “Öyle ya, neden karıştırmalı?”
Yusuf Aksu içini çekti.
“Dilciler böyledir, her şeyi birbirine karıştırırlar,” dedi. “Yalnız onlar mı? Dilcisi de, felsefecisi de, politikacısı da, hukukçusu da, matematikçisi de, hepsi, hepsi karıştırıyor, çünkü hepsi de dile belbağlamış, dili gerçek bir iletişim aracı sanıyorlar.”
Bayram Beyaz, bilgisizliğini ortaya koymak pahasına, “Neden, hocam?” diye sordu.
“İnsan dilinin temel özelliği böyle, yani onların düşündüklerinin tam tersi; Babil söylenini uyduranlar boşuna uydurmamışlar,” dedi Yusuf Aksu, “her şeyi birbirine karıştırmamıza dil neden oluyor.”
“Çok doğru, hocam,” diye onayladı Bayram Beyaz, ancak içi pek de rahat değildi: böyle olunca, günahı insanların defterine değil, dilin defterine yazmak, böylece belki ilk patronu da bağışlamak gerekirdi, ters mers, ama böyle. Gene de Yusuf Aksu’yu haklı bulmaktan kendini alamıyordu: örnek ortadaydı işte, İsviçreli adamın savını anlamıyordu, Yusuf Aksu’nun buna ilişkin açıklamasını da pek kavrayamamıştı, ama, Yusuf Aksu’nun dilin anlaşılmazlığına ilişkin savını anlamış olması bir yana, şurada saatlerdir karşılıklı konuşup anlaşıyorlardı, bu anlaşma bir yanılsamaysa, ondan ışık almaya çalışması da boşunaydı. Küçümsenip azarlanmayı göze aldı, “Ama sizin açıklamanızı çok iyi anlıyorum, hocam; öyleyse, siz de dili kullandığınıza göre, kusurun dilin kendisinden çok, dili kullananlarda olduğu söylenemez mi?” diye sordu.
Yusuf Aksu gülümsedi, nerdeyse elle tutulur bir esenlik içinde, Yunus’un bu konudaki gözlemlerini anımsadı, sonra, o çok derinlerden gelen uyumlu sesiyle, ağır ağır, anımsadıklarını Bayram Beyaz’a açıklamaya girişti: o, yani kendisi, hep gerçek bildirişimin, yani dil öncesinin bildirişiminin, daha insanların kekelediği dönemlerin bildirişiminin arkasından koşmuştu, yani onun aradığı bildirişim yalın bildirişimdi; oysa, hemen her toplumda, insanlar, bir yandan sözcük sayısını sürekli artırmaya çalışıyor, bir yandan da tek bir sözcüğe beş anlam birden yüklüyorlardı; böylece, sen “ekmek” ya da “toprak” dediğin zaman bile, karşındakiler bambaşka şeyler anlıyorlardı. Ama insan, doğası gereği, yaşadığına bakardı; açlık, susuzluk, gitme, gelme, isteme, geri çevirme, kızma, sevinme gibi duyum ve edimleri iletmek için hep somut göstergeler kullanırdı; bu duyum ve edimler dile hiç başvurulmadan da iletilebilirdi ya, dil binlerce yıldır süregelen bir toplumsal araç olduğundan, sözcüklere başvurmak daha kolay geliyor, bu da en açık şeylerin bile karıştırılmasına yol açıyordu. Ona göre, karmaşık söylemleri biraz olsun anlaşılır kılabilmek için, somutun düzlemine dönmek gerekirdi. Yazık ki, gereçleri öncelikle dil olduğundan, ansiklopediler bile bu amacı gerçekleştirmiş olmaktan uzaktı.
Yusuf Aksu, alnında boncuk boncuk terler, sol eli göğsünün üstünde, soluğu kesilmiş gibi duruverdi birden, başını önüne eğerek gözlerini yumdu. Sanki bir düş görüyordu da iyi seçemiyordu: kendisi mi konuşmuştu, yoksa Yunus’u mu dinlemişti, bilemiyordu, ama Yunus’un düşüncesini ilk kez böyle kesintisiz, nerdeyse eklemlenimsiz bir biçimde dile getirmiş gibi bir duygu vardı içinde. Bayağı uzun konuştuğunu da tüm benliğini sarmış olan ateşten anlıyordu. Gözlerini açtı, başını kaldırdı. Karşısında nerdeyse soluk bile almadan kendisine bakmakta olan Bayram Beyaz’ı gördü, tüm bunları ona anlattığını unutmuş gibi şaşırdı. Kendisi de ona baktı bir süre.
“Anlatabildim mi?” diye sordu.
“Evet, hocam, çok güzel anlattınız,” dedi Bayram Beyaz.
Başlangıçta, gözünü bile kırpmadan, nerdeyse soluk bile almadan, ağzı açık dinlemiş, sonunda, Chateaubriand gibi ağlamış ve inanmıştı: Yusuf Aksu usuyla, belleğiyle, bilgisi ve insanlığıyla, şu yeryüzünde bulabileceği en büyük ustaydı; üstelik, felsefe, hukuk, politika, matematik, her alanı bilir göründüğüne göre, yaşamın her alanında öncülük edebilirdi insana. İşte, gerçeğe ulaşma yolunda, kuramın ve uygulamanın ilk öğelerini büyük bir cömertlikle önüne seriyordu. Öyleyse daha dün uzak bir düş gibi görünen yetişim sürecinin bir anda gerçekleşme evresine girdiğini düşünebilirdi. Kendini tutamayarak birden ileriye fırlayıp ellerine yapıştı, üst üste birkaç kez öpüp alnına götürdü.
“Evet, hocam, çok güzel anlattınız,” diye yineledi. “Gözlerimin önündeki perdeyi kaldırıverdiniz.”
Yusuf Aksu “Bu çocuk deli mi yoksa? Önce el sıkıyordu, şimdi tutmuş el öpüyor! Böyle birdenbire ne oldu buna?” diye geçirdi içinden, sonra aradığı açıklamayı bulduğunu sandı, “Demek gidiyorsunuz,” dedi, gülümseyerek ayağa kalktı, “Umarım, gene görüşürüz: siz akıllı bir gençsiniz.”
Bayram Beyaz gitmeyi usundan bile geçirmemişti, ama soruya ister istemez olumlu yanıt vermek zorunda kaldı. Yusuf Aksu ne zamandır böyle uzun süre, hem de böyle coşkuyla konuşmamıştı, konuğunun, tam da böyle gençliğinin en güzel konusuna dönmüşken, birdenbire gitmek istemesine üzüldü, bu buluşmanın çok rahatlatıcı olduğunu, dünyasını genişlettiğini düşünüyordu. İçini çekerek elini omzuna koydu; bundan böyle, Müslüm efendinin aracılığına gerek kalmadan, istediği zaman kendisini görmeye gelebileceğini, bunun için birkaç saniyelik aralarla üç kez kapıya vurmasının yeteceğini söyledi. Sonra Saussure’ün kitabını koltuğuna sıkıştırdı.
“Bir de siz göz atın bakalım,” dedi. “Doğrusunu isterseniz, bana hep karışık, yer yer de saçma gelmiştir. Şu gösterge, ses, kavram, nesne konusunu o mu karıştırıyor, yoksa ben mi anlamıyorum? Okuyun da sonra bunu görüşelim.”
Bayram Beyaz göğsünün genişlediğini duyar gibi oldu.
“Peki, hocam, emriniz olur,” dedi, asansörle giriş katına, oradan da, merdivenle kapıcı dairesine inerken, bir an, başdöndürücü bir hızla göğe yükseliyormuş gibi bir duyguya kapıldı. Sanki bir düş evreninde deviniyor, ayakları yere değmiyordu.
Tokatlı Müslüm kapıyı açıp da “Buyur, hemşerim, şöyle buyur!” dediği zaman, gökten yere düşmüş gibi bir ürperti duydu. Ama o da bu yüceliğe uygun bir coşkuyla karşıladı kendisini. “Şimdi sıra kafaları çekmede!” diyerek çelik masanın üstüne damalı bir muşamba serdi, her biri başka bir boyda, başka bir biçimde, çatallar, kaşıklar, bardaklar, tabaklar getirdi. Bardaklara rakı koydu, Bayram Beyaz’ı zorla müdür makamına oturttu, rakı kadehini kaldırarak “Hadi, şerefe!” dedi.
Tam kadehlerin tokuşturulduğu sırada, kapı açıldı, buraya daha önceki gelişinde Müslüm efendinin sözü döndürüp dolaştırıp kendisine getirdiği Sivaslı Cemile, Müslüm’ün kendisinden bile iri bir kadın, başında çenesinin altından bağlanmış bir güllü yazma, sırtında kendinden kuşaklı, bol ve uzun bir basma giysiyle içeriye girdi, her şeyi önceden bildiğini kanıtlamak istercesine, “Oho! Bizim herifler sofrayı kurmuşlar bile!” dedi, ikisi altın, gerisi altın gibi pırıl pırıl dişlerini göstererek bir kahkaha attı. Kocaman kollarını dirseklerine kadar sıvayıp ak, yumuk ellerini birer makine gibi işleterek çoban salatası yaptı, sucuk doğradı, mezeleri ve yemekleri tabaklara koydu, geceye daha büyük bir katkıda bulunmak üzere, bol salçalı bir makarna hazırlamaya girişti. Bu arada, kendisi de “rakısını” alıp “Tokatlılar”la kadeh tokuşturdu; ama, kaç kez önerilmesine karşın, belki kocaman kalçalarını iskemleye sığdıramayacağını düşündüğü, belki kadın olarak ayakta kalmayı yeğlediği için, sofraya oturmadı; gelip gittikçe şöyle bir yudum aldı kadehinden, her seferinde de sol elinin tersiyle ağzını silmeyi unutmadı. Bu arada, yanından her geçişinde, Tokatlı Müslüm abartmalı bir biçimde dolgun kalçalarını, iri göğüslerini okşuyor, üzerinde üçer çift altın bilezik şıkırdayan tombul kolunu tutup öpüyor, bunun Tokatlılar’a özgü bir ayrıcalık olduğunu göstermek istercesine, hemşerisine göz kırpıyor, Sivaslı Cemile’nin harbiliği, cilvesi ve çekiciliği konusunda yorumlara girişiyor, “Ona Erkek Cemile demişler, baksana şu göğüslere, kollara ve bacaklara, on kadına bedeldir o!” diyordu. Sonra kuşağından yakaladı, çenesinin altındaki düğümü çözerek yazmasını çekip aldı. O zaman, Sivaslı Cemile’nin omuzlarına, sonra omuzlarından aşağıya doğru, en az on kadına yetecek bollukta, dalga dalga kınalı saçlar aktı. Ama Tokatlı Müslüm bununla da yetinmedi: bir şeyler getirip götürmek için yanına yaklaştığı her seferde, kolundan, belinden ya da ensesinden yakalayıp kendine doğru çekti onu, hamur, kurabiye, elma, karpuz, kavun benzetmeleriyle değişik yerlerinden öpüp durdu. Cemile hanım, aralarındaki açık ilişkiyi gizlemek gibi boş çabalara girişmemekle birlikte, hep utanır gibi yaptı, “Ayıp, rahat dur! Yaramazlığı bırak! Benden utanmıyorsan, hemşerinden utan!” türünden sözlerle kollarından sıyrılmaya çalıştı. Ama, öyle anlaşılıyordu ki, utanmak gerekmiyordu: hemşeri bir başka “ben”di, ondan utanmak kendi kendinden utanmak gibi bir şeydi, hep birlikte ikinci küçüğü yarıladıkları sırada, Erkek Cemile, bunu kanıtlamak istercesine, Tokatlı Müslüm’ün kollarından bir kez daha sıyrılarak “Biri yer, biri bakar, kıyamet ondan kopar!” deyip Bayram Beyaz’ın iskemlesini kaşla göz arasında geriye çekti, ata biner gibi kucağına oturdu, iyice eğilerek sol kulağının memesini dişlerinin arasına aldı, ısırmak için bir buyruk beklermiş gibi, öylece durdu. Bayram Beyaz, yüzünde sonsuz bir acı, korku ve utanç anlatımı, içgüdüyle ellerini arkasına çekerken, Tokatlı Müslüm’le göz göze geldi; en beklenmedik durumda ölümle burun buruna gelmiş gibi, tepeden tırnağa titredi. Ancak, korktuğunun tersine, Tokatlı Müslüm gülümsüyordu.
“Bak şu işe, bu gece de canı seni çekti kancığın! Sen Tokatlı, o Sivaslı olmasanız, ikinizin de karnını deşerdim!” dedi.
Bayram Beyaz, Sivaslı Cemile’nin kollarında, boz bir yılanın ağzında bir yeşil kurbağa gibiydi, tek sözcük söyleyemedi. Tokatlı Müslüm “Anlaşıldı!” diye söylendi. “Ben biraz dolaşacağım; siz de ne bok yerseniz, yiyin!”
Hemşerisi kapıdan çıkarken, Bayram Beyaz umutsuzca arkasından baktı, seslenmeyi, gitmemesi için yalvarmayı düşündü; ama, düşünceden eyleme geçmesine zaman kalmadan, Sivaslı Cemile kollarını çözüp kucağından kalktı, hemen arkasından, çocukluktan analığa geçer gibi, elinden tutup çekerek arkadaki odaya götürdü onu; sonra, hiç duralamadan, kendini kapının hemen solunda duran kırmızı koltuğa bıraktı, terliklerini karşı duvara doğru fırlattı, bacaklarını ayırıp ensesini koltuğun arkalığında avuçlarına aldı, “Soy beni!” dedi. Bayram Beyaz çocukluğunda yasadışı ilişkilerin günahı konusunda dinlediklerini anımsayarak irkildi, ama, buyruk bir kez daha yinelenince, bir uyurgezer gibi, ağır ağır, kırmızı koltuğa doğru ilerledi; buyruğu yerine getirmeye girişti, Sivaslı Cemile’nin göğsündeki üç sedef düğmeyi çözerken, çocukluk günlerinde belki yüz kez işittiği “Ateş, Kerem, tutuş, Kerem, yan, Kerem!” dizesini anımsadı, bir kez daha irkildi, gene de, Sivaslı Cemile’nin gönüllü katılımıyla, oldukça başarılı bir biçimde sürdürdü işini, ama, nerdeyse gözlerini yumarak indirdiği çivit mavisi, uzun ve bol donunun ardından, iç gömleğini sıyırıp da Sivaslı Cemile’nin dev bedeni tümüyle ortaya çıkınca, iki kocaman bacağın arasına yığılıverdi.
Onu soymak da Erkek Cemile’ye düştü böylece: kolundan çekerek az önce kendi oturduğu koltuğa atıp ceketinden çorabına, anadan doğma soyduktan sonra, bir kez daha elinden tutarak göbeği havaya gelecek biçimde, boş bir çuval fırlatır gibi, dipte, masa, iskemle, somya, buzdolabı, çamaşır makinesi, radyo, dolap yığınının arasında sıkışmış, daracık yatağın üstüne attı, gelip üstüne yumuldu, kısa bir süre sonra da, nerdeyse yalnızca kendi çabasıyla, gittikçe hızlanıp sertleşen bir devinimi başlattı, devinimi hızlanıp sertleştikçe, birbirine yaslanıp sıkışmış dolaplar, masalar, somyalar, iskemleler, radyolar, televizyonlar, buzdolapları, merdaneli çamaşır makineleri, büyüklü küçüklü fırınlar ve bir Remington yazı makinesi, alt alta, üst üste, Sivaslı Cemile yalnızca Tokatlı Bayram’ın değil de Maçka’nın tüm erkeklerinin üstünde deviniyormuş gibi gıcırdadı. Bir ara, Sivaslı Cemile çok güzel bir yemek düşünmüş gibi dudaklarını şaklattı, Tokatlı Bayram’ın başını ensesinden tutup göğsüne doğru çekti, “Bu odanın gıcırtısına bayılırım,” diye fısıldadı. “Ama bu gece daha da başka, çünkü, iki gözüm içine aksın ki, sen avrat altına ilk bu akşam yatıyorsun.”
Yüzde yüz doğruydu gözlemi. Ne var ki, kendisi doğrulup kalktıktan sonra, kocaman göğüslerini hoplata hoplata dolaptan su içmeye giderken, birileri içeriye girse de Bayram Beyaz’ı öyle kıpkırmızı, öyle terden sırılsıklam, kolları yanında, bacaklarını karnına doğru çekmiş, sırtüstü yatar durumda görseydi, Sivaslı Cemile’nin altından değil de karnından çıktığını söylerdi. Tokatlı Müslüm de, kapıyı aralayıp şöyle bir baktıktan sonra, “O ne, kız, oğlan mı doğurdun?” demekten kendini alamadı.




II
Bayram Beyaz çok aşağılardan, nerdeyse toprağın derinliklerinden geliyormuş gibi bir izlenim uyandıran birtakım insan ve araba sesleriyle gözlerini açtı, ama açmasıyla kapaması bir oldu: tüm varlığının hoş bir hafiflik, sıcaklık ve esenlik içinde yüzdüğünü duyuyor, bu yepyeni duygunun uçup gitmemesi için, değil çevresine bakmak, soluk almaktan bile çekiniyordu. Kollarının arasında bir yastık, uzun süre, parmağını bile oynatmadan yattı öyle. Sonra, bilincinde düşünceye, hatta anıya benzer hiçbir şey belirmemekle birlikte, bu hafiflik, sıcaklık ve esenliği akça pakça bir kadının kocaman kollarının ve kocaman göğüslerinin tadı olarak algıladı; yastığı bıraktı, yatağın iki yanında, elleriyle bu kadını aradı, bulamadı; bedenini bu kadının bedeniyle değiştirmiş, böylece, yüzü, elleri, göğsü, göbeği, bacakları eskisiyle karşılaştırılamayacak ölçüde daha sıcak ve daha yumuşak bir nitelik kazanmış gibi bir duyguya kapıldı. Hep bu tuhaf, ama çok hoş duygu içinde, ellerini bedeninde dolaştırdı bir süre; sonra, bu umulmadık duygunun nedenini anlamak istercesine, birden gözlerini açtı. Tepesinde çok yüksek ve çok geniş bir tavan ve çok büyük bir avize gördü. “Allah Allah! Allah Allah! Ben buraya ne zaman geldim ki?” diye söylendi. “Yoksa sarhoş muyum?” Doğrulup oturdu, gözlerini çevresinde dolaştırdı.
Önce karşısında kapalı bir kapı, sonra kapıdan ayaklarının dibine dek gelen bir kırmızı yolluk, sonra, sağ yanında, koyu kırmızı kadife perdeleri kapalı iki kocaman pencere, sonra, duvar diplerinde, odanın ortasında, boy boy, biçim biçim sehpaların çevresinde, yan yana, karşı karşıya, boy boy, biçim biçim, renk renk koltuklar, bir köşede, kocaman bir yuvarlak masa, çevresinde yüksek arkalıklı iskemleler, en dipte içi silme porselen tabakla dolu, çok eski bir camlı dolap gördü, sonra üstünde oturmakta olduğu geniş ve yüksek pirinç karyolaya dikti gözlerini, titremeye başladı, “Buraya nasıl geldim ki? Peki, burası neresi?” dedi kendi kendine, kalktı, bir koltuğun üstünde pantolonuyla ceketini, onların üstünde de Yusuf Aksu’dan aldığı kitabı gördü, kapıya gitti, dört ayrı odaya açılan kapıları araladı, odaları da birbiri ardından dolaştı, ilk ikisi boştu, öbür ikisinde, tıpkı Müslüm’ün evinde gördüğü gibi, karmaşık bir biçimde, üst üste, alt alta, dağ gibi bir iskemle, masa, sehpa, dolap, buzdolabı, çamaşır makinesi, fırın yığını yükseliyordu. En üsttekiler nerdeyse tavana değecekti. Öyle durup baktı bir süre. “Bunca eşyayla ne yapılır ki?” dedi kendi kendine. Sanki uzun bir yolculuğa hazırlanıyorlardı, sanki hep yolculuktaydılar, sanki birileri tüm bu nesneleri ileride, en sonunda varacakları yerde, ikinci bir yaşamda kullanacaktı. Sonuncu odada, bir yarı karanlık içinde, birden başı döndü, olduğu yere yığılıp kaldı, sırtı duvarda, gözleri bir önceki odada gördüğüne çok benzeyen bir eşya yığınında, öylece durdu, sonra, birdenbire, kendisi de bu odanın bir parçasıymış ya da bu eşyalardan birine dönüşmek üzereymiş, en azından, bundan böyle hep bu eşyalar arasında kalacakmış gibi bir korku büyüdü içinde, titremeye başladı. Birkaç kez kalkmaya çalıştı, tam başardığı sırada, yeniden yığıldı olduğu yere, korkuyla gözlerini yumdu. En sonunda, büyük bir çabayla kalktı, duvarlara tutuna tutuna giriş kapısına doğru ilerledi, açmak istedi, kapının dışarıdan kilitli olduğunu anladı. Yatağın bulunduğu odaya döndü. En yakın pencerenin önüne geldi, perdesini çekti, içeriye yumuşak bir ışık doldu. Uzakta, ağaçların ve bir caminin ötesinde, deniz ışıl ışıldı. Pencereyi açmaya çalıştı, açamadı. Aşağıda, yoldan geçmekte olan arabaları gördü. Bir kez daha, buradan hiçbir zaman çıkamayacağını düşündü. Öylece, yalınayak, don gömlek, pencerenin dibine yığılıp kaldı.
Kapının anahtarla açılmakta olduğunu işittiğinde uyuyor muydu, yoksa hiçbir şey düşünmeden bekliyor muydu, ayrımına varamadı; ama, o anda, hemen kalkmak, eşya yığınları arasında bir yerlere saklanmak istediği kesindi. Erkek Cemile’nin, bir elinde bir kasetçalar, öbür elinde bir tepsi, içeriye girdiğini görünce, daha da güçlü bir biçimde duydu bu isteği. Kapının önünde, odayı bir süre gözden geçirdikten sonra, gülümseyerek kendisine doğru yöneldiği sırada da olduğu yerde büzülerek başını korkuyla önüne eğdi. Cemile hanım tepesine dikilerek ortalık koltuk doluyken neden böyle yerde oturduğunu sorunca da ürkek bir hayvan gibi yerinden fırlayıp yatağın yanında, bir iskemlenin üstünde duran giysilerine doğru atıldı, kaşla göz arasında giyiniverdi.
“Ne oluyor sana böyle, oğlum?” diye güldü Erkek Cemile. “Sanki hiç don gömlek görmedik mi seni?”
Bayram Beyaz yüreğinin gümbür gümbür vurduğunu duyuyordu, yanıt veremedi. Erkek Cemile gözleriyle masayı gösterdi ona. Sonra kendisi de masaya yaklaşıp tepsiyi ve kasetçaları üstüne koydu.
“Sen bu sabah bir tuhafsın! Otur şuraya da kahvaltını et,” dedi, kasetçalarının düğmesine bastı, yanık bir kadın sesi yükseldi.
Bayram Beyaz elini ekmeğe, peynire, bardağa uzatacak gücü bile bulamadı. Çayını da, peynirini, ekmeğini de Cemile hanım verdi ağzına. Birbiri ardından üç bardak çay içtikten sonra, yavaş yavaş, korkusu geçmeye başladı. Odaya girişinden beri ilk kez, Cemile hanımın yüzüne bakmayı göze aldı.
“Ben buraya nasıl geldim?” diye sordu.
“Ben getirdim,” dedi Cemile hanım.
“Nasıl getirdin?”
“Kucaklayıp getirdim.”
“Evin burası mı?”
“Evet, burası,” dedi Cemile hanım, arkasından bir kahkaha attı. “Neden dersen, en çok burayı severim.” Durdu, neler düşündüğünü anlamak, ya da bir hayranlık belirtisi aramak üzere, uzun uzun yüzüne baktı. “Ama tek evim değil,” diye ekledi. “Öteki evlerimi de görmek ister misin?”
Bayram Beyaz’ın herhangi bir yanıt vermesine zaman kalmadan, elinden tuttu, öteki elinde koca bir anahtar destesini şakırdatarak kapıya doğru sürükledi. Kapının önünde, Bayram Beyaz birden durdu.
“Burası Yusuf beyin apartmanı değil mi?” diye sordu.
“Evet, iyi bildin,” dedi Cemile hanım, karşısında durup yukarıdan bakarak anlamlı anlamlı gülümsedi, destedeki anahtarlardan biriyle yandaki dairenin kapısını açtı. Odaları dolaştılar. Bayram Beyaz burada da üç aşağı beş yukarı aynı düzeni, aynı eşya yığınlarını gördü. Bir alt kattaki bir başka daire de üç aşağı beş yukarı aynı görünümü sunmaktaydı: masa, iskemle, koltuk, dolap, buzdolabı, çamaşır makinesi, fırın, ayaklı ayaksız dikiş makineleriyle doluydu.
“Bunca daireyi, bunca eşyayı ne yapacaksın?” dedi Bayram Beyaz. “En az on beş buzdolabın var!”
“Fazla mal göz çıkarmaz,” dedi Cemile hanım. “Eşyaları müşterisi çıkarsa, satarım, olmazsa, yoksullara veririm. Evlerimin de hangisini canım isterse onda otururum, ayağımı uzatıp kasetimi dinlerim.” Belki dördüncü, belki beşinci dairenin kapısını açtı. “Burası da benim,” dedi. Bir elinde anahtar demeti, bir eli Bayram Beyaz’ın omzunda, bu daireyi de gezdirdi ona, sonra üzerine doğru eğildi, “Neyse, bu kadarı yeter! Şimdi yukarıdaki dairemize gidelim,” diye fısıldadı kulağına.
Bayram Beyaz öylece dikilip kaldı.
“Kiraladın mı bunları?” diye sordu.
“Yok, neden kiralayayım ki!” dedi Cemile hanım. “Müslüm anahtar uydurdu. Yusuf bey çok zengin, kiraya vermiyor. Biz de ona ortak çıktık.”
Öyle bir konuşuyordu ki her daire düşman elinden kurtarılmış bir yurt parçasıydı sanki. Bayram Beyaz, şaşkınlıkla kendisine bakıyordu.
“Ortak mı? Yusuf beye mi?” diye sordu.
“İyi bildin! Ortak!” dedi Cemile hanım. “Evet, Yusuf beye.” Anahtar destesini şakırdattı. “Canım neresini isterse, orada yatabilirim, canım neresini isterse, orada dinlerim teybimi.” Asansöre bindirip üçüncü kata çıkardı onu, az önce çıktıkları kapıyı açtıktan sonra, elinden tutup bir çocuk gibi pencereye doğru sürükledi. Perdeyi iyice açtı. “Buradan deniz de görünür. Şehirliler denize bakmayı çok sever. Sen de sever misin?” diye sordu.
Bayram Beyaz yanıt vermedi, bir şaşkınlıktan başka bir şaşkınlığa düşmüştü. Kafası belki eskisinden de karışıktı. Evin insanları ortadan çekilince, deliklerinden çıkarak kilerde ve mutfakta birer ev sahibi gibi keyif çatan fareleri anlatan bir masalı anımsadı. Bu kadınla bu adamın büyük ustanın arkasından dolap çevirdiklerini, onu aldattıklarını düşündü, gırtlağına bir şey takılmış gibi yutkundu. Aynı anda, Erkek Cemile koluna yapıştı, sürüklercesine yatağa götürdü onu, oturttu, sırtından ceketini, ayaklarından ayakkaplarını çıkardı, kucaklayıp kaldırmasıyla sırtüstü yatırması bir oldu, “Rakıyı fazla kaçırdığın belli, çok yorgun görünüyorsun, ama dert etme, ben seni kendine getiririm,” dedi, yanına oturdu, ensesini, sırtını, karnını okşadı, elini pantolonunun içine soktu, kulağına doğru eğildi, “Şimdi sen de bize ortak çıktın,” diye fısıldadı.
Bayram Beyaz büzüldükçe büzülüyor, bacaklarını birbirine yapıştırıp geriye doğru kaymaya çalışıyor, ne diyeceğini bilemiyordu.
“Peki, kocan?” dedi sonunda.
“Hangi kocam?”
“Şu yaşlı adam.”
“Hangi yaşlı adam?”
“Müslüm abi yaşlı bir kocası var diyordu.”
Cemile hanım bir kahkaha attı, artık nerdeyse duvara yapışmış olan konuğunu kendine doğru çekti.
“Kocam mocam yok benim,” diye yanıtladı. “Müslüm’ün uydurması o. Müslüm hep uydurur, bilmez misin? Doğruyu söylerken bile uydurur.”
“Neden uydursun ki durup dururken?”
“Neden olacak? Birilerini boynuzluyormuş gibi görünmek için,” dedi Sivaslı Cemile, bir kahkaha daha attı. “Desin, ne yapalım, biz ortağız.” Durdu, hiçbir şey söylemeden, Bayram Beyaz’ı bacaklarını açmaya zorladı. “Sen de bize ortak çıktın,” diye ekledi.
“Ben kimseye ortak çıkmadım, çıkmaya da niyetim yok,” diye sızlandı Bayram Beyaz, biraz daha büzüldü yattığı yerde, dönüp yüzükoyun yatmaya çalıştı.
Cemile hanım bu çabasını da boşa çıkardı, bacaklarını indirip elini göbeğinden aşağıya doğru uzattı.
“Çıkmasan da çıkacaksın, biz hemşeriyiz,” dedi.
“Evet, hemşeriyiz,” diye kekeledi Bayram Beyaz, başı dönüyordu, boşaldı boşalacaktı. “Ağır ol,” diye yalvardı. “Böyle şeyler gündüz olmaz. Utanıyorum.”
“Utanıyorsan, gözlerini yum,” dedi Cemile hanım, sonra daha da hızlandı. “Biz hemşeriyiz,” diye yineledi.
Bayram Beyaz kurtulmak için son bir çaba daha harcadı, ama başaramadı.
“Evet, hemşeriyiz,” diye doğruladı. “Ağır ol, ağır ol, ağır ol!” Bedeni tepeden tırnağa dalgalandı. Pantolonun üstünden Cemile’nin eline yapıştı, var gücüyle sıktı. Ama işe yaramadı. “Oldu mu şimdi?” dedi üzüntüyle, öylece uzanıp kaldı. “Hocaya böyle nasıl giderim?”
“Hoca aşağı, hoca yukarı! Aklın hep onda! Neden böyle bu çatlak İstanbullu’nun çevresinde dolanıp durursun ki? Kafanın içindeki ne?”
“Kafamın içinde bir şey yok. Yusuf bey çok kafalı bir adam.”
“Çok kafalı mı?”
“Evet, çok kafalı.”
“Adam çok kafalı oldu mu malı da çok mu olmalı? Ağzımı açtırtma şimdi!” dedi Cemile hanım, gizemli bir biçimde göz kırptı. Göründüğü kadarıyla, Tokatlı Müslüm gibi o da Bayram Beyaz’ın Yusuf Aksu’dan bir şeyler koparmayı tasarlamasından kuşkulanıyordu. Doğrulup kalktı. “Neyse, biz hemşeriyiz, Müslüm de, ben de senin arkandayız,” dedi.
“Sağ ol. Ama benim artık gitmem gerek,” dedi Bayram Beyaz.
“Burada su mu çıktı? Hem de sen hocaya gitmeyecek miydin?”
“Belki akşam. Şimdi gitmek zorundayım. Şu zarftaki koca kitabı okuyup bitirmem gerek. Neden hep okşamak istiyorsun ki beni?” dedi, sonra kolundaki altın bileziklere baktı. “Sana bilezik alayım diye mi?” diye üsteledi.
Cemile hanım birden sinirlendi.
“Sen Erkek Cemile’yi ne sandın, sığırcık cücüğü? Erkek Cemile bilezikle satın alınmaz! Açtırma şimdi ağzımı!” diye azarladı. Ama, Bayram Beyaz’ın ağlamaklı olduğunu görünce, yumuşayıverdi. “Benim hiç çocuğum olmadı. Sen de apak, bıngıl bıngılsın, yumurta gibi,” dedi, derin derin içini çekti. Gözleri yaşlarla doldu birden, “Beni memleketten kaçıran orospu çocuğu karnımı da, içindeki çocuğu da öyle bir kazıttı ki kuruttu beni: ne çocuğum oluyor, ne bir şey. Ben de, senin gibi birini bulunca, inadına…”
“İnadına?..”
“İnadına altıma alıyorum.”
“Öç almak için mi?”
“Öç alacak olsam, dünyada adam kalmazdı,” dedi Erkek Cemile, elinin tersiyle gözlerini kuruladı, ama gözyaşları gene ince ince akıyordu.
Bayram Beyaz, onunla karşılaştığından beri ilk kez, Erkek Cemile’nin yüzünün çok güzel olduğunu ayrımsadı, sonra, birdenbire, bir küçük kız yüzüne dönüştüğünü gördü, yüreği duracak gibi oldu, parmaklarının ucuyla gözyaşlarını kurulamaya çalıştı.
“Ağlama, beni de ağlatacaksın,” dedi. “Her şey çoktan olup bitmiş; ne diye ağlıyorsun ki?”
“Hiç olup biter mi? Öyle kolay mı?” diye inledi Erkek Cemile, yatağa uzandı, konuğunu da kendine doğru çekti, sonra, alabildiğine değişmiş, yumuşamış bir sesle, kendisi daha ana rahmindeyken, babasının askerliğini yapmak üzere Merzifon’a gidip bir daha dönmeyişini, küçücük toprak evlerinde anasının yatağında kocaların, kendi yatağında kardeşlerin birbirini izleyişini, evin nerdeyse tüm işlerinin kendi sırtına yüklenmesi yetmiyormuş gibi, son üvey babanın her fırsatta orasını burasını elleyip çimdiklemeye kalkmasını, bu üvey babadan kurtulmak için o Allah’ın belası kamyon şoförüyle Sivas’tan kaçışını, hepsi birbirinden tatsız, hepsi birbirinden alçaltıcı nice serüvenden sonra, Müslüm efendiyle karşılaşıp buraya yerleşmesini anlattı. “Bir yatağım bile olmamıştı hiç; şimdi her şeyim var. Ama yokluk da, pislik de, anam da, kardeşlerim de, yüzleri de, sesleri de hep duruyor: hepsi şurada!” dedi, parmağıyla sol göğsünü gösterdi. “Bazı bazı öyle sıkıştırıyorlar ki bağıracak gibi oluyorum.”
Bayram Beyaz, büyülenmiş gibi, hiçbir şey söylemeden, dakikalar süresince, onun kocaman küçük kız yüzüne baktı, sonra, gene dakikalar süresince, yüzünü, dudaklarını, burnunu, çenesini, nerdeyse tüm yastığı kaplayan kınalı saçlarını okşadı, sonra birden Cemile hanımın son üvey babasının, Allah’ın belası kamyon şoförünün ve tüm ötekilerin yaptığını yaparak onlarla özdeşleşmekten korktu, hemen toparlandı, masanın üstünden kitabını alıp çıktı.
Ancak, apartmanın kapısından çıkar çıkmaz, Cemile hanımın kokusu ve dokunuşları tüm varlığını sarıverdi, başı döndü, orada, hemen arkasındaymış gibi bir duyguya kapıldı. Gözlerini yumup öylece durdu bir süre, çok kadınlar tanımış gibi, “Bu kadın başka türlü bir şey!” diye düşündü, başına gelenleri bir kez daha, tüm yoğunluğuyla duymak, hafiflik ve sıcaklığın esenliğini yeniden yakalamak istedi, bir ölçüde başardı da. Bu yüzden olacak, Kızıl Tosbağa’ya doğru ilerlerken, memleketinde söylendiği gibi, ayakları gidiyor, topukları geri geliyordu. Ayrılmakla doğru bir şey yaptığından kuşku duyuyordu. Aynı kuşku Kızıl Tosbağa’da da sürdü, Maçka’dan Fatih’e gelinceye kadar en az üç kez önündeki arabaya çarpmasına ramak kaldı.
Bununla birlikte, terliklerini giydikten sonra, Saussure’ün kitabını masasının üstüne bırakırken, Yusuf Aksu’nun anısı her şeyi bastırıverdi: Maçka’daki uçsuz bucaksız dairenin salonunda, kocaman koltuklardan birinde, onun karşısında oturur buldu kendini: “Büyük dilci”, gözleri tavanda bir noktada, sol eli yüreğinin üstünde, ayakları boşlukta, nerdeyse soluk bile almadan konuşuyor, kendisi de, aynı biçimde, soluk almadan dinliyor, daha da güzeli, her sözcüğü, her tümceyi anlıyor, aralarındaki bağlantıları kavrıyor, bu olağanüstü söylemin bütünüyle ve bir daha hiç çıkmamak üzere belleğine kazıldığını duyuyordu. Proust’un anlatıcısının, bir kış günü eve döndüğünde, ıhlamura batırılmış çöreğin tadıyla gelen mutluluğa benzer bir mutluluk doldu içine. Ancak, Proust’un anlatıcısının mutluluğunun Combray’in gittikçe zenginleşip bütünlenen görüntüsüyle büyümesine karşılık, Bayram Beyaz, benzersiz söylemi defterine geçirebileceğini düşünür düşünmez, Yusuf Aksu’yla kendisi arasına yarı saydam bir perde indi, hızla kararmaya başladı, ses de hiç mi hiç duyulmaz oldu. Sonra, konuşmalarından usunda kalanları ajandasına geçirmek üzere masanın başına oturunca, hiçbir şey anımsayamadı, şaşırıp kaldı, konuşmanın hiç değilse ana çizgilerini anımsamaya çalıştı, ama, Yusuf Aksu’nun varla yok arası gülümsemesi, soluklanıp soluklanıp yeniden başlaması dışında, hiçbir şey kalmamıştı belleğinde. “Olamaz!” diye mırıldandı. “Hayır, olur şey değil! Ben bu kadar salak mıyım?” Her şey bu bedensel çabaya bağlıymışçasına, dişlerini sıkarak anımsamaya çalıştı. Böylece, en az yarım saat zorladı kendini, tek tümce çıkaramadı. “Olur şey değil! Oysa tüm söylediklerini anladığımı ve kafama yazdığımı sanıyordum, ben salağın tekiyim!” dedi kendi kendine. Hemen arkasından, tüm bunların belleğinin ve anlığının değil de Tokatlı Müslüm’le Sivaslı Cemile’nin kusuru olabileceğini düşündü. Umutsuzluk içinde yatağa attı kendini.
Korkunç bir akşamüstü ve korkunç bir gece geçirdi. Öyle ki, Yusuf Aksu’dan aldığı kitap hep gözlerinin önünde dururken, kapağını açıp şöyle bir bakmaya bile yeltenmedi. Ertesi sabah, gazetede, odasının kapısından girerken, yüzü kâğıt gibiydi, ayakta zor duruyordu; üstelik, zorlu bir utanç duygusu altında eziliyordu, dostlarına Yusuf Aksu’yla ikinci kez görüşmeyi de başardığını söylemesi durumunda, davranışlarından Cemile hanımla yaptıklarını ve Cemile hanımın acıklı öyküsünü de çıkarmalarından korktu, müdürün kapısını vurmayı ya da herhangi bir arkadaşına uğramayı göze alamadı. Masasının üstüne yığılmış belgelere elini sürmek bile istemedi. Odasına gelen birkaç kişi de kalın bir camın arkasında devinir gibiydi, söylediklerini üç dört kez yinelettirdi. Bununla birlikte, arada bir, göğsü çocuksu bir gururla kabarıyor, gerçekte yalnızca kendisine söyleneni yapmış olmakla birlikte, Cemile hanımla yaşadıklarını bir kez daha anımsayarak bir başka dünyaya doğru yol alıyor, zaman zaman da birden bastırıveren bir utanç duygusuyla tüyleri diken diken oluyordu. Böylece, sürekli olarak gururla utanç arasında gidip gelmek yüzünden, doğru dürüst çalışamadı. Bir ara, bilemedin iki adım ötesinden, müdürünün şaşkın şaşkın kendisine bakmakta olduğunu gördü, ayağa kalktı, ama, kendini zorlamasına karşın, tek sözcük çıkmadı ağzından, suçüstü yakalanmış gibi gözlerini yere dikti. Onun yerine müdür konuştu böylece: “Anlaşılan, sen bu gece hiç gözünü kırpmamışın, ya da hastasın. En iyisi, hemen eve git.”
Bayram Beyaz, nicedir böyle bir öneri beklermiş gibi, evinin yolunu tuttu. Başı öylesine dumanlı, bedeni öylesine gevşek ve ezikti ki arabasını park edip kapısını kilitledikten sonra, her zaman yaptığının tersine, akşam için bir şeyler almadan, dosdoğru evine yöneldi, evinde ilk yaptığı buzdolabını açıp birbiri ardından iki bardak suyu tepesine dikmek, ikinci yaptığı tuvalete girip tuhaf bir mutluluk duygusu içinde uzun uzun işemek, üçüncü yaptığı, Yusuf Aksu’nun kitabını zarfından çıkardıktan sonra, en az on dakika süresince, öylece oturup elinde tutmak oldu. Sonra kalktı, ceketini, pantolonunu çıkarıp önündeki iskemleye attı. Arkasından, kravatını, gömleğini, çorabını çıkarıp yatağa girdi, Sivaslı Cemile’nin üstünden kalkmasından sonraki duruşunu yeniden bulmak istercesine toplanıp büzüldü. Ama, tam uyumak üzereyken, Tokatlı Müslüm’le Sivaslı Cemile’nin patron havalarını ve Yusuf Aksu konusunda söylediklerini anımsadı, doğrulup oturdu, “Belki de masal anlatıyor bunlar bana, kötü bir oyun oynuyorlar! Bunu nasıl düşünmedim?” diye mırıldandı. Yusuf Aksu’nun yabancı radyo dinleme tutkusundan okuma biçimine, kapıcı Müslüm’ün güvercinlerinden Maçka çevresindeki saygınlığına, Sivaslı Cemile’nin daire ve eşya düşkünlüğünden ürkütücü, ama karşı konulmaz çekiciliğine kadar, birkaç gündür tanık olduğu her şeyi yeniden gözden geçiriyor, kimi zaman iyi yanından alıp rahatlıyor, kimi zaman kötü yanından alıp bunalacak gibi oluyordu.
Ama tüm bu olup bitenler içinde belirlemekte en çok zorlandığı şey kendi yeriydi. Hiç kuşkusuz, her biri kendi kişiliğine göre, ama üçü de kucak açmıştı ona: pek öyle çekici bir yanı bulunmamasına karşın, büyük bir yakınlık göstermişlerdi, hele Müslüm’le Cemile yakınlığın da ötesine geçmişlerdi. O güne dek hiç kimseden görmemişti böyle bir yakınlığı, görmediği için de tutumlarını kimi zaman onlar gibi hemşeriliğe bağlamaya yöneliyor, kimi zaman da kendisine, daha korkuncu, dünyadan el etek çekmiş görünen Yusuf Aksu’ya kötü bir oyun hazırlamalarından korkuyordu. Nasıl bir oyun? Uzun uzun düşündü bunu, büyük adamın dairelerini kendisinden izin almadan, gizlice, kapılarına anahtar uydurarak hoyratça kullanmalarını başkaldırtıcı buldu, daha kötüsünü de yapabileceklerini, canına bile kıyabileceklerini, kendisine bu kadar iyi davranmalarının tasarlamakta oldukları suça güvenilir bir ortak aramalarından kaynaklanabileceğini düşündü. “Durumu en kısa zamanda duyuracağım ona, gerekirse polisi de uyaracağım!” dedi kendine kendine. Gözlerini odasının tavanına vuran solgun ışıklara dikti. “Peki, polise ne diyeceğim?” diye mırıldandı. “Hangi durumu duyuracağım ki onlara?” Dalıp gitti, kafasının içinde yüzlerce imge birbirine karıştı. Çok geçmeden, yüzünde, omzunda, kollarında, kabalarında Sivaslı Cemile’nin kocaman ellerinin sıcacık dokunuşunu duydu, aralık ağzının içinde iki altın dişinin ışıldadığını görür gibi oldu, her yanı tere battı birden, “Benim onlara ne yararım olabilir ki?” diye mırıldandı. “O zaman…” Bu Müslüm efendi Türkiye’nin en büyük düşünürünü avcunun içine alıp dünyayla ilişkisini kesmiş olsa, hemşerilik memşerilik dinlemezdi, kendisini yanına bile yaklaştırmazdı. O zaman? O zaman, şeytanca bir tasarıları yoksa, durum çok da kötü değil demekti. Uyuyabilirdi. En sonunda, uyuduğunda, sabah ezanı okunmak üzereydi. Uyandığındaysa, Fatihliler öğle namazını çoktan kılmışlardı. Hemen fırlayıp kalktı, bir bardak çay bile içmeden gazetenin yolunu tuttu.
Böylece, büyük muştuyu: Yusuf Aksu’yla bir kez daha görüştüğü ve dostluğu bayağı ilerlettiği haberini dostlarına üç günlük bir gecikmeyle iletebildi, Yusuf Aksu’nun düşüncesine ulaşma yolunda birtakım ipuçları sağlayabileceğini umduğu meşin ciltli kitaba gelince, çok daha sonra, ancak eve dönüp yemeğini yedikten sonra eline alabildi. Ne var ki, iç kapağını açıp da Ferdinand de Saussure adının altında Cours de linguistique générale sözcüklerini görünce, büyük bir düş kırıklığına uğradı, “Olamaz, hayır, olamaz!” diye inledi. “Bu kitap ingilizce! Hoca bana kitabın ingilizcesini vermiş!” Derin bir umutsuzluk içinde, masanın üstüne bıraktı kitabı, hatta nerdeyse attı. Dirseklerini masaya dayayıp yüzünü avuçlarının içine alarak gözlerini yumdu, öylece donup kaldı. Neden sonra, birdenbire, kitabın dışının ingilizce, içinin türkçe olabileceği geldi usuna, elleri titreye titreye açtı, ilk sayfaları ağır ağır çevirerek başlıklara baktı: Préface, Introduction, Chapitre premier. “Hayır, baştan sona ingilizce,” dedi.
Tam kitabı kapatmak üzereyken, yeniden üzerine eğildi, baştan sona, hızla çevirdi sayfalarını, “Ama hepsini çizmiş bu adam, her şeyi, her şeyi çizmiş! Tüm kitabı çizmiş!” diye söylendi. Başa döndü, sayfaları tek tek incelemeye girişti: hayır, tüm kitabı çizmemişti; başlangıçta insanda böyle bir izlenim uyanıyorsa da yakından incelendiği zaman, bölüm başlıklarına ve ara başlıklara dokunulmadığı görülüyordu. Bayram Beyaz, daha özenli bir inceleme sonunda, metin içinde de, çok seyrek bir biçimde bile olsa, kimi sözcüklerin, hatta kimi tümcelerin çizilmediğini, çizgilerin de en az üç ölçüye göre çekildiğini saptadı: ince, orta, kalın. Çizgiler arasındaki bu ayrım, ince çizgilerin hem açık hem koyu, orta kalınlıktaki çizgilerin ne açık ne koyu, kalın çizgilerin yerine göre yok denecek ölçüde açık, yerine göre sözcüğün okunmasını engelleyecek ölçüde koyu olması da işin içine girince, bayağı kafasını karıştırdı. Bu kurşunkalem izlerinin bir anlamı olsa gerekti, ama nasıl eklemleniyordu bu anlam? İncelik/kalınlık karşıtlığında mı, açıklık/koyuluk karşıtlığında mı, varlık/yokluk karşıtlığında mıydı, yoksa üç karşıtlık birlikte mi işliyordu? Hepsi tek bir okuma süresi içinde mi çizilmişti, birbirini izleyen okumalar sırasında mı? Çizgiler arasındaki bu ayrımların anlamla bir ilgisi var mıydı? Bilemiyordu, ama bu iş tuhaf bir biçimde çekiyordu onu, bir anlamda yazıların yorumu, en azından onlara ilişkin birer ipucuymuş gibi inceleyip duruyordu çizgileri. Nerdeyse gün ağarmak üzereyken, alt çenesini üst çenesinden koparacak kadar zorlu bir esnemenin ardından, geriye yaslanarak kitaptan kendine döndü: hem düşünsel bir konu üzerinde saatlerce durabildiği, hem birbiri ardından bunca soru üretebildiği için her şeye karşın belirli bir hoşnutluk duydu: bu da bir ilerleme sayılırdı. Yusuf Aksu kendisini bir sınavdan geçiriyordu belki, belki kafasını çalıştırma yolunda yeni bir yöntem denemekteydi. Ne olursa olsun, nerdeyse her satırını çizmiş olmasının açıkça gösterdiği gibi, beğenmese de çok değer verdiği bir kitabı alıp evine getirmesine izin verdiğine göre, kendisine hem güveniyor, hem de ingilizceyi iyi bilen bir adam olduğunu düşünüyor demekti. Derin bir soluk aldı. Kitabı çantasına koydu.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «ЛитРес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/pages/biblio_book/?art=69477511) на ЛитРес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.