Читать онлайн книгу «Tom Amcanın Kulübesi» автора Stowe Harriet

Tom Amca'nın Kulübesi
Stowe Beecher Harriet

Uncle Tom’s Cabin
, Harriet Beecher Stowe
© 2004, Can Sanat Yayınları Ltd. Şti.
Tüm hakları saklıdır. Tanıtım için yapılacak kısa alıntılar dışında yayıncının

yazılı izni olmaksızın hiçbir yolla çoğaltılamaz.

1. basım: 2004
3. basım: Ekim 2014, İstanbul
E-kitap 1. sürüm Ekim 2015, İstanbul
Ekim 2014 tarihli 3. basım esas alınarak hazırlanmıştır.

Kapak tasarımı: Utku Lomlu / Lom Tasarım (
www.lom.com.tr (http://www.lom.com.tr)
)
ISBN 978-975-07-2706-1

CAN SANAT YAYINLARI
YAPIM, DAĞITIM, TİCARET VE SANAYİ LTD. ŞTİ.
Hayriye Caddesi No: 2, 34430 Galatasaray, İstanbul
Telefon: (0212) 252 56 75 / 252 59 88 / 252 59 89 Faks: (0212) 252 72 33
www.canyayinlari.com (http://www.canyayinlari.com)
yayinevi@canyayinlari.com

H
ARRIET
B
EECHER
S
TOWE
TOM AMCA’NIN

KULÜBESİ

ROMAN

İngilizce aslından çeviren
Tülin Nutku




HARRIET BEECHER STOWE, 1811’de ABD’nin Connecticut eyaletinde doğdu. Dindar bir aileye sahip olan Stowe’un çocukluğu Hıristiyan kardeşlik ve yardımseverlik öğretilerini konu alan hikâyeler dinleyerek geçti. Babası Lane ilahiyat fakültesinin başına geçtikten sonra taşındıkları Cincinnati’de kölelikle ve köleliğin kaldırılmasını destekleyen hareketle tanıştı. Burada, ırkçı ayaklanmalara şahit oldu, firar eden kölelerin hikâyelerini dinledi ve Güney’den Kuzey’e kaçmak isteyen kölelere yardım etti. 1836’da evlenerek Bowdoin Üniversitesi’nde profesör olan kocasıyla birlikte Maine’e taşındı. Köleliği resmen tanıyan bir kanunun kabul edilmesinin ardından Tom Amca’nın Kulübesi’ni yazdı. Bu kitaptan sonra, neredeyse her yıl bir roman yazan Stowe, yine de maddi sıkıntıdan kurtulamadı. Küçük yaşlarda aldığı dinî eğitimin etkisiyle kadınların oy kullanma hakkı ve kölelilik gibi tartışmalı ahlaki konularda sesini yükseltmekten hiçbir zaman geri kalmadı. Diğer eserleri Dred (1856), The Minister’s Wooing (1859), Old Town Folks (1869), ve The Atlantic Monthly dergisinde yayınlanan The True Story of Lady Byron’s Life’dır (1869). Harriet Beecher Stowe 1896’da Hartford, Connecticut’ta öldü.

TÜLİN NUTKU, TED Koleji’ni bitirdikten sonra DTCF Arkeoloji ve Pedagoji bölümlerinden mezun oldu. Fakülte eğitimi sırasında Tiyatro Kürsüsü’ne devam etti. Tiyatro ve müziğe duyduğu tutku onu Timur Selçuk’tan ders almaya yöneltti. Uzun bir süre profesyonel müzisyen olarak çalıştı. 1980’den bu yana çeviri yapıyor.




1
Böylece okur, insanlığın bir bireyine

takdim ediliyor
Soğuk bir şubat akşamüstü geç saatlerde Kentucky’ nin P. kasabasında iki beyefendi önlerinde birer kadeh şarapla iyi döşenmiş bir yemek salonunda oturuyorlardı. Görünürde hizmetçi yoktu ve iki bey iskemleleri birbirine iyice yaklaştırmış, hararetle tartışıyorlardı.
Aslına bakarsanız başlarken uygun bir dil kullanmak amacıyla iki beyefendi deyip geçtik. Ancak dikkatle incelendiğinde biri, doğrusunu söylemek gerekirse pek de beyefendi tanımına uymuyordu. Kaba, bayağı yüz çizgileri ve daha iyi bir yer kapmak için çevresindekileri dirsekleyerek yükselmeye çalışan düşük düzeyli birinin tipik göstergesi olan o kasıntı tavrıyla kısa boylu, tıknaz bir adamdı. Bir sürü çiğ rengin alacasından oluşmuş yeleği, neşeyle sallanan sarı benekli mavi atkısı ve genel havasına pek uyan cafcaflı bir boyunbağıyla aşırı derecede süslü püslüydü. İri, kaba elleri yüzüklerle bezeliydi, köstekli saatinin ağır altın zincirine, konuşmanın coşkusuna kendini kaptırdığında, hazla savurup şakırdattığı bir deste rengârenk, aşırı büyüklükte mühür asılıydı. Temel dilbilgisi kurallarına bile boş vererek yaptığı konuşmasını, arada bir burada yineleyecek kadar alçalamayacağımız değişik küfürlerle süslüyordu.
Arkadaşı Mr. Shelby’deyse bir beyefendi havası seziliyordu. Evin düzeni, yaşam tarzına ilişkin hava kolay, varlıklı koşullara işaret ediyordu. Daha önce de belirttiğimiz gibi ikisi hararetli bir konuşmanın ortasındaydılar.
Mr. Shelby, “Bu konuyu böyle düzenlemem gerekiyordu,” dedi.
Beriki bir bardak şarabı gözüyle ışığın arasında tutarak, “Ben böyle ticaret yapamam, tek sözcükle bu olanaksız Mr. Shelby,” dedi.
“Önemli olan şu Haley, Tom çok özel biridir ve o parayı nerede olsa alır, aklı başında, dürüst ve yeteneklidir, çiftliğimi saat gibi tıkır tıkır işletiyor.”
Haley, “Yani tüm zenciler gibi dürüst demek istiyorsun,” diyerek kendine bir bardak konyak koydu.
“Hayır, gerçekten dürüst demek istiyorum. Tom iyi yürekli, aklı başında, duyarlı, dinine bağlı bir adamdır. Dört yıl önce bir dinî toplantıda birden dine bağlandı, bunda içtenlikli olduğuna gerçekten inanıyorum. O günden beri de –nem var, nem yok, para, ev, atlar konusunda– ona hep güvendim, istediği gibi girip çıkmasına izin verdim, her seferinde de her konuda güvenilir ve namuslu olduğunu gördüm.”
Haley abartılı bir içtenlikle elini sallayarak, “Bazıları dindar zencilerin olabileceğine inanmıyor Shelby,” dedi. “Ama ben inanıyorum. Bu yıl son kura için New Orleans’a götürdüğüm biri vardı, onun dua ettiğini duymak, dinî bir ayinde bulunmak gibi geliyordu insana, hem de sessiz sedasız, yumuşak başlıydı. Bana iyi para getirmişti, zorunlu nedenlerle satmak zorunda kalan birinden almıştım, satarken de altı yüz dolar fiyat koydum. Yani gerçekten içten gelen bir özellik olduğunda dinin bir zencide epey para eden bir şey olduğuna inanıyorum.”
“Eh, Tom’da bu özellik kimsede olmadığı kadar var,” diye öteki söze karıştı. “Biliyor musun, geçen sonbahar onu tek başına benim bir işimi halletmeye Cincinnati’ye gönderdim, eve beş yüz dolar getirdi. Ben de ona, ‘Tom,’ dedim, ‘sana güveniyorum çünkü sen gerçek bir Hıristiyansın, üçkâğıtçı olmadığını biliyorum.’ Tom geri döndü elbette, ben de zaten biliyordum döneceğini. Kulağıma bazı kendini bilmezlerin, ‘Tom neden Kanada’ya gitmiyorsun?’ dedikleri, onun da, ‘Ah, efendim bana güvendi, yapamam!’ diye karşılık verdiği çalındı. Tom’dan ayrıldığıma üzüldüğümü söylemeliyim. Onu borcun tümünü kapatmaya saymalısın Haley, zaten vicdanın olsa öyle yaparsın.”
“Eh, iş herkeste ne kadar vicdan bırakıyorsa benim de o kadar var, yani yemin etsem başım ağrımaz diyecek kadar,” dedi tüccar şaka yollu, sonra da, “eskiden olsaydı sırf bir arkadaşa yardım olsun diye yapardım bunu ama bu yıl işler çok tatsız,” diye sözünü bitirerek bardağına biraz daha konyak doldurdu. Tedirgin bir suskunluktan sonra, “Pekâlâ nasıl bir alışveriş düşünüyorsun Haley?” diye sordu Mr. Shelby.
“Şey… Tom’la birlikte ‘sepete atacağım’ bir kız ya da oğlan yok mu?”
“Hımm! Doğrusunu söylemek gerekirse gözden çıkarabileceğim biri yok, zaten satmak istememin nedeni elimin bu kadar darda olması. Elim ayağım olan insanlardan ayrılmayı hiç istemiyorum aslında.”
Konuşmanın tam da bu noktasında kapı açıldı, dört-beş yaşlarında melez bir erkek çocuk girdi içeri. Görünüşünde son derece alımlı ve insanı çeken bir şey vardı. Ham ibrişim kadar güzel siyah saçları parlak buklelerle yuvarlak, gamzeli yüzünü çevreliyor, yumuşak ama ateş gibi yanan iri, koyu renk gözleri sık, uzun kirpiklerinin altından çevresini merakla inceliyordu. Güzelliğinin esmerliğini ve etkileyiciliğini iyice ortaya çıkaran dikkatle dikilmiş, üstüne güzelce oturan iç açıcı kırmızı sarı kareli giysisi ve utangaçlıkla karışan o kendine güvenli havası efendisi tarafından fark edilmeye, aferin almaya yabancı olmadığını gösteriyordu.
Mr. Shelby ıslık çalarak, “Merhaba Jim Crow!” dedi ve bir salkım üzümü kaptığı gibi ona fırlattı.
“Tut bakalım, hadi!”
Çocuk küçük bedeninin tüm gücüyle ödülün peşinden koşarken efendisi gülüyordu.
“Gel buraya Jim Crow,” dedi. Çocuk geldi, efendi, kıvırcık başa aferin anlamında hafifçe vurup çenesini okşadı.
“Şimdi Jim, bu beye nasıl dans edip şarkı söylediğini göster.”
Çocuk duru, gür bir sesle zencilerin söylediği o yabansı, çekici bir ilkelliği olan şarkılardan söylemeye başladı, bir yandan da ellerinin, ayaklarının ve bedeninin bir sürü gülünesi hareketiyle müziğe tam bir zamanlamayla eşlik ediyordu.
Haley, “Bravo!” diyerek ona bir çeyrek portakal attı.
“Şimdi de romatizmalı yaşlı Cudjoe Amca gibi yürü Jim,” dedi efendisi.
Bir anda çocuğun esnek kol ve bacaklarının biçimi bozuldu, sırtı kamburlaşıverdi; elinde efendisinin bastonuyla odanın içinde topallayarak dolaşmaya başladı, çocuğun yüzü sıkıntıyla kırışmıştı, yaşlı bir adam gibi sağa sola tükürüyordu. İki beyefendi yüksek sesle kahkahalar attı.
“Şimdi de Jim,” dedi efendisi, “ihtiyar Elder Robbins’in nasıl ilahi okuduğunu göster.”
Çocuk tombul yüzünü biraz uzatıp ağırbaşlılıkla burnundan, pes perdeden bir ilahi koyverdi.
“Yaşa! Bravo! Ne çocuk ama!” dedi Haley. “Müthiş bir ufaklık bu.” Ansızın elini Mr. Shelby’nin omzuna vurdu. “Bak ne diyeceğim, şunu at ortaya, ben de işi bitireyim. Hadi canım, en doğru çözüm bu değilse nedir!”
O anda kapı usulca açıldı, yirmi beşlerinde genç bir melez kadın odaya girdi.
Çocuğun annesi olduğunu anlamak için bir bakış yeterliydi. Aynı uzun kirpikli iri, koyu renk, güzel gözler, aynı dalgalı ipeksi saçlar. Yabancı bir adamın, dosdoğru üzerine dikilen gözlerinde, gizlemediği bir hayranlık görünce, esmer tenli yanağının pembesi koyulaştı. Giysisi üstüne güzelce oturuyor, biçimli bedenini ortaya çıkarıyordu; iyi bir dişiyi bir bakışta ayırt etmekte usta olan tüccarın gözünden kaçmamıştı narin elleri, biçimli ayakları, ince bilekleri. Kadın duraksadı, ne diyeceğini bilemeyerek efendisine baktı.
“Eee, Eliza?”
“Harry’yi arıyordum efendim,” dediği anda çocuk bir sıçrayışta ona koştu, nazının geçtiğini gösterircesine kadının etekliğinin kıvrımları arasına sokuldu.
Mr. Shelby, “İyi ya, al götür öyleyse,” dediği anda da kadın, çocuğu kucağına alarak çabucak çekildi.
Tüccar hayranlıkla Mr. Shelby’ye dönerken, “Yumurtaya can veren Tanrı’m!” dedi. “Mal diye buna derim işte! New Orleans’ta böyle bir kadından her zaman servet kazanırsınız. Tırnağı etmeyecek dişilerin binden fazla ettiğini gördüm.”
Mr. Shelby kuru bir sesle, “Ben servetimi onunla yapmak istemiyorum,” dedi ve konuşmayı değiştirmek için bir şişe şarap açıp konuğuna ne düşündüğünü sordu.
“Mükemmel bayım, birinci kalite!” dedi tüccar, sonra da dönerek elini teklifsizce Mr. Shelby’nin omzuna vurdu.
“Ee, peki kızı nasıl satacaksınız? Ona ne fiyat vereceğim, siz ne isteyeceksiniz?”
“Mr. Haley, o satılık değil,” dedi Shelby. “Ağırlığınca altın verseniz karım ondan ayrılmaz.”
“Aman canım, kadınlar hep bu tür şeyler söyler, hesap bilmezler de ondan. Onlara ağırlığınca altının ne kadar kol saati, tüy tüs, incik boncuk alabileceğini söyleyin de bakın, bence böyle bir şey durumu değiştirir.”
“Bakın Haley, bunun sözünü bile etmeyelim; hayır diyorsam hayır demek istiyorumdur,” dedi Shelby kararlılıkla.
“Eh, öyleyse çocuğu alayım,” dedi tüccar, “onun için iyi bir ödeme yaparım.”
“O çocuğu ne yapacaksınız Tanrı aşkına?”
“Bu işe yeni giren bir arkadaşım var, yakışıklı çocukları bu pazarda satmak için yetiştirmek istiyor. Yalnızca çekici olanları alıp uşak falan olmaları için iyi para verebilecek zenginlere satacak. Şu sizin kocaman konaklarınıza uyar, kapıyı açacak, eğilip bekleyecek güzel bir oğlan. İyi para ederler, hele şu sizin küçük şeytan gibi hem komik hem de müziğe yatkın biri olursa… O çocuk bir harika.”
Mr. Shelby düşünceli bir tavırla, “Satmamayı yeğlerim,” dedi. Sonra da, “Sorun şu efendim, ben vicdan sahibi bir adamım, çocuğu annesinden ayırmaktan nefret ederim,” diye ekledi.
“Ya, öyle mi? Hımm, evet, o tür bir duygu yani. Çok iyi anlıyorum. Bazen kadınlarla başa çıkmak zorunda kalmak çok tatsız olabilir. Ben de hep o çığlıklardan, çırpınışlardan nefret etmişimdir. Müthiş can sıkıcı olabilirler ama ben bu işi yaptığıma göre bu tür şeylerden de kaçınabiliyorum. Şimdi, kadını bir günlüğüne ya da bir haftalığına uzaklaştırırsanız her şey sessiz sedasız olup biter, yani o eve gelmeden demek istiyorum. Karınızın çenesini kapatmak için de, ona bir küpe, yeni bir giysi ya da birkaç eşya meşya alıverirsiniz artık.”
“Ne yazık ki olmaz!”
“Pekâlâ da, olur! Bu yaratıklar beyazlar gibi değildir, her şeyi çabuk atlatırlar, yeter ki siz idare etmesini bilin.” Sonra da içten, sır verir bir tavır takınarak, “Derler ki, bu tür alışverişler duyguları nasırlaştırırmış ama ben hiç de öyle düşünmüyorum. Püf noktaları ne biliyor musunuz, ben işi başkaları gibi yürütmem. Kadınların kollarından çocuklarını çekip satanları gördüm, kadın da deli gibi çığlıklar atar elbet. İşte bu çok kötü bir politika, mala zarar verir, bazen hizmet bile edemeyecek kadar sağlıksızlaşırlar. Bir keresinde New Orleans’ta gerçekten çok güzel bir kız tanıdım, bu tür davranışlardan çok zarar görmüştü. Onu satın alan, çocuğunu istememiş, kadın da kanı tepesine çıkınca epey bir sorun yaratmıştı. Çocuğu sımsıkı kucaklayıp çok kötü şeyler söylemişti. Söylediklerini düşündükçe hâlâ kanım donar; çocuğu alıp kadını da hapsettiler, bir hafta sonra da öldü. Bu düpedüz ziyan efendim, yani bin doları ziyan etmek, doğru düzgün bir iş yapmasını beceremedikleri için… Benim deneyimlerim insancıldır efendim.”
Tüccar iskemlesinde arkasına yaslandı, dediğim dedik bir tavırla kollarını kavuşturdu, kendini oradaki en yetkili kişi gördüğüne hiç kuşku yoktu.
Konu beyefendinin çok ilgisini çekmiş olmalıydı, Mr. Shelby düşünceli bir tavırla portakal soyarken Haley biraz daha çekinerek ama gerçeğin gücü onu birkaç söz daha söylemeye itiyormuşçasına yeniden başladı:
“İnsanın kendini övmesi pek hoş kaçmıyor ama yalnızca gerçek olduğu için söylüyorum. İnanıyorum ki gelenlerin içinde en iyileri benim getirdiklerimdi, en azından bana söylenen buydu ve birinde neyse yüz olayda da aynıydı, hepsi de iyi durumda, tombul ve güzeldi. Herkes gibi ben de bir-iki fire verdim elbette. Ben bunu yönetim tarzıma bağlıyorum efendim ve insancıllık benim idareciliğimin doğasıdır diyorum.”
Ne diyeceğini bilemeyen Mr. Shelby, “Çok iyi,” dedi.
“Bu görüşlerim için bana güldüler, beni kenara çekip konuştular. Mallarım ucuz da sıradan da değildi ama ben onları destekledim, onlara güvendim, onlar da bende kaldıkları süre için ‘geçiş bedelini’ ödedi.”
Tüccar kendi şakasına kahkahayla güldü.
İnsanın bir yönünün böylesine açığa çıkışında öyle etkileyici ve değişik bir şey vardı ki, Mr. Shelby de gülmeden edemedi. Belki siz de gülüyorsunuzdur sevgili okur ama biliyorsunuz ki insancıllık çok değişik biçimlerde kendini gösteriyor, insanlarınsa yapacakları ve söyleyecekleri garipliklerin sonu yok.
Mr. Shelby’nin gülmesi tüccarı yüreklendirdi.
“Garip geliyor ama bunu insanların kafasına asla sokamadım. Natchez’deki eski ortağım Tom Loker akıllı bir adamdı ama zenciler söz konusu oldu mu, şeytana dönerdi, yani ilke söz konusu olduğunda demek istiyorum, karşısındaki ondan daha iyi bir herif bile olsa, ekmeğini asla bölüşmezdi; yani düzeni oydu efendim. Tom’a derdim ki, ‘Kızlar ağlarken neden bir de kafalarına vurup evire çevire dövüyorsun? Bu berbat bir şey, üstelik yararı da yok! Ağlamalarının bir zararı yok, zaten bu huydur, huy dediğin de böyle patlak vermezse başka türlü verir. Ayrıca Tom, bu senin kızlarının güzelliğini bozuyor, hastalanıyor, üzülüp kendilerini kötü hissediyorlar, çirkinleştikleri bile oluyor, özellikle daha açık tenliler… Tüm bunlar kötü, onları da bitiriyor. Neden gönüllerini alıp tatlı tatlı konuşmuyorsun? Önlerine atılıveren bir nebze sevecenlik senin itip kakmandan çok daha fazla iş görür, hem de daha çok para eder. Para etmeleri buna bağlı.’ Ama Tom’un bir türlü kafasına girmezdi, benimkilerden pek çoğunu öyle bozdu ki kafalı biri olmasına karşın ondan ayrılmak zorunda kaldım ve gördüğünüz gibi dürüstlükle işimi sürdürüyorum.”
Mr. Shelby, “Yani iş yönteminizi Tom Loker’ınkinden daha mı insaflı buluyorsunuz?” diye sordu.
“Ama elbette efendim, böyle diyebiliriz. Küçüklerin satılması gibi tatsız durumlarda biraz daha dikkatli olurum – kadınları ortalıktan azıcık uzaklaştırırım. Gözden ırak olan gönülden de ırak olurmuş, değil mi efendim? İş tertemiz görülüp artık yapılacak bir şey kalmadığında çaresiz alışırlar. Bunlar karılarıyla çocuklarını korumaları öğretilerek yetiştirilmiş beyazlar değil ki… Zenciler bu işler için yetiştirilmiştir, beklentileri beyazlarınkilere benzemez, bu nedenle de böylesi sorunlar kolayca çözülür.”
“Ne yazık ki benimkiler bu işler için yetiştirilmemiş öyleyse,” dedi Mr. Shelby.
“Olabilir. Siz Kentucky’liler zencilerinizi şımartırsınız. Onlara iyi davranmak istersiniz ama gerçek iyilik o değildir. Şimdi bakın, dünyanın dört bir yanında becerilmiş, itilip kakılmış sonra da Tom, Dick ya da Tanrı bilir kime satılmış bir zenciye ilke ve umut aşılamak iyilik değildir. O zaman itilip kakılmak ona çok daha zor gelecektir. İzninizle şunu da söyleyeceğim: Tarla işçisi zencilerinizin onlardan beklendiği gibi şarkı söyleyerek çalıştıkları bir yerde, sizin öbür zenciler kesilmiş ağaç gibi orta yerde kalakalır. Herkes doğal olarak kendi aklını beğenir Mr. Shelby; ben de zencileri tam onların layık olduğu biçimde yönettiğime inanıyorum.”
Mr. Shelby huysuz biri olduğunu gösterircesine hafif bir omuz silkişiyle, “İnsanın kendinden hoşnut olması mutluluk verici,” dedi.
Her birinin kendi durumunu değerlendirdiği bir suskunluktan sonra Haley, “Eee?” dedi. “Ne diyorsunuz?”
“Bu işi düşünüp karımla konuşacağım,” dedi Mr. Shelby. “Bu arada Haley, dediğiniz gibi işin sessiz sedasız yürümesini istiyorsanız, bu çevrede duyurmasanız iyi edersiniz. Erkekler duyarsa, öbürleri de duyar, o zaman da sessiz bir iş olmaktan çıkacağından hiç kuşkunuz olmasın.”
Adam kalkıp paltosunu giyerken, “Aa, elbette, ne demek, elbette ama bakın ne diyeceğim, müthiş acelem var, ne yapacağımı olabilecek en kısa sürede bilmek istiyorum,” dedi.
Mr. Shelby, “Bu akşam altıyla yedi arasında arayıp yanıtımı öğrenin,” dedi.
Tüccar eğildi ve çıkıp gitti. Kapı usulca kapanırken Shelby kendi kendine, “Şu herifi o arsız kendine güveniyle birlikte bir tekmede merdivenlerden atabilmeyi ne kadar isterdim ama üstünlüğün onda olduğunu biliyor. Biri çıkıp da Tom’u şu Güneyli rezil tüccarlardan birine satacağımı söyleseydi ona, ‘O köpek mi ki böyle bir şey yapayım?’ derdim. Şimdiyse görebildiğim kadarıyla başka çare yok. Eliza, hem de çocuğuyla birlikte! Karımla başımın epey ağrıyacağını biliyorum, hem bunun için hem de Tom için… Borcumu ödemek için çok büyük bir bedel, Aman Tanrı’m! Herif üstünlüğünü görünce bastırıyor,” diye söylendi.
Köleliğin belki de en ılımlı biçimi Kentucky’deydi. Daha Güney’deki iş mevsimlerinde görülen telaşla baskının yaşanmadığı Kentucky’de durmadan zenginleşen dingin doğa, zencileri daha sağlıklı ve akıllı kılıyordu. Bu arada hızlı kazanç umarsızla korumasızı karşı karşıya bırakmıyor, kırılgan insan doğasını hep ezip geçmiş olan katı yürekliliğe gerek bile kalmadan durmadan artan parası da efendiyi mutlu ediyordu.
Buradaki konakları ziyaret edenler, bazı hanımefendilerle beyefendilerin kölelerini iyi niyetle nasıl şımarttıklarını, onların da yürek sızlatan bağlılıklarını gördüklerinde ataerkil kurumun eski şiirsel efsanelerini düşleyebilirler ama bu sahnenin üstüne, tam tepesine uğursuz bir gölge tünemiştir.
Yasanın gölgesi. Yasa tüm bu çarpan yürekleri ve yaşayan duyguları efendinin malı, bir nesne gibi gördüğü sürece, iyi yürekli efendi iflas eder etmez (ya da ölür ölmez) korunan, yüz verilen bu yaşamların, umutsuz bir acıya ve ezaya dönüşmesi işten bile değildir. Yani, en iyi işleyen kölelik düzeninde bile bunu güzel ya da istenir kılmak olanaksızdır.
Mr. Shelby iyi huylu, orta kıratta bir adamdı. Çevresindekilere kendini pek yormayan bir hoşgörü gösterdiğinden konağındaki zencilerin rahatını bozacak bir aksaklık da olmamıştı. Ancak maddi durumu sıkışıp da gerekli önlemleri almayınca eli kolu bağlanmış, parasının büyük bölümünün geleceği Haley’in eline düşmüştü. Bu küçük bilgi önceki konuşmanın anahtarıdır.
Şimdi de Eliza’nın kapıya giderken duyabildiği kadarıyla bu köle tüccarı efendisine biri için teklifte bulunuyordu.
Kapıda durup dinlemesinin bir sakıncası yoktu ama tam o sırada hanımı çağırınca aceleyle uzaklaşması gerekmişti. Yine de o yabancı adamın oğlu için bir öneri yaptığını duyacak kadar zaman olmuştu, yanılmış olabilir miydi? Yüreği öyle hızlı atıyordu ki, şişmiş gibi geldi, elinde olmaksızın çocuğa öyle bir sarılış sarıldı ki, küçük oğulcuk başını kaldırıp ona şaşkınlıkla baktı.
Eliza su ibriğiyle sehpayı devirip hanımının istediği ipek giysi yerine uyurgezer gibi geceliği uzatınca Mrs. Shelby, “Eliza, kız neyin var bugün senin?” diye sordu.
“Ah hanımım, hanımım!” diye gözlerini kaldırarak bağırdı Eliza, ardından da gözyaşlarına boğulup bir iskemleye yığıldığı gibi hüngür hüngür ağlamaya başladı.
“Ne oldu Eliza çocuğum? Neyin var?”
“Ah hanımım, hanımım! Salonda bir tüccar var, beyefendiyle konuşuyor, onu duydum!”
“Ee, ne olmuş yani şaşkın çocuk? Varsa var…”
“Ah hanımım, efendi, Harry’mi satar mı sizce?” Zavallı kadın kendini koltuğa atmış, hıçkırıklarla çırpınıyordu.
“Satmak mı? Yok canım, aptal kızcağızım benim! Bilirsin ki senin efendin, o Güneyli tüccarlara hiç itibar etmez, ayrıca da doğru dürüst davrandıkları sürece hizmetçilerinin hiçbirini de satmaz. O adamın Harry’yi almak istediğini de nereden çıkarıyorsun şaşkın çocuk? Başkalarının dünyası da seninki gibi onun üstüne mi kurulu sanıyorsun sersem tavuk? Hadi şimdi neşelen de şu kopçalarımı ilikle. Sonra da saçımı geçen gün öğrendiğin gibi tepeme toplayıp örgü topuz yap, artık kapıları dinlemeyi de bırak.”
“Zaten hanımcığım siz öyle bir şeye izin vermezsiniz, değil mi?”
“Saçmalama çocuğum, elbette ki vermem! Neden bunu konuşuyoruz ki? Kendi çocuğunu satmak gibi bir şey bu… Yalnız, sen bu çocukla öylesine böbürleniyorsun ki, biri kapıdan burnunu uzatsa, onu almaya geldi sanıyorsun.”
Hanımının kesin tavrından rahatlayan Eliza, kendi korkularına gülerek çabucak el yatkınlığıyla onun tuvaletini bitirdi.
Mrs. Shelby hem kültürlü hem de ahlaklı bir kadındı. Kentucky’li kadınların düşüncelerinde sıkça rastlanabilen bu doğal yüce gönüllülük ve soyluluğu ahlaki ve dinî ilkelerle pekiştirmiş, güçlü, yetenekli ve pratik biri olmuştu. Hiç de dindar olmayan kocasıysa, karısının bu tam kıvamında tutarlılığına saygı duyup baş tacı etmek yerine ona karşı korku huşu karışımı bir duygu taşıyordu. Karısına hizmetçilerin rahatını, gelişimini ve eğitimini sağlayacağı koşulları o vermişti hiç kuşkusuz ama karar mekanizmasında yer almamıştı. Aslında azizlerin olağanüstü aşırı derecede iyi edimlerinin bir işe yaradığına pek inanmasa da karısının ikisine de yetecek kadar dindar ve iyiliksever olmasından hazzetmiyor da değildi hani. Ne de olsa kendisinde pek olmayan niteliklerin karısındaki bolluğu cennete girme konusunda biraz puslu da olsa bir umuttu.
Tüccarla konuşmasından sonra düşüncelerini kaplayan en ağır yük, tasarlanmış olan anlaşmayı karısına aktarırken karşılaşmak zorunda kalacağı usandırıcı direniş ve engellerdi.
Kocasının içinde bulunduğu zor durumundan tümüyle habersiz olan ve yalnızca onun iyi yürekli yanını bilen Mrs. Shelby, Eliza’nın kuşkuları karşısındaki inanmazlığında son derece içtendi. Bu meseleyi ikinci kez düşünmemiş bile, kendini akşam gidecekleri davete hazırlanmaya vermişti; Eliza’nın söyledikleri de uçup gitmişti kafasından.




2
Ana
Eliza, genç kızlığından beri hanımınca şımartılarak sevgi dokunuşlarıyla yetiştirilmişti. Güney’deki “satıcıların” da sık sık değindikleri gibi o seçkin eda, sesiyle hareketlerinin yumuşaklığı, zenci beyaz melezi kadınlara özel bir armağandı. Tüm bu doğal incelikler güzelliğin en göz kamaştırıcısıyla birleşir, melez kadınlarda o albenili, hoş, tatlı görünüm ortaya çıkardı.
Sizlere anlattığımız Eliza, bir hayal ürünü olmayıp Kentucky’de yıllar önce gördüğümüz haliyle anılarımızdan aktarılmıştır.
Hanımının koruyucu dikkati altında, güven içinde, bir kölenin güzelliğinin öldürücü yazgısı olan sapkınlıklara maruz kalmadan erginliğe erişmişti. Yan konakta yaşayan George Harris adındaki genç, yetenekli melez köleyle de evlenmişti.
Bu genç adamı, efendisi bir çuval bezi fabrikasında çalışması için kiralamış, el becerisi ve açıkyürekliliğiyle kısa sürede fabrikanın en sevileni olmuştu. Üstelik kenevir liflerini temizlemek için de bir makine icat etmişti ki, mucidin eğitimi ve koşulları dikkate alınırsa bu keşfin de en az makine dâhisi Whitney’in çırçır makinesi kadar mekanik deha gerektirdiği anlaşılır.
Yakışıklı bir adam olduğu kadar hoşa giden tavırları da vardı, sonuç olarak da fabrikada herkesin gözbebeği olmuştu. Yine de yasanın gözünde bir insan değil de, bir “nesne” olması bir yana, bu üstün nitelikler kaba saba, dar kafalı ve gaddar bir efendinin denetimine bağlıydı. Aynı zat, George’un icadı kulağına çalınınca bu akıllı “taşınır malın” ne yaptığını görmek için fabrikaya kadar uzandı. İşverence büyük heyecanla karşılandı ve bunca değerli bir kölesi olduğu için kutlandı.
Yapacakları dört gözle beklenen, ağzından çıkan her söze kulak verilen, tüm makinelerin onayından geçtiği George, öyle yürekli bir tavırla ve akıcılıkla konuşuyor, dimdik duruşuyla öyle yakışıklı, erkeksi görünüyordu ki, efendisi hafiften bir aşağılık duygusuyla tedirgin olmaya başladı. Her yanda dört dönüp, makineler icat edip, başını beyefendiler arasında dik tutmak bir kölenin neyineydi? Hemen buna bir son vermeliydi. Onu geri götürecek, çapanın başına koyacak, “Hadi bakalım, marifetini burada göster,” diyecekti. Ansızın George’un yevmiyesini alıp onu eve götüreceğini söylediğinde fabrikanın müdürü ve işle ilgili öbür kişiler çok şaşırdı.
Müdür, “Ama Mr. Harris,” dedi, “bu biraz ani olmadı mı?”
“Olmuşsa ne olmuş? Adam benim değil mi?”
“Kira bedelini artırmaya hazırız efendim.”
“Hiç yorulmayın efendim. Ben razı olmadan adamlarımdan hiçbirini kiralayamazsınız.”
“Ama efendim, bu işe çok uyum sağlamıştı.”
“Bana kalırsa hiçbir şeye ona vereceğim iş kadar uyum sağlamayacak. Bundan hiç kuşkum yok.”
“Ama şu makineyi icat ettiğini bir düşünsenize,” diye umutsuzca işçilerden biri araya girdi.
“Ha, evet! İşi kolaylaştıracak bir makineydi, değil mi? Bulmuştur, buna hiç kuşkum yok, bir zenciyi kendi haline bıraktın mı, tamam. Onların her biri iş kolaylaştırıcı birer makine değil mi zaten? Hayır, gidecek!”
George, karşı konulması olanaksız bir gücün yazgısı için verdiği son kararı dinleyen bir adam gibi olduğu yere çakılıp kalmıştı. Kollarını kavuşturup dudaklarını sıkmıştı ama göğsünde acı duygularla yanan bir volkanın ateşi damarlarında çağlıyordu. Kesik kesik soluk alıyor, iri, koyu renk gözleri canlı kömürler gibi parlıyordu; müdür koluna dokunup alçak sesle konuşmasaydı tehlikeli bir taşkınlık yapabilirdi.
“Şimdi bunu kabul et George, onunla git. Biz sana yardım etmeye çalışacağız,” diyordu.
Zalim adam, müdürün davranışını gördü ve söyleneni tahmin etti; tam olarak duyamadıysa da kurbanı üstündeki baskıyı azaltmama kararını içinden daha bir pekiştirdi.
George eve götürülmüş, çiftlikteki en pis angaryalar verilmişti. İçinden gelen saygısız her sözü bastırmayı başarmıştı ama kor gibi yanan gözleriyle kederli, eziyet çeken yüzü doğal dilin bastırılamayan, kesin göstergesiydi; duyguları o kadar açıktı ki, elinden hiçbir şey gelmiyordu.
Fabrikadaki mutlu işi sırasında karısını tanımış, evlenmişti. Müdürün çok güvendiği, sevdiği biri olarak o süreçte ağzı sıkı olmak kaydıyla istediği zaman gelip gitme özgürlüğü vardı.
Mrs. Shelby’nin biraz da kadınca bir kendini beğenmişlikle arabuluculuk yaptığı evlilik onaylanmış, en beğendiği güzeller güzeli kölesiyle kendi sınıfından ona çok uygun görünen birinin ellerini birleştirmekten hoşnut olmuş, sonuçta da Eliza’nın hanımının büyük salonunda evlenmişlerdi. Hanımı gelinin güzel saçlarını kendi elleriyle portakal çiçekleri takarak süslemiş, üstüne de daha açık renk bir başta pek de hoş durmayacak duvağı atmıştı; beyaz eldivenler, pasta ve şarap bile unutulmamıştı, bu arada konuklar gelinin güzelliğini, hanımının hoşgörüsüyle özgür düşünceli olmasını bol bol övmekten de geri kalmamıştı.
İlk iki yıl Eliza kocasını sık sık gördü, bu süre içinde iki bebeğini yitirmesi dışında mutluluklarını bozacak bir şey olmadı. O kadar büyük bir tutkuyla bir bebeği olsun istiyordu ki, yitirdiğinde acısı hanımından tatlı bir sitem işitecek kadar yoğun olmuş, hanımı ona doğasının verdiği tutku dolu duygularını akla ve dine yönlendirmesini önermişti.
Küçük Harry’nin doğuşundan sonraysa, genç kadın giderek yatışmış, daha olgunlaşmış, kanayan her bağ ve zonklayan her sinir düğümü, o küçük yaşamı sarıp sarmalamış, anlam ve sağlık kazanmıştı. Kocası iyi yürekli patronundan koparılıp yasal efendisinin demir yönetimi altına getirilinceye kadar mutlu bir kadın olmuştu. Sözüne sadık kalan fabrika müdürü, ortalığın yatıştığını umarak, George’un götürülüşünden bir-iki hafta sonra Mr. Harris’i ziyaret etmiş, onu yumuşatarak ikna etmek için her yolu denemişti.
“Daha fazla konuşmanıza gerek yok,” demişti Mr. Harris, Nuh deyip peygamber demeyen bir tavırla. Sonra da eklemişti:
“Ben işimi bilirim efendim.”
“İşinize karışmak gibi bir niyetim yok efendim. Yalnızca, önerilen koşullarda adamınızı bize vermek için belki bir kez daha düşünürsünüz diye tahmin ettim.”
“Konuyu gayet iyi kavradım. Onu aldığım gün, göz kırpıp fısıldadığınızı gördüm ama beni öyle kolay kolay alt edemezsiniz. Burası özgür bir ülke, adam da benim, onunla ne istersem yaparım, o kadar!”
Böylece George’un son umudu da suya düştü, artık önünde ağır, zahmetli işler ve kapana kısılmış bir yaşam vardı. En küçük bir tatsızlıkta ancak zalim bir yaratıcılığın tasarlayabileceği türden bir aşağılama altında her gün daha da acı çeken biri haline dönüşüyordu.
Acıma duyguları çok gelişmiş bir hukuk uzmanı bir gün şöyle demişti:
“Bir adama yapılacak en kötü davranışın onu asmak olduğunu düşünürsünüz. Hayır, başka bir davranış biçimi vardır ki, adam buna mahkûm edilirse EN KÖTÜSÜ başına gelmiş olur!”




3
Koca ve baba
Mrs. Shelby arabasına binmiş uzaklaşırken Eliza da verandada durmuş mahzun gözlerle arkasından bakıyordu. Biri omzuna elini koydu. Eliza döndü, güzel gözlerini bir gülümseme aydınlattı.
“George, sen misin? Nasıl da korkuttun beni! Neyse, geldiğine çok sevindim! Hanımım öğleden sonrayı dışarıda geçirecek, hadi gel küçük odama geçelim de biz bize olalım.”
Bunu söyler söylemez kocasını, hanımı çağırırsa duyabilsin diye her zaman dikişi elinde oturduğu verandaya açılan küçük, temiz bir daireye aldı.
“Öyle sevindim ki! Neden gülmüyorsun, bak Harry nasıl büyüyor.” Küçük oğlan annesinin eteğine yapışmış, bukleleri arasından utangaç bakışlarla babasına bakıyordu.
Eliza, “Ne kadar güzel değil mi?” diyerek buklelerini düzeltip onu öptü.
George acı bir tonla, “Keşke hiç doğmasaydı,” dedi. “Ben de keşke hiç doğmasaydım!”
Şaşıran ve korkan Eliza oturup başını kocasının omzuna yasladı ve gözyaşlarına boğuldu.
Adam sevecenlikle, “Yapma Eliza, seni üzmek beni perişan eder, zavallı kızcağızım! Her şey öyle kötü ki!.. Beni hiç görmemiş olmanı nasıl isterdim, bilsen, belki öyle mutlu olabilirdin!” dedi.
“George! George! Bunu nasıl söylersin? Bunca korkunç ne oldu ya da olacak ki? Son zamanlara kadar seninle çok mutlu olduk.”
“Öyle cancağızım,” dedi George. Sonra da oğlunu dizlerine çekerek onun muhteşem kara gözlerine kararlı bir tavırla baktı. Elini buklelerinin arasından geçirerek, “Aynı sen, Eliza,” dedi. “Bugüne kadar gördüğüm ve görmek isteyebileceğim en güzel kadınsın ama ahh! Keşke ne sen beni görseydin ne de ben seni!”
“Aa, George nasıl söylersin bunu!”
“Öyle Eliza, hep acı, eziyet, ıstırap! Hayatım pelin otu gibi acı, yaşam özü içimde tükeniyor. Ben garip, sefil, umutsuz bir ağır ve pis işler amelesiyim, yalnızca seni aşağılara sürükleyebilirim, o kadar. Bir şey yapmaya, bir şey bilmeye, bir şey olmaya çalışmamızın anlamı ne? Yaşamanın ne yararı var? Keşke ölmüş olsaydım!”
“Aa ama George, böyle söylemek gerçekten çok kötü! Fabrikadaki işini kaybettiğin için neler hissettiğini biliyorum, sert de bir efendin var ama dua et, sabırlı ol, kim bilir belki…”
Adam onun sözünü keserek, “Sabırlı mı!” dedi. “Sabırlı olmadım mı ben? Herkesin bana iyi davrandığı bir noktaya yükselip de sudan bir nedenle adamın beni alıp götürmesine tek söz ettim mi? Kazancımın her sentini veriyordum ona, herkes de iyi çalıştığımı söylüyordu.”
“Eh, gerçekten korkunç bir şey bu,” dedi Eliza, “ama ne de olsa o senin efendindir, biliyorsun.”
“Efendim! Kim onu benim efendim yaptı? Benim düşündüğüm bu. Benim üstümde nasıl hak sahibi olabilir? Ben de onun kadar insanım. Ondan daha da iyi bir insanım. İşi ondan iyi biliyorum, ondan daha iyi bir yöneticiyim, ondan daha iyi okurum, elyazım onunkinden güzel ve bunların hepsini kendi kendime öğrendim, bu konuda ona teşekkür borcum yok, ona karşın öğrendim, peki şimdi nasıl oluyor da onun beni yük beygiri yapma hakkı doğuyor? Beni yaptığından daha iyi yaptığım bir işten alıp da herhangi bir beygirin yapabileceği bir işe koşma hakkını kim veriyor? Yapmaya çalıştığı bu, beni çökerteceğini, burnumu sürteceğini söylüyor, tutup özellikle en zor, en kötü, en pis işe mahkûm ediyor!”
“Ah, George! George! Beni korkutuyorsun! Hiç böyle konuştuğunu duymamıştım; kötü bir şey yapacağından korkuyorum. Senin duygularından asla kuşku duymam ama ne olur dikkatli ol, benim hatırım için, Harry’ nin hatırı için çok dikkatli ol!”
“Dikkatli de oldum, sabırlı da ama her şey gitgide daha kötüye gidiyor, artık bu etle can taşıyamıyor bunu, bana hakaret ve işkence etmek için hiçbir fırsatı kaçırmıyor. İşimi iyi yapıp dilimi tutayım, iş saatleri dışında da okuyup bir şeyler daha öğreneyim demiştim ama bunu gördükçe daha çok yükleniyor. Ağzımı bile açmamama karşın, içimdeki şeytanı gördüğünü söylüyor, onu dışarı çıkarmayı kafasına koymuşmuş, bugünlerde hiç hoşuna gitmeyecek bir şekilde dışarı çıkmazsa ben de bir şey bilmiyorum.”
Eliza kederli bir sesle, “Aman Tanrı’m, ne yapacağız?” dedi.
“Daha dün arabaya taş yüklerken atın hemen yanında duran Efendi Tom kamçısını öyle bir şaklattı ki, hayvancağız ürktü. En hoş tavrımı takınıp ona yapmamasını söyledim ama o devam etti. Yine yalvarınca dönüp beni kırbaçlamaya başladı. Elini tuttum, o da bağırıp tekme attı, sonra da babasına koşup onunla dövüşmeye kalktığımı söyledi. O da öfkeyle geldi, bana kimin efendi olduğunu öğreteceğini söyledi; sonra beni bir ağaca bağladı ve ağaçtan dallar kesip genç efendiyi çağırdı, beni yoruluncaya kadar kırbaçlayabileceğini söyledi, o da bunu ikiletmedi! Bir gün ona bunu anımsatmazsam, ne olayım!”
Genç adamın alnının rengi koyulaştı, gözleri genç karısını titreten bir ifadeyle kor gibi parlamaya başladı.
“Bu adamı benim efendim yapan kim? Bilmek istediğim bu!”
Eliza acı dolu bir sesle, “Eh,” dedi, “ben hep efendimle hanımıma boyun eğmezsem iyi bir Hıristiyan olamayacağımı düşünmüşümdür.”
“Bunda gene biraz mantık var; seni evlat edinir gibi almışlar, yedirip içirip giydirmiş, hoşgörü göstermişler, iyi bir eğitimin olmuş, bazı şeyler istemekte haklılar ama ben, tekmelenmiş, tokatlanmış, sövülmüşüm, en iyi durumda bir başıma bırakılmışım, öyleyse borcum ne? Ben borcumun yüz katını ödedim. Katlanmayacağım! Hayır, katlanmayacağım işte!” Kaşlarını çatmış, yumruğunu sıkmıştı.
Eliza titreyerek suskun kalakaldı. Kocasını daha önce hiç böylesine ateşli ve öfkeli görmemişti. Ilımlı ahlaki değerleri böylesi bir sivri duygu seli karşısında kamışlar gibi eğilip bükülüyordu.
“Bana verdiğin şu zavallı Carlo var ya,” diye konuşmasını sürdürdü George, “benim kadar rahatı yerindeydi. Geceleri benimle uyuyor, gündüzleri peşimden ayrılmıyor, ne hissettiğimi anlıyormuş gibi bakıyordu yüzüme. Derken, geçenlerde mutfak kapısının oradan topladığım kırıntılarla karnını doyururken efendi geldi, onun parasıyla beslediğimi, bir zenci parçasının bir de köpeğine para yetiştiremeyeceğini söyledi, boynuna bir taş bağlayıp göle atmamı emretti.”
“Ayy, George, yapmadın ya?”
“Ben mi? Hayır ama o yaptı. Efendi ile Tom boğulan hayvanı taşa tuttular. Zavallıcık. Bana öyle acı dolu gözlerle baktı ki, neden kurtarmadığımı sorar gibiydi. Köpeği boğan ben olmadığım için üstüne bir de dayak yedim. Vız gelir. Efendi bir gün benim, kamçıyla yola gelenlerden olmadığımı anlayacak. Kendini kollamazsa benim de sıram gelecek.”
“Ne yapacaksın? Ah George, Tanrı’ya inancın varsa, kötü bir şey yapma sakın, iyi davranmaya çalış, O seni korur.”
“Ben senin gibi bir Hıristiyan değilim Eliza, benim yüreğim acı dolu, Tanrı’ya güvenemiyorum. Neden bunlara izin veriyor?”
“Ah, George inancımız olmalı. Hanımım diyor ki, her şeyin en kötü gittiği zamanlarda bile Tanrı’nın en iyisini yaptığına inanmalıymışız.”
“Kanepelerine kurulan, arabalarında gezen insanlar için bunu söylemek kolay, onlar benim yerime geçsin de görelim, nasıl zor gelir, görürüz o zaman. İyi biri olabilmeyi ben de istiyorum ama yüreğim yanıyor, hiç uzlaşacak gibi de değilim. Sen de benim yerimde olsan uzlaşamazdın, her şeyi anlatacak olsam, şimdi bile yapamazsın bunu. Daha her şeyi bilmiyorsun!”
“Daha ne olabilir ki?”
“Efendi evlenip gitmeme izin verdiği için aptalca davrandığını, gururlu oldukları, başlarını efendinin önünde bile eğmedikleri için Mr. Shelby’yle ailesinden nefret ettiğini, benim de sizlerden gururlu olmayı öğrendiğimi, artık buraya gelmeme izin vermeyeceğini, bana bir karı bulup beni onun evinde oturtacağını söyleyip duruyor. Önceleri beni azarlarken de bu tür bir şeyler geveleyip duruyordu ama dün Nina’yı alıp bir kulübede oturmamı, yoksa beni nehrin aşağısında bir yerlere satacağını söyledi.”
“Ama bizim seninle resmî nikâhımız var, aynı beyazmışsın gibi!” dedi Eliza sadelikle.
“Bir kölenin evlenemeyeceğini bilmiyor musun sen? Ülkede böyle bir yasa yok, bizi ayırmaya karar verirse seni karım olarak elimde tutamam ki! O yüzden keşke görmeseydim, keşke doğmasaydım, dedim, ikimiz için de daha iyi olurdu, zavallı çocuk için de hiç doğmaması daha iyiydi. Tüm bunlar ona da olabilir!”
“Ama benim efendim çok iyi yürekli!”
“Tamam da, belli mi olur? Mr. Shelby ölebilir ya da çocuk kimsenin tanımadığı birine satılabilir. Yakışıklı, akıllı, yetenekli olmasının ne yararı var? Bak, sana bir şey söyleyeyim mi Eliza, çocuğunun sahip olduğu her iyi ve hoş şey için bir kılıç ruhunu delecek çünkü bunlar onu senin alıkoyamayacağın kadar değerli kılacak!”
Sözcükler Eliza’nın yüreğine olanca ağırlığıyla tokat gibi indi; tüccar gözünün önüne geldi, biri ölümcül bir darbe indirmiş gibi beti benzi attı ve soluğu tıkandı. Endişeli bakışlarla bu ağır konuşmadan sıkılıp verandaya çıkmış, Mr. Shelby’nin bastonunu at yapmış, zafer kazanmışçasına bir aşağı bir yukarı koşan çocuğa baktı. Kocasına kaygılarını anlatmalıydı ama sonra kendini tuttu.
“Yoo, zavallıcığın zaten derdi başından aşkın,” diye düşündü. “Hayır söylemeyeceğim ona, hem doğru olmaz ki! Hanımım bizi aldatmaz.”
“Eh Eliza, kızcağızım,” dedi kocası acı dolu bir sesle, “şimdi dayanman ve vedalaşman gerekiyor, ben gidiyorum.”
“George George! Nereye gidiyorsun?”
“Kanada’ya.” Kendini toparlamaya çalışıyordu. “Oraya vardığımda seni satın alacağım, bize kalan tek umut bu. Senin iyi yürekli bir efendin var, satmayı reddetmez. Seni ve oğlanı satın alacağım, Tanrı’nın yardımıyla yapacağım bunu!”
“Ne korkunç! Ya yakalanırsan?”
“Yakalanmayacağım Eliza. Yakalanmaktansa ölürüm! Ya özgür olacağım ya da öleceğim!”
“Kendini öldürmeyeceksin değil mi?”
“Ona gerek yok. Nasılsa beni hemen öldürürler, asla nehri canlı geçmeme izin vermezler.”
“Ah, George, hatırım için, n’olur dikkatli ol! Kötü bir şey yapma, ne kendinin ne de başkasının aleyhine bir şey yap! Çok… kafaya takmışsın ama yapma… yani gitmen gerekiyorsa git ama dikkatli ol, akıllı davran ve Tanrı’ya sana yardım etmesi için dua et.”
“Öyleyse Eliza şimdi planımı dinle bakalım. Efendi aklına esip birkaç kilometre geride oturan Mr. Symmes için elime bir not tutuşturup beni buralara gönderdi. Sana gelip olanları anlatacağımı düşünmüş olmalı. Sana ya da sizlere anlatacaklarım onun adlandırdığı gibi ‘Shelby’ninkileri’ sinirlendirecek, o da bundan zevk duyacaktı. Eve işimi yapmış gibi döneceğim. Yapmam gereken hazırlıklar var, bana yardım edecekler de var, bir-iki haftaya kadar kayıplara karışacağım. Benim için dua et Eliza, yüce Tanrı seni belki duyar.”
“Kendin için dua et George ve ona inanmaya devam et, o zaman kötü bir şey yapamazsın.”
George, “Eh, hadi öyleyse, hoşça kal,” diyerek Eliza’ nın ellerini tutup öylece durarak gözlerinin içine baktı. Suskun durdular, sonra son sözcükler, son hıçkırıklar, ardından da acı dolu ağlayışlar geldi. Bu ayrılış bir örümcek ağına takılanların ayrılışına benziyordu… Ve karıkoca ayrıldılar.




4
Tom Amca’nın kulübesinde

bir akşam
Tom Amca’nın kulübesi, zenci adamın deyişiyle “tipinin en kusursuz örneği” olan efendisinin “ev”ine bitişik, kütüklerden yapılma küçük bir kulübeydi. Önünde özenle bakılan, her yaz çileklerin, ahududuların, meyve ve sebzelerin fışkırdığı tertemiz bir bahçeciği vardı. Evin önünü koskoca kızıl bir begonya kaplamıştı, bir de kaba saba odunları dantel örgü gibi sarıp sarmalayarak gözden saklayan bir yediveren gülü vardı.
Ayrıca mevsimlik açan parlak renkli petunyalar, kadife çiçekleri ve akşamsefalarının her biri güzelliğini gösterecek bir köşe bulmuştu, bunların tümü de Chloe Teyze’nin gururu ve hazzıydı.
Şimdi içeri girelim. Evde akşam yemeği bitmiş, başaşçı olarak hazırlıkları yöneten Chloe Teyze sofrayı toplama ve bulaşıkları yıkama işini mutfaktaki astlarına bırakarak ihtiyarcığının akşam yemeğini kotarmak üzere en rahat ettiği yere çekilmişti. Ateşin başında bir yandan tavanın içinde cızırdayan bir şeyleri hevesle karıştırıyor, bir yandan da ölüm kalım öneminde bir iş yaparcasına dikkatle, saçtığı güzel kokularla içinde “iyi bir şey” olduğu izlenimini veren tencerenin kapağını kaldırıyordu. Chloe Teyze’nin yuvarlak, kara, ışıl ışıl yüzü öyle parlaktı ki, çay peksimetlerine koyduğu yumurta akıyla yıkayıvermiş gibi geliyordu insana. Tombul yüzü, güzelce kolalanmış başörtüsünün altında doyum ve hoşnutlukla hafifçe gülümsüyordu, itiraf etmeliyiz ki bu gülümsemede bir nebze de olsa, ünü dünyayı sarmış, üstelik de bu ünün doğruluğu onaylanmış bir aşçı olmasının sorumluluğu da vardı.
Aşçılığı da aşçılıktı hani, hem de iliğine, kemiğine kadar…
Avluda onun yaklaştığını görüp de vahim bir olayın eşiğinde olduğunu sezmeyen tek bir piliç, hindi ya da ördek yoktu, Chloe Teyze sonlarının gelmesi demekti.
Pişirmeden önce kanadını kırıp bağlasam mı, doldursam mı, yoksa kızartsam mı diye neredeyse istiareye yatar, her türlü kümes yaratığına dehşet saçardı.
Mısır ekmeği, her türlü yöresel hamur işi, minik pandispanyalar, şıpınişi yaratılan tatlar ve sayılamayacak kadar çeşitli türler bu işi daha az bilenler için tam bir sırdı. Bulunduğu noktaya erişmek isteyenlerin semeresiz çabalarını anlatırken şişman kalçalarını haklı bir gurur ve keyifle sallardı.
Eve konuk çağrılıp da ikindi ya da akşam mönülerinin “usulünce” hazırlanması tüm gücünü uyandırırdı, yeni çabalar ve zaferler müjdelediği için hiçbir şey ona verandada yığılı seyahat sandıkları kadar çekici gelmezdi.
Şu anda da Chloe Teyze gözlerini tavaya dikmiş durumda… Bizse kulübenin resmini çizmeyi tamamlayıncaya kadar onu, tam ona göre biçilmiş kaftan olan bu işle baş başa bırakacağız.
Bir köşede kar beyazı örtüsüyle derli toplu bir yatak vardı, yanında pek büyük olmayan bir halı yayılıydı. Yaşamın önemli kararları için Chloe Teyze bu halının üstünde dikilirdi, halıyla yatağın olduğu o köşenin yaşamında özel bir yeri vardı, bugüne kadar da elden geldiğince küçüklerin bu kutsal yeri karıştırmaları, buraya saygısızlık etmeleri önlenmişti.
Aslında, orası evin oturma odasıydı. Öbür köşedeyse yalnızca amacına uygun çok daha kendi halinde bir yatak vardı. Şöminenin üstündeki duvar çok parlak İncil sahneleriyle süslenmişti, bir de General Washington portresi asılmıştı. Portre öyle bir biçimde çizilip boyanmıştı ki, o kahraman adam neye benzediğine şöyle bir göz atsa, şaşar kalırdı.
Köşedeki kaba saba tahta sırada parlak kara gözleri, tombul parlak yanaklarıyla birkaç kıvırcık saçlı çocuk, bir bebeğin ilk yürüme çabalarını denetlemekteydiler, çocuğun ayağa kalkıp bir an dengelendikten sonra yere yuvarlanmasıyla son bulan her başarılı düşüş, karar verilerek yapılmış zekice bir şeymişçesine çılgın bir neşeyle karşılanıyordu.
Bacakları romatizmalı bir masa, ateşin önüne çekilmiş, bir örtü örtülmüş, üstüne de parlak desenli fincanlarla tabaklar ve yaklaşan bir yemeği gösteren öteberi konulmuştu. Bu masada Mr. Shelby’nin sağ kolu Tom Amca otururdu, öykümüzün kahramanı olduğu için okurlarımıza fotoğrafını gümüş levha üstüne çekeceğiz. İriyarı, geniş göğüslü, tepeden tırnağa pırıl pırıl kapkara parlayan, güçlü kuvvetli bir adamdı, Afrikalı çizgilerin ciddi ve güvenilir bir anlamla birleştiği yüzünde iyi yüreklilikle hayırseverlik okunuyordu. Halinde tavrında kendine saygı ve vakar vardı. Ancak bunlar insana güven veren alçakgönüllü bir sadelikle karışmıştı.
Şu anda cin gibi zeki, on üçünde ve eğitmenlik sorumluluğunun bilincinde olan genç Efendi George’un gözetimi altında büyük bir dikkatle ağır ağır yazmaya uğraştığı mektuplar için oturduğu taş tahtanın başında çok meşgul görünüyordu.
Tom Amca g’nin kuyruğunu işgüzarlık yapıp yanlış yana uzatınca çocuk sert, uyanık bir tavırla, “Öyle değil Tom Amca, öyle değil,” dedi. “Öyle yapınca q oldu baksana.”
Genç öğretmeni onun öğrenmesi için q’larla g’leri bininci kez tam bir başarıyla yazarken Tom Amca hayranlık ve saygıyla, “Tanrı’nın sevgili kulusunuz, değil mi?” dedi, sonra kalemi iri, hantal parmaklarıyla kavrayarak sabırla yeniden yazmaya koyuldu.
Chloe Teyze çatalına taktığı pastırma dilimiyle alçak kenarlı demir tavayı yağlarken bir an durup genç Efendi George’a gururla baktı, “Beyazlar böyle şeyleri amma da kolay beceriyor,” diye söylendi. “Nasıl da yazıyor, hele okuması! Sonra da akşamları gelip derslerini bize öğretiyor, amma da garip!”
“Ama Chloe Teyze, ben çok acıktım,” dedi George. “Şu senin tava kekin olmadı mı daha?”
“Olmak üzere Efendi George,” dedi Chloe Teyze ve kapağı kaldırıp altına bir göz attı.
“Güzel, kahverengileşiyor, tam tatlı kahverengi olmuş. Ah, işte bu tam benim işim! Geçen gün hanımım, Sally’nin kek yapmasına izin verdi, azıcık öğrensin diye. Ben de, ‘Aman bırakın hanımım, o güzel malzemelerin böyle ziyan olduğunu görmeye acıyorum,’ dedim. Kekin yalnızca bir yanı kabardı, ne biçim var ne bir şey, pabucum gibi oldu, amaan git hadi!”
Sally’nin acemiliğini küçümseyen bu son cümleyle Chloe Teyze kabın üstündeki kapağı bir hamlede kaldırıverdi ve hiçbir pastacının yüzünü kızartmayacak görünümüyle, güzelce kabarmış bir kek ortaya çıktı. Bu eğlencenin en önemli noktası olduğu için Chloe Teyze şef denetleyici olarak telaşla sağa sola koşuşturmaya başladı.
“Hey Rose ile Pete, ortadan çekilin bakayım zenciler sizi! Sen de çekil Polly canım, annesi bebeciğine sonra bi’şeyler verecek. Şimdi Efendi George, şu kitapları bir kenara çekin de ihtiyarcığımla yerleşin bakalım, ben de sosislerle gözlemeleri sıcak sıcak bi’ dakkada tabağınıza koyuvereyim.”
“Akşam yemeğine eve dönmemi söylediler,” dedi George, “ama ben buradakilerin bırakılmayacak kadar güzel olduğunu biliyordum Chloe Teyze.”
“Elbette bileceksin, elbette bileceksin cancağızım,” dedi Chloe Teyze, bir yandan da dumanı tüten gözlemeleri George’un tabağına tepeleme yığıyordu.
“İhtiyar teyzeciğin en iyisini sana saklar bilirsin. Bunu sen bilmeyeceksin de kim bilecek? Hadi oradan!”
Bunu söylerken parmağıyla George’u şakacıktan dürttü, sonra olanca canlılığıyla yine tavasının başına döndü.
Tava “bakanlığının” işleri biraz durulunca, Efendi George, “Şimdi sıra kekte,” diyerek koca bir bıçağı kesmek üzere uzattı.
Chloe Teyze çabucak kolundan yakalayarak, “Tanrı sizi korusun Efendi George!” dedi. “O kocaman ağır bıçakla kesmeyeceksiniz ya! Söner, o güzelim kabarıklığı bozulur. Alın, bu daha ince bir bıçaktır, bu tür işler için hep bilerim. Şööyle… Bakın nasıl tüy gibi bölünüyor! Şimdi yiyin bakalım. Daha lezizini bulamazsınız.”
George ağzı dolu, “Tom Lincon’un dediğine göre, Jinny senden daha iyi aşçıymış.”
Chloe Teyze kibirli bir tavırla, “Tom Lincon’un ne söylediği hiç önemli değil. Yani bizimkilerin yanında demek istiyorum. Jinny daha sıradan işlerde eli yüzü düzgün şeyler çıkarabilir ortaya belki ama şık bir şey dedin mi, eli ayağı birbirine karışır. Şimdi bırakın Efendi Lincon’u bir yana Efendi Shelby! Güzel Tanrı’m! Gelelim Hanım Lincon’a… Benim hanımım gibi odaya süzülerek girebilir mi, nasıl harika bir yürüyüşü vardır, bilirsiniz! Amaan, git işine! Şu Lincon’lardan söz etmeyin bana!”
Chloe Teyze kafasını dünya çapında bir sır biliyormuşçasına salladı.
“İyi de… ben senin de, Jinny’nin oldukça iyi bir aşçı olduğunu söylediğini duymuştum,” dedi George.
“Söyledim. Onu söyleyebilirim. İyi, sade, sıradan yemekleri, Jinny yapar. İyi bir mısır ekmeği, mısır unundan kusursuz bir kek yapmayı beceremez ama. Tanrı bilir ya, leziz, alengirli bir şey gerekirse, ne yapabilir ki? Elbet o da kek yapıyor ama dışı nasıl oluyor? Senin sevdiğin gibi o ağızda eriyen kabarıklığı verebilir mi? Miss Mary evlenirken gitmiştim oraya, Jinny de düğün pastasını göstermişti. Jinny’yle iyi arkadaşızdır, biliyor musunuz? O pasta için ‘hadi git işine’den başka hiçbir şey söylemedim Efendi George! Ben pasta diye öyle bir yığın yapsaydım, bir hafta gözüme uyku girmezdi. Ona pasta bile denmezdi ya, neyse!”
“Herhalde Jinny onu beğendi,” dedi George.
“Öyle olmalı! Değil mi ya? Orada tüm aklı ermezliğiyle yaptığını onlara yediriyor, ortada işte, Jinny bilmiyor. Ailede iş yok ki! Ondan böyle bir şeyi bilmesi beklenemez! Bu onun suçu değil. Ah, Efendi George, ailenizin size sağladığı ayrıcalıkların yarısının bile farkında değilsiniz!” Bu noktada Chloe Teyze duygulanarak gözlerini yuvalarında şöyle bir çevirip içini çekti.
“Bundan hiç kuşkum yok Chloe Teyze, tüm pasta ve muhallebi ayrıcalıklarımın farkındayım. Her görüşümde övünüp övünmediğimi Tom Lincon’a sor bakalım.”
Chloe Teyze iskemlesine oturdu ve genç efendinin bu nüktesine yürekten gelen ağız dolusu kahkahalarla gülmeye başladı, parlak, kara yanaklarından aşağı yaşlar süzülünceye kadar da güldü, arada bir şaka yollu “Efendi Georgey”ye dirsek vurup şaplak atarak duruma neşe katıyordu, ona işine gitmesini, amma da garip bir tip olduğunu, Chloe Teyzesi’ni neredeyse öldüreceğini söylüyor, bu kanlı öngörüler arasında yine her biri öncekinden daha güçlü kahkahalara boğuluyordu, öyle ki sonunda George bile aman vermez bir şakacı olduğunu düşünmeye başladı, artık konuşurken elinden geldiğince komik olma konusunda dikkatli olacaktı.
“Siz de sonra Tom’a öyle dediniz demek? Hey Tanrı’m! Ne gençler yaratıyorsun! Tom’a övündünüz demek? Hey Tanrı’m! Efendi George siz bir böceği bile güldürürsünüz.”
“Evet,” dedi George, “ona dedim ki, Chloe Teyze’nin pastalarını bir görmelisin, tam ağzına layık.”
Tom’un bilgisiz durumundan yardımsever yüreği etkilenmiş olan Chloe Teyze, “Yazık Tom göremedi bunları,” dedi. “Bugünlerde onu yemeğe davet etmelisiniz Efendi George,” diye ekledi. “Size o yakışır. Biliyorsunuz, ayrıcalıklarınız yüzünden kendinizi kimsenin üstünde hissetmemelisiniz, ayrıcalıklarımız ödüllerimizdir, bunu hep anımsamalıyız,” dedi Chloe Teyze. Son derece ciddi görünüyordu.
“Eh, önümüzdeki hafta Tom’u davet ederim,” dedi George. “Sen şöyle bir döktür bakalım da Chloe Teyze o da bakakalsın. On beş gün acıkmayacak kadar yedirmez miyiz şimdi onu biz?”
“Evet, evet, kesinlikle,” dedi Chloe Teyze. Hoşuna gitmişti. “Göreceksin. Tanrı’m! Bazı akşam yemeği davetlerimizi düşünüyorum da… General Knox’a yemek verdiğimizde yaptığım o tavuklu böreği anımsıyor musun? Kıtır kabuğu yüzünden hanımımla neredeyse tartışıyorduk. Bazen hanımlara neler oluyor hiç anlamıyorum ama, birimizin sırtında en ağır sorumluluk yükü varken en olmayacak şeyi önemserler, bir de üstelik çoluk çocukla birlikte ayak altında dolaşıp her şeye karışırlar. Hanım şunu şöyle yap, bunu böyle yap der, sonunda benim de sabrım taşar, tutup ona derim ki: ‘Bakın hanımım, bir şu üstünde çiy parlayan zambaklar gibi yüzükler ışıldayan uzun parmaklı güzelim beyaz ellerinize, bir de benim kocaman kara, kütük gibi ellerime bakın. Şimdi, Tanrı benim börek yapmamı, sizin de salonda oturmanızı istemiş olmalı, öyle değil mi?’ Ben çok sabırsızım Efendi George.”
“Ee, annem ne der buna?”
“Demek mi? Gözlerinin, o kocaman gözlerinin içi güler, ‘Eh, Chloe Teyze sanırım doğru söylüyorsun,’ deyip salona geçer. Bu kadar sabırsız olduğum için kafamı yarması gerekir ama o böyledir işte! Yani ben mutfakta hanımlarla yapamam!”
“O yemekte harikalar yaratmıştın,” dedi George. “Herkesin de aynı şeyi söylediğini anımsıyorum.”
“Ya, öyle değil mi? O gün yemek odasının kapısının arkasında olmadığımı mı sanıyorsun? Generalin tabağını böğürtlen tatlısıyla üç kez doldurduğunu görmediğimi mi sanıyorsun? Bir de, ‘Bulunmaz bir aşçınız var Mrs. Shelby,’ demişti. Tanrı’m! Sevincimden çatlayacaktım neredeyse!”
Chloe Teyze gururla, “General yemekten anlıyor,” dedi. “General çok hoş bir adam. Eski Virginia’nın en köklü ailelerinin birinden geliyor! Neyin ne olduğunu benim kadar iyi biliyor şu general. Her pastanın püf noktası vardır, herkes onun ne olduğunu bilmez ama general biliyordu, bunu söylediklerinden anladım. Evet, püf noktasının ne olduğunu biliyordu!”
Bu arada Efendi George (sıra dışı durumlarda) bir erkek çocuğun tek bir lokma bile yiyemeyeceği noktaya gelmişti, bu yüzden de kıvırcık yüne benzeyen saçları ve parlayan gözleriyle karşı köşeden aç gözlerle onu izleyen birbiri üzerine yığılmış kara kafaları fark etti.
Kalan parçaları onlara atarak, “Alın bakalım Rose’la Pete, siz de biraz istersiniz, değil mi? Hadi Chloe Teyze onlara da biraz kek ver.”
Sonunda George’la Tom ocak başında daha rahat bir yere geçtiler, bu arada Chloe Teyze bir sürü gözleme daha yapmış, bebeğini kucağına almış, bir kendinin bir onun ağzını doldurup duruyor, elindekileri yemekle meşgul olan Rose’la Pete de masanın altında yuvarlanıyor, birbirlerini gıdıklıyor, arada bir de bebeğin ayak başparmağını çekiştiriyorlardı.
Arada zıvanadan çıktıklarında anne masanın altına rasgele vurarak, “Rahat durun bakayım!!!” diyordu. “Beyazlar geldiğinde daha doğru dürüst oturamaz mısınız? Kesin şunu artık, tamam mı? Kendinize çekidüzen verin, yoksa Efendi George gittikten sonra sizin canınıza okur, alaşağı ederim!”
Bu korkunç gözdağının ardında ne yattığını anlamak zordu ama yöneldiği genç günahkârlarda pek bir etki yarattığı söylenemezdi.
“Kesin artık!” dedi Tom Amca. “Bu kıkırdaşma öyle bir hale geldi ki, ne yaptığımızı anlamıyoruz.”
Elleri, yüzleri esmer şekere bulanmış çocuklar masanın altından çıkıp bebeği öpmeye başladı.
Anne yünü andıran kafalarını iterek, “Hadi gidin şurdan!” dedi. “Böyle yaparsanız hepiniz birbirinize yapışır kalırsınız. Hadi gidin dereye de temizlenin!” Öğüdünü korku verici bir sesle şaplayan bir tokatla noktaladı ama bu kapıdan telaşla birbiri üstüne yuvarlanarak çıkan çocukları daha çok güldürdü, dışarı çıkar çıkmaz da bir keyif çığlığı koyverdiler.
Chloe Teyze halinden hoşnut bir tavırla, “Hiç bu kadar haylaz şeyler gördünüz mü?” dedi, bir yandan da böyle acil durumlar için sakladığı eski bir havluyu çatlak çaydanlıktan azıcık su dökerek ıslatıp bebeğin eliyle yüzüne bulaşmış şekerleri siliyordu, çocuk pırıl pırıl olana kadar ovaladı, sonra da Tom’un kucağına oturtup yemek artıklarını toparlamaya koyuldu. Bebek de bu arada fırsat bu fırsat, Tom’un burnunu çekiyor, yüzünü tırmalıyor, tombul ellerini onun yünümsü saçlarına gömüyor, bu son yaptığından özellikle çok keyif alıyordu.
Tom, bebeği kendinden uzakta tutarak, “Ne şirin şey değil mi?” dedi. Sonra da kalkıp çocuğu geniş omuzlarına yerleştirip onunla hoplayıp sıçrayarak dans etmeye koyuldu, Efendi George da mendilini havada şaklatarak bebeğe vuruyordu. Rose’la Pete dönmüş, ayılar gibi homurtulu sesler çıkarıyorlardı, sonunda Chloe Teyze gürültücülerin kafasını kopartacağını söyledi ama belli ki bu kulübede olağan bir olaydı ve açıklanışı coşkuyu azaltmadı, herkes sakinleşinceye kadar bağıra yuvarlana oynayıp durdu.
Açılır kapanır yatağın altına itilmiş tekerlekli yatağı çekmeye uğraşan Chloe Teyze, “Eh, istediğiniz olmuştur artık,” dedi. “Şimdi, Rose’la Pete gelin, şuraya girin yatın da biz de oturup konuşalım.”
“Anne, oraya yatmak istemiyoruz, biz de oturup konuşmaları dinlemek istiyoruz, çok merak ediyoruz, çok hoşumuza gidiyor.”
“Chloe Teyze, it onu yatağın altına da bırak otursunlar,” dedi Efendi George kararlı bir sesle ve o kötü (!) nesneyi şöyle bir itiverdi.
Durumu kurtarmış olan Chloe Teyze o nesneyi yatağın altına itmekten belli ki son derece hoşnuttu, bir yandan da, “Eh, belki bu sefer uslu dururlar,” diyordu.
Şimdi evin içi toplantının yiyecek içecek ve hazırlıklarını tartışmak için hepsinin katıldığı bir kurula dönüşmüştü.
Chloe Teyze, “Şimdi bakın, yer konusunda ne yapacağımızı hâlâ bilmiyorum, haberiniz olsun,” dedi. Bu toplantı Tom Amcalarda uzun süredir her hafta yapılıyor ama yer sorunu bir türlü çözümlenemiyordu.
“Yaşlı Peter Amca geçen hafta ilahi söylerken o eski sıranın bacaklarını kırdı,” dedi Rose.
“Hadi oradan! Kalıbımı basarım ki sen çıkarmışsındır onları oradan, senin parlak fikirlerinden biri,” dedi Chloe Teyze.
Rose da, “Eh duvara dayarsanız yine de ayakta durur!” dedi.
“Öyleyse Peter Amca oraya oturmamalı, ilahi söylerken yerinde zıplıyor. Geçen gece ta odanın öbür ucuna zıpladı,” dedi Pete.
“O zaman onu odanın o ucuna oturtalım,” dedi Rose. “Ondan sonra da, ‘Azizler ve günahkârlar, gelin buraya da beni dinleyin,’ derken güm diye gitsin.” Adamın genizden gelen sesinin aynını yansılıyordu, düşünülen felaketi eksiksiz canlandırmak için yere bile yuvarlandı.
“Hadi bakalım, doğru durun. Utanmıyor musunuz?” dedi Chloe Teyze.
Efendi George da gülerek suçlunun tarafını tutup kararlı bir tavırla onun bir “köftehor” olduğunu söyleyince ananın uyarısı havada kaldı.
“Eh ihtiyar adam, artık şu fıçıları taşımak zorundasın,” dedi Chloe Teyze.
Rose, Pete’ten yana çıkarak, “Annemin fıçıları Efendi George’un iyi kitapta okudukları gibi, insanı asla yarı yolda bırakmaz,” dedi.
“Geçen hafta biri çöktü,” dedi Pete, “ilahinin tam ortasında herkes yere yuvarlandı, biz de düşüyorduk az daha, değil mi?”
Bu arada Rose’la Pete iki boş fıçıyı aralarına alıp kulübeye yuvarlamış, iki yanına taşlar koyarak sağlamlamış, aralarına tahtalar uzatmış, elbirliğiyle kovaları, yayıkları ters çevirmişlerdi. Derme çatma iskemleleri de şekle şemale soktuktan sonra hazırlıklar tamamlanmıştı.
Chloe Teyze, “Efendi George öyle iyi bir okuyucu ki, şimdi bize de okuyacak,” dedi, “hem böylesi çok daha ilginç olur.”
George dünden razıymışçasına kabul etti, kitabınızın kahramanı onu önemli kılan her şeyi yapmaya hazırdı.
Az sonra oda, yaşlı saygın büyüklerden, seksenliklerden ve gri saçlılardan tutun da on yedisindeki delikanlılardan genç kızlara kadar değişen karmakarışık bir kalabalıkla doldu. Efendi Shelby’nin evin şanına şan katacak kızıl doru yeni bir tay almayı düşündüğü söylendi. Lizzy’ nin düğün töreni yapıldığında hanım benekli bir muslin giysi verecekti, yaşlı Sally Teyze yeni yazmasını nereden bulmuştu; böylesi çeşitli konular üstüne küçük, zararsız bir dedikodu başladı.
Yakın ailelerden geldikleri için katılmalarına izin verilen dostlar da evlerinde ve çevrelerinde olup bitenlere ilişkin değişik haber kırıntıları getirmişlerdi, tümü de daha üst sınıf çevrelerde yapıldığı gibi herkesi dolaştı.
Bir süre sonra herkes olanca coşkusuyla ilahi söylemeye başladı. Bir zamanlar yabanıl ve yaşam dolu olan seslerin doğuştan getirdikleri etkiyi genizden gelen ses perdelerinin olumsuzluğu bile bozamıyordu. Sözler bazen kiliselerde söylenen ilahilerin bilinen dizeleri, bazen de kamp akşamlarında seçilen daha yabansı, tanımsız ama özellikli sözlerdi.
Büyük coşku ve hazla söylenen birinin sözleri şöyleydi:
Ölmek savaş alanında,
Ölmek savaş alanında,
Ruhumda şan ve şerefle.
Sıkça yinelenen bir başka sevilense şöyleydi:
Şerefimle gidiyorum – benimle gelmez misin?
Meleklerin emrinde ve istediğimi yerine getirmeye hazır
Beni uzaklara çağırdığını görmüyor musun?
Altın kenti ve sonu olamayan günü görmüyor musun?
Zenci düşüncesine uygun ateşli ve hayal gücü geniş, sürekli Ürdün Nehri’nin kıyıları, vaat edilmiş ülkenin tarlaları ve cennetten söz eden başka ilahiler de vardı, bunlar hep capcanlı, resim gibi bir doğayı anlatıyordu, söylerken nehrin öbür yanını, cenneti elde etmişçesine kimi gülüyor kimi ağlıyor kimi el çırpıyor ya da sevinçle el sıkışıyorlardı.
Çeşitli öğüt ya da deneyimler ezgiyle karışmış olarak bir sonraki sırada yer alıyordu.
Çalıştığı günlerin üstünden çok uzun zaman geçmiş, artık tarihin bir sayfası olarak bakılan yaşlı, gri saçlı bir kadın ayağa kalkıp değneğine abanarak, “Eh çocuklar! Sizi bir kez daha dinlediğim ve gördüğüm için başım göğe erdi, cennete ne zaman giderim bilmiyorum ama hazırlandım çocuklarım, öyle görünüyor ki, çulum çaputum bağlandı, bonem başıma kondu, şimdi yalnızca gelip beni asıl evime götürmeleri kaldı, bazen geceleri tekerlek sesleri duyar gibi oluyor, hep dışarı bakıyorum, siz de hepiniz her an hazır olun çocuklar, bakın söylüyorum size,” dedi ve değneğini sertçe yere vurdu. “Şu cennet çok yüce bir şey! Çok yüce, çocuklar, sizse onun hakkında hiçbir şey bilmiyorsunuz, oysa o muhteşem!”
Yaşlı kadın gözlerinden ip gibi yaşlar akıtarak tümüyle söylediklerinin etkisinde yerine oturdu, derken çepeçevre dizilmiş herkes ansızın, “Ah Kenan, parlak Kenan diyarı / Kenan topraklarına gitmeye hazırız,”a başladı.
İstek üzerine Efendi George, Vahiy Kitabı’nın son bölümlerini okumaya başladı. İkide bir, “Yüzü suyu hürmetine!”, “Şuraya bakın!”, “Şunu bir düşünün!”, “Bu söylenenler yeterli delil değil mi?” gibi feryatlarla sözü kesiliyordu.
George dinî konularda annesince eğitilmiş, parlak bir çocuktu, sonunda bu konudaki her şeye hayran olduğunu keşfetmiş, zaman zaman övgüye layık bir ciddiyet ve ağırbaşlılık taşıyan kendi yorumlarını getirmiş, bunun için gençlerin hayranlığını, yaşlıların da rızasını kazanmış, sonuçta da herkesçe “bir rahibin bile bu işi ondan iyi beceremeyeceğinde” ve bunun “gerçekten çok şaşırtıcı” olduğunda birleşilmişti.
Tom Amca bu çevrede dinî konularda hatırı sayılır biriydi. Arkadaşlarından çok daha geniş görüşlü, incelikli ve bilgili olmasının yanı sıra manevi gücün son derece etkin olduğu bir düzen kurduğundan büyük bir saygı görür, ona bir tür rahipmiş gibi davranılır, vaazımsı öğütlerinin sade, içten ve yürekten gelen üslubu, eğitimli insanlarınkinden daha eğitici olurdu ama asıl üstünlüğü dua konusundaydı. İncil diliyle zenginleştirilmiş dualarının çocuksu içtenliği ve dokunaklı sadeliğiyle hiçbir şey yarışamazdı. Tüm bunlar onun benliğiyle öylesine iç içe geçmiş, onun bir parçası olmuştu ki, dindar yaşlı bir zencinin anadili olarak elinde olmaksızın dudaklarından dökülüyor, dualar “oluşuveriyordu”. Dinleyicilerinin inançlarına seslenen duaları öylesine etkili oluyordu ki, dört bir yanında patlak veren karşılık seli içinde yitip gitme tehlikesi baş gösteriyordu.
İhtiyarın kulübesinde bu sahne yaşanırken efendinin salonunda çok daha değişik bir sahne vardı.
Tüccarla Mr. Shelby, yemek odasında kâğıtlar ve yazı gereçleriyle kaplı bir masanın başında oturuyorlardı.
Mr. Shelby bir tomar faturayı saymakla meşguldü, saydıklarını tüccarın önüne itiyor, o da bir kez daha sayıyordu.
“Her şey uygun,” dedi tüccar, “şimdi de şunları imzalayıverin.”
Mr. Shelby satış faturalarını uygunsuz satış yapan bir adamın bir an önce bitirmek isteyen aceleci tavrıyla çabucak önüne çekip imzaladıktan sonra parayla birlikte yine tüccara uzattı.
Haley iyice eskimiş bir valizden bir parşömen çıkardı, ona bir süre baktıktan sonra Mr. Shelby’ye uzattı, o da gizlemeye çalıştığı bir sabırsızlıkla aldı.
Tüccar ayağa kalkarken, “Eh, bu iş tamamdır!” dedi.
Mr. Shelby düşünceli bir tonla, “Tamamdır!” dedi ve derin derin içini çekerek yineledi: “Tamamdır!”
Tüccar, “Pek mutlu değilmişsiniz gibi geliyor bana,” dedi.
“Haley,” dedi Shelby, “Tom’u nasıl birileri olduğunu bilmediğiniz bir yere satmayacağınıza şerefiniz üstüne söz verdiğinizi umarım anımsarsınız,” dedi.
“Siz az önce bunu yaptınız ama,” dedi tüccar.
Shelby kibirli bir tavırla, “Koşullar,” dedi, “biliyorsunuz beni buna zorladı.”
“Eh beni de zorlayabilir,” dedi tüccar. “Ne olursa olsun Tom’a iyi bir yatacak yer vermek için elimden gelenin en iyisini yapacağım, ona kötü davranma konusuna gelince, bundan zerre kadar korkunuz olmasın. Tanrı’ya şükretmeyi eksik etmediğim bir konu varsa, o da kötü yürekli olmadığımdır.”
Tüccarın insancıl ilkelerini açıklamasından sonra bile Mr. Shelby kendini pek güvence verilmiş gibi hissetmiyordu ama koşulları ancak bu kadar içini rahatlatmasına elveriyordu. Adam çıkıp giderken hiç sesini çıkarmadan bir puro yaktı.




5
Canlı mallar sahipleri değiştiğinde

duygularını nasıl gösterir?
Mr. Shelby ile Mrs. Shelby gece için dairelerine çekilmişlerdi. Adam büyük bir koltuğa oturmuş, öğleden sonra postasıyla gelen mektupları gözden geçiriyor, kadın da aynanın önünde ayakta durmuş Eliza’nın sabah düzenlediği karmakarışık örgü ve bukleleri fırçalıyordu, hanımı kızcağızın soluk yanaklarıyla bitkin gözlerini fark edince o gece için izin vermiş, yatağına gitmesini emretmişti. Patroniçesi kıza sabaha konuşacaklarını söylemiş, sonra kocasına dönerek rasgele, “Aklıma gelmişken Arthur, bu akşam masamıza gereksiz yere istemeyecek çağırdığınız o düşük düzeyli adam kimdi?” diye sordu.
Shelby iskemlesinde tedirgin bir tavırla dönerek gözleri mektuba dikili, “Adı Haley,” dedi.
“Haley mi? O da kim ve burada ne işi var Tanrı aşkına?”
“Geçen sefer Natchez’e gittiğimde onunla iş yapmıştım,” dedi Mr. Shelby.
“O da buna güvenip evine girer gibi gelip sofraya oturdu, öyle mi?”
“Yok canım, onu ben davet ettim, bazı hesaplarımız vardı.”
Mrs. Shelby kocasının sıkıldığını hissederek, “Köle taciri mi?” diye sordu.
Shelby başını kaldırarak, “Aman canım, bu da nereden aklınıza geldi?” dedi.
“Hiç, yalnızca Eliza yemekten sonra buraya geldi, çok kaygılıydı, ağlayıp sızlayarak sizin bir tüccarla konuştuğunuzu, adamın oğlunu, şu bizim komik küçük ördeği satın almayı önerdiğini söyledi!”
Mr. Shelby mektubuna dönüp baş aşağı tuttuğunu fark etmeden bir süre tüm dikkatini ona vermiş göründükten sonra, tüm mantığıyla, “Nasılsa satılacaktı, er ya da geç,” dedi.
Mrs. Shelby saçlarını fırçalamayı sürdürerek, “Eliza’ ya o acıları çekmekle aptallık ettiğini, o tip biriyle hiç işiniz olmayacağını söyledim. Elbette bizimkilerden hiçbirini satmaya niyetiniz olmadığını biliyorum – en azından öyle birine,” dedi.
“Bakın Emily, her zaman hissettiğim ve söylediğim gibi benim işimin kesinliği yoktur. Elimdekilerden bazısını satmak zorunda kalabilirim.”
“O yaratığa mı? Olamaz! Ciddi olamazsınız Mr. Shelby.”
“Öyle olduğumu söylediğim için üzgünüm. Tom’u satma konusunda hemen hemen anlaştık.”
“Ne? Bizim Tom’u mu? O iyi, vefalı adamı ha! Çocukluğundan beri size sadakatle hizmet eden o adamı! Ah, Mr. Shelby, azat etmeye bile söz vermişken hem de, bunu onunla yüzlerce kez konuştuk. Bunun üstüne her şeye inanabilirim artık. Zavallı Eliza’nın tek çocuğu küçük Harry’yi bile satabileceğinize inanırım!” Acı ve haksızlığa karşı duyduğu öfkeyle konuştu:
“Eh her şeyi bilmeniz gerektiğine göre, söyleyelim. Tom’la Harry’yi birlikte satmaya karar verdim ve herkesin her gün yaptığı şeyi yaptığım için neden bir canavar sayıldığımı anlamıyorum.”
“Ama öbürleri varken, neden onlar? Neden illa satmanız gerekiyorsa öbürleri değil de bunlar?”
“En çok parayı onlar getiriyor da ondan. Başka birini de seçebilirdim. Adam Eliza için çok para verdi, size uyarsa…”
“Alçak adam!” dedi Mrs. Shelby hırsla.
“Eh, ben de onu bir saniye bile dinlemedim zaten, sizin duygularınız adına böyle bir şey söz konusu bile olamaz, yapamazdım ama siz de bana biraz hak verin.”
“Canım,” dedi Mrs. Shelby kendini toparlayarak, “bağışlayın beni, aceleci davrandım. Şaşırdım, bunu hiç beklemiyordum ama siz de bu zavallı yaratıklar için aracılık etmeme izin vereceksiniz herhalde. Tom, zenci olsa da soylu yüreği olan sadık, güvenilir biridir. İnanıyorum ki Mr. Shelby, gerekirse yaşamını bile sizin için feda edebilir.”
“Bunu biliyorum, sanırım öyledir ama bunun yararı ne? Bunu yapmamak elimde değil ki!”
“Neden parayı feda etmiyoruz? Payıma düşen zorluğa katlanmaya hazırım. Ah, Mr. Shelby, her Hıristiyan kadının yapması gerektiği gibi o zavallı, basit, yardım ve desteğe muhtaç insanlar için görevimi sadakatle yerine getirmeye çalıştım, didindim. Onlar için kaygılandım, onlara yol gösterdim, göz kulak oldum, yıllarca tüm sevinçlerini, ilgi duydukları şeyleri hep bildim, peki şimdi zavallı Tom kadar sadık, kusursuz ve bize bunca güvenen birini önemsiz bir çıkar karşılığı satarak ona sevgi, değer adına öğrettiğimiz her şeyi bir anda koparıp alırsak onların arasında bir daha nasıl başım yukarıda dolaşırım? Onlara ailenin, ana babanın, çocuğun, karıkocanın görevlerini öğretmişken parayla kıyaslandığında bizim ne denli kutsal olursa olsun hiçbir bağ, görev ve ilişkiye aldırmadığımızı bu kadar açıkça ortaya koymamıza nasıl dayanabilirim? Eliza’yla oğlu için, Hıristiyan bir ana olarak ona olan görevleri konusunda konuştum, ona nasıl göz kulak olacağını, dua edeceğini ve onu nasıl iyi bir Hıristiyan olarak yetiştireceğini anlattım. Şimdi onu koparıp alır da bedeni ve ruhuyla bayağı, ilkesiz bir adama üç sent uğruna satarsanız ben o kadına ne derim? Ben ona tek bir ruhun, dünyanın tüm parasından değerli olduğunu söylemişken şimdi sırtımızı dönüp de çocuğunu satarsak, hem de bedeni ve ruhu iflas etmiş bir adama, bana nasıl inanacak?”
“Böyle hissetmenize üzüldüm Emily, gerçekten çok üzüldüm,” dedi Mr. Shelby, “duygularınıza tümüyle katılmasam bile saygım var ama size ciddi olarak söyleyeyim ki, bu konuda yapabileceğim bir şey yok. Bunu size söylemek istemezdim Emily ama açıkça anlatmam gerekirse, bu ikisini satmakla her şeyi satmak arasında seçeneğimiz yok. Ya onlar gidecek ya da her şey. Haley ipotekli alacak sahibi olarak gelmişti buraya, bu borcu hemen kapatmasaydım, önüne ne çıkarsa alacaktı. İnceden inceye hesap yaptım, giderleri azalttım, borç aldım, hiçbiri işe yaramadı, hatta yalvardım ama açığı kapatmak için bu iki kölenin satılması gerekti, ben de onları gözden çıkarmak zorunda kaldım. Haley çocuğu istedi ancak öyle anlaşacağını, başka hiçbir yolu kabul etmeyeceğini söyledi. Bense onun eline düşmüştüm, başka çarem yoktu. Bazı şeyleri satmak varken, ne var ne yok satmak daha mı iyi?”
Mrs. Shelby felakete uğramış biri gibi kalakalmıştı. Sonunda tuvalet masasına dönerek yüzünü ellerinin arasına aldı, bir inilti koyverdi.
“Bu Tanrı’nın köleliği laneti, çok çok acı ve en kötü şey! Efendiye de köleye de gelen bela! Bu kadar ölümcül bir kötülüğü düzeltebileceğimi düşündüğüm için aptalın biriyim. Bizimkiler gibi yasalarla bir köleyi elimizde tutarak günah işliyoruz, bunu hep küçük bir kızken bile hissettim, kiliseye gitmeye başladıktan sonra bu düşüncem daha da güçlendi ama bu sıkıcı durumun etkisini azaltabileceğimi düşündüm, iyilik, özen ve bilgiyle onlara özgürlükten daha fazlasını verebileceğimi, kendi durumumu iyileştirebileceğimi, vicdanımı rahatlatabileceğimi düşündüm… Amma da budalaymışım!”
“Karıcığım, bakıyorum enikonu köleliğin kaldırılmasından yanasınız.”
“Köleliğin kaldırılmasından yana ha! Benim kölelik konusunda bildiklerimi bilseler, neler düşünürlerdi acaba? Bunun söylenmesine bile gerek yok, köleliğin doğru olduğunu hiç düşünmediğimi biliyorsunuz, asla köle sahibi olmaya gönüllü olmadım.”
“Eh, işte o noktada birçok akıllı ve dindar adamdan ayrı düşünüyorsunuz,” dedi Mr. Shelby. “Mr. B.nin geçen pazar verdiği vaazı anımsıyor musunuz?”
“Böyle vaazları duymak istemiyorum, Mr. B.yi de bir daha kilisemizde vaaz verirken dinlemek istemiyorum. Din adamları kötüye hizmet etmez, bazı şeyleri düzeltmek konusunda bizden daha fazla işe yaramazlar belki ama karşı koyarlar! Bu tip vaazlar hep sağduyuma aykırı düşmüştür. Sizin de o vaazı pek düşündüğünüzü sanmıyorum.”
“İtiraf etmeliyim ki, bu vaizler bazen olayları biz zavallı günahkârların yapmaya cesaret edebileceğinden çok daha ileri götürürler. Bazı şeylere zor da olsa gözlerimizi kapamalı ve doğru olmayan bir pazarlığa da alışmalıyız ama kadınlarla din adamlarının böyle liberal ve yeniliklerden habersiz düşüncelerle ortaya çıkıp erdem ya da ahlaki konularda bizi aşmalarını pek hoş karşılamadığımız bir gerçektir. Yine de sevgilim, bu olayın gerekliliğini ve koşulların elverdiği en iyi şeyi yaptığımı gördüğünüze inanıyorum.”
“Aa, evet evet!” dedi Mrs. Shelby çabucak. Bir yandan da dalgınlıkla altın saatine dokundu ve düşünceli bir tavırla, “Pek fazla para edecek bir mücevherim yok ama bu saat bir işe yaramaz mı? Alındığında epey pahalıydı. En azından Eliza’nın çocuğunu kurtarabileceksem, her şeyi feda ederim,” diye ekledi.
“Çok üzgünüm, gerçekten çok üzgünüm Emily. Bu işin sizi bu kadar etkilemesi beni çok üzüyor ama hiçbir yararı olmaz. Sorun şu ki Emily, her şey olup bitti, satış anlaşmaları imzalandı, şu anda da Haley’de, her şey çok daha beter olmadığı için şükretmelisiniz. O adamın elinde hepimizi mahvedecek bir güç vardı, neyse ki kurtulduk. Adamı benim kadar tanısaydınız, kıl payı kurtulduğumuzu anlardınız.”
“Öyleyse çok acımasız?”
“Yoo, acımasız değil de, yalnızca bir tüccar, satış ve kârdan başka bir şeye aldırmayan, ölüm ve mezar kadar soğuk, amansız ve duraksamayan biri! İhtiyara bir zarar gelmesini istemez ama iyi bir fiyata anasını bile satar.”
“Bir de bu rezil yaratık iyi sadık Tom ile Eliza’nın çocuğunun sahibi olacak ha?”
“Eh, canım bu bana da çok zor geliyor! Düşünmekten nefret ettiğim bir şey. Haley işleri ayarlayacak. Yarın her şey onun kontrolünde olacak. Sabah erkenden atıma binip uzaklaşacağım. Tom’u göremem, bu kesin, siz de bir yerlere gidin, Eliza’yı da yanınıza alın. O ortalarda yokken bu iş olup bitsin.”
Mrs. Shelby, “Hayır hayır, bu acımasız işe hiçbir biçimde yardımcı ya da suç ortağı olmayacağım. Gidip zavallı ihtiyar Tom’u göreceğim, kederi için Tanrı yardımcısı olsun! Ne olursa olsun hanımlarının duygularının onlar için ve onlarla birlikte olduğunu görecekler. Eliza’ya gelince, düşünmeye bile cesaret edemiyorum. Tanrı bizi bağışlasın! Biz ne yaptık ki bu kötü zorunluluk bizi buldu?”
Bu konuşmanın Mr. ve Mrs. Shelby’nin aklının ucundan geçmeyeceği bir kulak misafiri vardı. Dairelerinde bir kapıyla dış koridora açılan büyük bir dolap bulunuyordu. Mrs. Shelby o gece için Eliza’ya izin verince kızın hummalı ve heyecan içindeki beyni, bu dolap fikrini önermiş, o da oraya saklanmış, kulağını kapının çatlağına yapıştırarak, konuşmanın tek sözcüğünü kaçırmamıştı. Sesler kesilince doğrulup gizlice ayaklarının ucuna basarak uzaklaştı. Beti benzi atmıştı, titriyordu, donmuş yüz çizgileri, kasılmış dudaklarıyla o yumuşak, çekingen insandan tümüyle değişik biriydi. Holde dikkatle ilerledi, hanımının kapısında bir an duralayarak ellerini dilsiz bir yakarışla göğe kaldırdı, sonra dönüp kendi odasına süzüldü. Dairesi hanımınkiyle aynı katta sessiz, temiz bir bölümdü. Sık sık önünde oturup şarkı söyleyerek dikiş diktiği güneşli hoş bir penceresi, küçük bir kitap dolabı, birkaç güzel ufak tefek süs eşyası, onların aralarına serpiştirilerek düzenlenmiş Noel armağanları, dolabında ve çekmecelerindeki birkaç basit giysiyle burası onun evi, daha geniş anlamıyla da hep mutlu olduğu yerdi. Yataktaysa uykunun gevşekliği içinde oğlu yatıyordu. Uzun bukleleri kayıtsızca hiçbir şeyin farkında olmayan yüzüne düşmüştü, gül gibi ağzı hafif açık, tombul elleri çarşafın üstündeydi, tüm yüzüne güneş ışığı gibi bir gülümseme yayılmıştı.
“Zavallı çocuk! Zavallıcık!” dedi Eliza. “Seni sattılar ama annen seni kurtaracak!”
Böylesi belalı dar boğazlarda görülen yaşlardan tek bir damlası o yastığa düşmedi, gözünden yaşlar çekilmişti, yüreği kendi kendine sessizce kanadığından, olsa olsa kan damlayabilirdi. Bir kâğıt kalem alıp aceleyle yazmaya başladı.
Hanımım, sevgili hanımım,
Nankör olduğumu sanmayın, benim için kötü düşünmeyin. Bu gece efendiyle konuştuklarınızın hepsini duydum. Oğlumu kurtarmaya çalışacağım için beni suçlamayın! İyi yürekliliğiniz için Tanrı sizi korusun ve ödüllendirsin!
Mektubu aceleyle katlayıp üstüne hanımının adını yazdı, sonra dolaba gidip oğlunun birkaç parça giyeceğini bohça yaptı ve bir mendille sımsıkı beline bağladı, o ânın dehşet dolu dakikalarında bile ancak sevgi dolu bir annenin yapacağı gibi çocuğunun en sevdiği oyuncaklardan birkaçını da yanına almayı unutmayıp uyandığında oynaması için rengârenk boyanmış bir papağanı dışarıda bırakmıştı. Küçük uykucuyu uyandırmak biraz sorun olduysa da azıcık uğraştan sonra yatağın içinde oturmuş, kuşuyla oynamaya başlamıştı. Annesi de bu arada bonesini takıp şalını örtmüştü. Annesi çocuğun küçük paltosu ve kepiyle yatağa yaklaşırken, çocuk, “Nereye gidiyorsun anne?” dedi.
Annesi iyice yakınına gelip gözlerinin içine öylesine candan baktı ki, çocuk olağandışı bir şeyler döndüğünü hemen anladı.
“Şşşt Harry,” dedi annesi, “yüksek sesle konuşma sakın, bizi duymasınlar. Kötü bir adam küçük Harry’yi annesinden alıp uzaklara, karanlığın içine götürecek ama annesi buna izin vermeyecek, oğulcuğunun şapkasıyla paltosunu giydirecek, çirkin adam yakalayamasın diye onu da alıp kaçacak.”
Bunları söylerken çocuğu giydirip düğmelerini iliklemiş, kucağına almıştı, hiç sesini çıkarmamasını fısıldadıktan sonra odasının dış verandaya açılan kapısını açtı ve usulca dışarı süzüldü.
Işıl ışıl, dondurucu bir geceydi, yıldızların ışığıyla aydınlıktı. Anne, şalını çocuğuna sardı, çocuk da tam olarak anlayamadığı o belirsiz korkuyla annesinin boynuna sarıldı.
Verandanın öbür ucunda uyuyan kocaman bir Newfoundland olan yaşlı Bruno, kadın yaklaşırken hafif bir homurtuyla ayağa kalktı. Eliza hafifçe adını söyledi, onun eski oyun arkadaşı olan hayvan, her ne kadar basit köpek kafasıyla hiç de akla uygun olmayan bu gece yarısı yürüyüşünün anlamını çıkaramadıysa da kuyruğunu sallayarak onu izlemeye hazırlandı.
Kendi ölçülerine göre başkaldırı ya da uygun olmayan bir şeylere ilişkin bulanık dürtüler hayvanı epey engelliyor olmalı ki, Eliza kayar gibi ilerlerken ikide bir duruyor dalgın dalgın önce ona, sonra eve bakıyor ve güven tazelermişçesine peşi sıra yeniden yola koyuluyordu. Geçen birkaç dakika onları Tom Amca’nın kulübesinin penceresine getirdi. Eliza durdu, pervaza hafifçe vurdu.
Tom Amcalardaki dua toplantısı, ilahiler de söylenince geç saatlere sarkmış, Tom Amca da birkaç uzun soloya kendini kaptırmıştı, saat on ikiyle bir arası olmasına karşın o ve değerli toplantı arkadaşları hâlâ ayaktaydı.
Chloe Teyze, “Aman Tanrı’m, o da ne?” diyerek fırlayıp perdeyi açtı. “Bu Lizzie değilse ne olayım! Adam, çabuk giyin, Bruno da gelmiş, dolanıp duruyor, Tanrı aşkına neler oluyor! Kapıyı açmaya gidiyorum.”
Söylediğini yapıp kapıyı ardına kadar açtı, Tom’un alelacele yaktığı donyağı mumunun ışığı kaçağın bezgin yüzüyle çılgınca parlayan gözlerine düştü.
“Tanrı seni korusun, sana bakmaya bile korkuyorum Lizzie, hastalandın mı, ne oldu?”
“Kaçıyorum, Tom Amca ve Chloe Teyze, çocuğumu kaçırıyorum, efendi onu sattı.”
İkisi birden yılgınlık ve umutsuzluk gösteren bir hareketle ellerini havaya kaldırdılar.
“Sattı mı?” diye yankıladılar.
“Evet, sattı,” dedi Eliza kısaca. “Bu gece hanımın odasına bitişik dolaba saklandım, efendinin Harry’yle seni Tom Amca, bir köle tüccarına sattığını duydum, efendi bu sabah atıyla evden uzaklaşacak, adam da gelip sizi alacakmış.”
Tom bu konuşma süresince elleri havada, gözleri yuvalarından uğramış, düş görüyormuşçasına kalakalmıştı. Sonra giderek ağır ağır söylenenin anlamını kavramışçasına gevşedi, eski koltuğuna çöküp başını eğdi.
“Ulu Tanrı’m, bize acısın,” dedi Chloe Teyze. “Ah, hiç gerçekmiş gibi gelmiyor insana! Efendinin satması için ne yaptı seninki?”
“Hiçbir şey. Neden o değil. Efendi satmak istemedi, hanımsa hep iyidir. Bizim için yalvarıp yakardı ama efendi ona bunun bir yararı olmayacağını, adama borçlu ve onun elinde olduğunu, borcunu ödemezse tüm evle birlikte herkesi satıp savıp taşınması gerekeceğini söyledi. İkisini satmak ya da her şeyi satmak dışında bir seçimim yok, dediğini duydum, adam çok bastırıyormuş. Efendi üzgün olduğunu söyledi ama bir de hanımımın konuşmasını duyacaktınız! O bir Hıristiyan ve melek değilse, kimse değildir. Onu öyle bıraktığım için kötüyüm ama zorunluydum. Hanımım, bir ruhun dünyadan değerli olduğunu söyledi, bu çocuğun da ruhu var, yazgısına terk etsem, kim bilir hali ne olur? Bu yaptığım doğru olmalı ama doğru değilse, Tanrı beni bağışlasın, başka türlü davranmak elimde değil!”
“Eh, koca adam!” dedi Chloe Teyze. “Neden sen de gitmiyorsun? Zencilerin ağır iş ve açlıktan öldükleri nehrin aşağısındaki o yere götürülmeyi mi bekleyeceksin? Oraya gitmektense ölmek yeğdir. Hâlâ zamanın var, Lizzy’yle git. İstediğin zaman gelir, istediğin zaman gidersin. Hadi acele et, ben de eşyalarını toparlayayım.”
Tom yavaşça başını kaldırıp sessizce ama üzgün çevresine bakındı.
“Hayır hayır, ben gitmiyorum. Eliza gitsin, bu onun hakkı! Hayır diyen ben olamam, Lizzy’den kalması beklenemez ama ne söyledi, duydum. Ya ben satılacaksam ya da buradaki herkes satılıp her şey mahvolacaksa, elbette ki ben satılayım. Ben de herkes kadar buna katlanabilirim.”
Hıçkırık ya da iç geçirme gibi bir şeyle geniş, kaba göğsü kasıldı.
“Efendi beni hep yerimde bulmuştur, yine bulacak. Şimdiye kadar hiç kimsenin güvenini boşa çıkarmadım, söylediklerime ters düşmedim, düşmeyeceğim de. Buranın perişan olup her şeyin satılmasındansa, benim tek başıma gitmem daha iyi olur. Suçlu olan efendi değil, Chloe, o sana da öbür yoksullara da bakar.”
Küçük yünsü kafalarla dolu derme çatma tekerlekli yatağa döndü ve sessiz sedasız çöktü. Koltuğun arkasına yaslanıp yüzünü iri elleriyle örttü. Ağır, boğuk, yüksek sesli hıçkırıklar iskemleyi sarsmaya, iri gözyaşı damlaları parmaklarının arasından yere damlamaya başladı. Siz, beyefendi! Bunlar ilk doğan oğlunuzu koyduğunuz tabuta akıttığınız gözyaşları. Siz hanım! Bunlar, ölen bebeğinizin çığlıklarını duyduğunuzda akıttığınız gözyaşları. O bir insandı beyefendi, siz de başka bir insansınız. Siz hanım, ipeklerle mücevherlerle donanmış da olsanız bir kadından başka bir şey değilsiniz ve yaşamın büyük belaları ve acılar arasında tek bir üzüntü duyarsınız!
Kapıda duran Eliza, “Şimdi de,” dedi, “kocamı yalnızca bu öğleden sonra gördüm, ne olacağını bilmiyorum. Onun sabrını taşırdılar, o da bugün bana kaçacağını söyledi. N’olur, olabilirse ona bu haberi iletmeye çalışın. Nasıl, neden gittiğimi, Kanada’yı bulmaya çalışacağımı söyleyin. Onu sevdiğimi söyleyin, deyin ki, onu bir daha hiç göremezsem,” bir an için onlara sırtını dönüp durdu sonra boğuk bir sesle ekledi, “ona elinden geldiğince iyi olmasını ve cennette beni bulmasını söyleyin. Bruno’yu da çağırın, kapıyı kapatın ki zavallı hayvancağız benimle gelmesin!”
Son birkaç sözcük, gözyaşı, sade bir veda ve helalleşme derken şaşkın, korkmuş çocuğuna sımsıkı sarılarak kayar gibi sessizce uzaklaştı.




6
Keşif
Mr. ve Mrs. Shelby bir gece önce uzayan tartışmalarının ardından hemen uyuyamadılar ve ertesi sabah her zamankinden daha geç saate kadar uyudular.
Mrs. Shelby çanı birkaç kez çalıp da yanıt alamayınca, “Eliza nerelerde bilmem,” dedi.
Mr. Shelby boy aynasının önünde durmuş, usturasını biliyordu, o anda kapı açıldı, elinde efendisinin tıraş suyuyla zenci bir çocuk içeri girdi.
Hanım, “Andy, Eliza’nın kapısına git de üçtür onu çağırdığımı söyle,” dedi, sonra da içini çekerek, “zavallıcık!” diye ekledi.
Andy çok geçmeden döndü, gözleri şaşkınlıkla yuvalarından uğramıştı.
“Tanrı’m, hanımım! Lizzy’nin çekmeceleri açık, her şey ortaya saçılmış, sanırım gitmiş!”
Gerçek aynı anda Mr. Shelby’yle karısının kafasına dank etti. Adam bağırarak, “Kuşkulanıp kaçtı!” dedi.
“Şükürler olsun,” dedi Mrs. Shelby, “yapmıştır.”
“Karıcığım, budala gibi konuşuyorsunuz, öyle yapmışsa benim için hiç de yakışık almayan bir durum olur. Haley, çocuğu satmakta istekli olmadığımı gördü, onu kurtarmak için göz yumdum sanacak. Onuruma dokunuyor!”
Bunu söyledikten sonra aceleyle odadan çıktı.
Bir koşuşturmadır başladı, herkes oradan oraya seğirtiyor, kapılar açılıp kapanıyor, değişik yerlerde farklı renklerde yüzler belirip kayboluyordu, bu çeyrek saat sürdü. Yalnızca tek bir kişi, olayı birazcık olsun aydınlatabilecek tek kişi taş gibi suskundu, başaşçı Chloe Teyze. Sessizce, neşeli yüzüne yerleşmiş ağır bir bulutla, çevresindeki heyecana ilişkin hiçbir şey görmemiş ve duymamışçasına kahvaltı bisküvilerini yapmaya girişmişti.
Az sonra on-on iki kadar küçük şeytan kargalar gibi verandanın parmaklıklarına tünemiş, her biri garip efendiye bahtsızlığını ilk haber verenin kendisi olmasına karar vermişti.
“Deliye dönecek. Kalıbımı basarım,” dedi Andy.
“Sövmez mi şimdi?” dedi küçük kara Jake.
“Elbette söver,” dedi yün saçlı Mandy. “Dün akşam yemeğinde duydum. Her şeyi duydum, hanımın kavanozları koyduğu dolaba saklanmıştım, her sözcüğü duydum.” Ömrü boyunca duyduğu hiçbir sözcüğün anlamını bir kara kedinin düşündüğünden çok düşünmemiş olan Mandy şimdi üstün zekâlı havalarında caka satarak kabara kabara dolaşıyor, kavanozların arasına kıvrılıp derin derin uyuduğunu unutuyordu. Sonunda çizmelerini çekmiş ve mahmuzlarını kuşanmış Haley göründüğünde dört koldan kötü havadislerle selamlandı. Verandadaki küçük şeytanlar sövme konusundaki umutlarında hayal kırıklığına uğramadılar, üstelik adam bunu öyle akıcı ve hararetli bir dille yaptı ki tümünün de hayranlıktan ağzı açık kaldı, bu arada adamın kamçısından kurtulmak için başlarını eğip bir o yana bir bu yana kaçmaya çalışıyor, çil yavrusu gibi dağılıyor, sonra yine hızla bir araya geliyor, verandanın altındaki çürümüş çimenlerde inanılmaz bir kıkırdamayla üst üste yığılıyor, topuklarını yere vurup avazları çıktığı kadar bağırıyorlardı.
Haley dişlerinin arasından, “Küçük şeytanlar, sizi bir elime geçirirsem…” dedi.
Andy eliyle koluyla kibirli jestler yaparak zaferle, “Ama geçiremedin,” diye bağırdı, bir yandan sesini duyamayacak kadar uzaklaşmış olan talihsiz tüccarın arkasından görülesi maymunluklar yapıyordu.
Ansızın hazin bir tavırla salona dalan Haley, “Biliyor musunuz Shelby, bu yılın en garip olayı bu! Kız, küçüğü de alıp kaçmış sanırım,” dedi.
“Mr. Haley, Mrs. Shelby yanımızda,” dedi Mr. Shelby.
Haley, “Özür dilerim hanımefendi,” diyerek hâlâ biraz çatık duran kaşlarıyla hafifçe eğildi. “Yine de söylemeden edemeyeceğim, bu, yılın en tuhaf olayı, doğru mu bayım?”
Mr. Shelby, “Bayım, benimle görüşmek istediğiniz bir şey varsa, bunu bir beyefendi tavrında yapın. Andy, Mr. Haley’in şapkasıyla kırbacını al. Oturun efendim. Evet, üzülerek söylemeliyim ki, duyduklarından ya da birinin bu işi ona anlatmasından heyecanlanmış olacak ki genç hanım çocuğunu alıp gece kaçmış.”
“İtiraf etmeliyim ki, bu işte dürüst bir anlaşma bekliyordum.”
Mr. Shelby sertçe ona döndü.
“Bu sözden ne çıkarmam gerekiyor bayım! Biri benim onurumu sorgularsa ona vereceğim tek bir yanıt vardır.”
Köle tüccarı bundan korktu, daha yumuşak bir tonda, “Dürüst pazarlık yapmış birini böyle dolandırmak çok can sıkıcı,” dedi.
Mr. Shelby, “Mr. Haley,” dedi, “hayal kırıklığınız için nedenleriniz olduğuna inanmasaydım, bu sabah salonuma öyle kabaca, selamsız sabahsız dalmanıza asla katlanamazdım. Şunu da söyleyeyim, bu olaydaki haksızlıkta payım varmışçasına yapılan tüm imaların beni hedef almasına izin vermeyeceğim. Üstelik malınızı yeniden ele geçirebilmeniz için atlar ya da hizmetçiler gibi her türlü yardımı sağlamaya kendimi zorunlu hissediyorum. Yani kısaca Haley,” sesi ansızın o seçkin soyluluk tonundan açıksözlü, içtenlikli bir havaya bürünmüştü, “sizin için en iyisi sakin olup biraz kahvaltı etmek, sonra ne yapılması gerektiğini düşünürüz.”
Mrs. Shelby ayağa kalktı, o sabah işlerinin kahvaltı sofrasında bulunmasını engellediğini söyleyerek beylerin kahvesiyle ilgilenmesi için çok saygın bir melezi yerine bırakıp odadan çıktı.
“Sizin hanım, naçiz kulunuzdan pek hoşlanmıyor anlaşılan.”
Haley aileden biriymiş duygusunu uyandırmaya çalışarak teklifsizce konuşmuştu.
Mr. Shelby kuru bir sesle, “Karımdan bu kadar rahat söz edilmesine alışık değilim,” dedi.
Haley gülmeye çalışarak, “Özür dilerim, yalnızca şakaydı elbette,” dedi.
“Bazı şakalar öbürlerinden daha uygunsuz kaçıyor.”
Haley kendi kendine, “Haddinden fazla rahat, kâğıtları imzaladım ya, lanet herif! Düne kadar her türlü şakaya katlanıyordu oysa!” diye mırıldandı.
Hiçbir başkanın mahkemeye düşüşü arkadaşları arasında Tom’un durumu kadar büyük heyecan dalgası yaratmamıştır. Her ağızdaki konu oydu, evde ya da tarlada olayın olası sonuçlarını tartışmaktan başka bir şey yapılmıyordu. Eliza’nın kaçışı, burada daha önce benzeri yaşanmamış bir olay olması bir yana, genel heyecanı uyarmak için de büyük bir yardımcı unsurdu.
Yöredeki abanoz çocukların tümünden üç kat daha kara olduğundan herkesin Kara Sam dediği zenci, Washington’daki her beyaz vatanseverin gözüne girecek biçimde, ucunun kendine dokunmamasına dikkat ederek olanca gözlem ve kavrama yeteneğiyle olayın tüm aşama ve sonuçlarını derinlemesine irdeliyordu.
“Evet, hiçbir yere doğru esmeyen bir bela rüzgârı bu… İşte durum budur,” dedikten sonra bu veciz sözü desteklercesine üstündeki pantolonumsu şeyi yukarı çekti, pantolon askısını tutması gereken düğmenin yerine el çabukluğuyla bir çivi taktı. Bu mekanik dehasından oldukça hoşnut görünüyordu.
“Evet, hiçbir yere doğru esmeyen bir rüzgâr,” diye yineledi.
“Şimdi buyurun bakalım, Tom’un işi bitti, eh bir başka zenci için yer açıldı demektir, peki bu, neden şu garip bendeniz olmasın? İşin özü bu işte. Tom her yere atla gider gelir, çizmeler parlatılmış, cepte para, her şeyin tadı kahve kadar yerinde, peki bu neden artık Sam olmasın? Benim bilmek istediğim bu.”
Andy, “Merhaba Sam, hey Sam! Efendi gidip Bill ile Jerry’yi yakalamanı istiyor,” diyerek Sam’in kendi kendine konuşmasını kesti.
“Selam! Şimdi neler dönüyor bakalım delikanlı?”
“Biliyorsun sanırım, Lizzy oğluyla tüydü!”
Sam hafif bir aşağılamayla, “Sen git de büyükannene akıl ver,” dedi, “senden çok daha erken öğrendim, bu zenci sandığın kadar toy değil, bilesin!”
“Eh, her neyse, efendi, Bill ile Jerry’yi hemen istiyor, senle ben de efendi Haley’le gidip kadını arayacağız.”
“Bu iyi! Gün bugün!” dedi Sam. “Bunca yıl sonra Sam’e iş düştü. Bir numara o şimdi. O kadını yakalayamazsam n’olayım, efendi, Sam’in neler yapabileceğini görsün bakalım!”
Andy, “İyi de Sam, iki kez düşünsen iyi edersin, hanım onun yakalanmasını istemiyor.”
“Harika!” dedi Sam gözlerini açarak. “Bunu nereden biliyorsun?”
“Bu sabah söylerken kendi kulaklarımla duydum, efendinin tıraş suyunu götürdüğümde. Hanım neden Lizzy’nin onu giydirmeye gelmediğini öğrenmek için beni yolladı, ben de gittiğini söylediğimde, yatakta doğrulup oturdu, ‘Şükürler olsun,’ dedi. Efendi çılgına dönmüş gibiydi. ‘Budala gibi konuşmayın,’ dedi ama hanım, efendiyi yola getirecek! Bunun nasıl olacağını çok iyi biliyorum, her zaman hanım ne yandaysa, o yanda durmak iyidir, bak söylüyorum sana.”
Bunun üstüne Kara Sam pek engin bir zekâ taşımasa da tipik bir politikacının özel yeteneği olan ve iş bilenin kılıç kuşananın diye tanımlanan özellikten nasibini almış koca kafasını kaşıdı. Vızır vızır düşünceler nedeniyle aklı fena halde karışmıştı. Daha sakin düşünebilmek için her zamanki yöntemine başvurarak pantolon askılarını çekiştirdi. Sonunda, “Bu sizin dünyanızda imkânsız diye bir şey yok mudur?” diye sordu.
Sam “bu” sözcüğünü vurgulayarak tüm dünya türleri üstüne geniş deneyler yapmış da bu sonuca varmış bir filozof gibi konuşmuştu.
Ardından düşünceli bir tavırla, “Şimdi de hiç kuşkum olmaksızın söylüyorum ki, hanımın Lizzy’nin arkasından onu bulmak için dünyayı birbirine katması gerekirdi,” dedi.
“Elbet gerekirdi,” dedi Andy, “ama burnunun dibindeki gerçeği göremiyor musun kara zenci seni? Hanımefendi, Haley’in Lizzy’yle oğlunu bulmasını istemiyor, olay bu!”
“Müthiş!” Yalnızca zenciler arasında yaşayanların duyabileceği inanılmaz bir vurguyla söylemişti bunu.
“Daha da ötesini söyleyeyim,” dedi Andy. “Bence atları hazırlasan iyi olur, hem de elini çabuk tutarak… Hanım seni soruyordu, aptal aptal dikilip durduğun yeter.”
Bunun üstüne Sam harekete geçti, az sonra yeniden ortaya çıktı ve Bill ile Jerry’nin eşkin yürüyüşü eşliğinde eve doğru şerefle gitmeye başladı. Atlar durur gibi olur olmaz hemen işe yatkın bir hareketle öne atılıyordu, sonunda onları at bağlama yerinin önüne kadar fırtına gibi getirdi. Ürkek bir tay olan Haley’in atı, çekingenlikle sekiyor, yularını geriyordu.
“Hoo hoo!” dedi Sam. “Korktun mu?” Kara yüzü garip, haylaz bir gülüşle ışıdı. “Ben şimdi seni yola getiririm!”
Eve yakın, kocaman, gölge yapan bir kayın ağacı vardı, küçük sivri, üçgen, sert kabuklu meyveleri dökülüp toprağın her yanını örtmüştü.
Bunlardan birini parmakları arasına alan Sam, taya yaklaştı. Okşayıp hafifçe vurarak onu sakinleştirmeye çalıştı. Eyeri ayarlamaya çalışıyormuş gibi yaparak sivri, küçük meyveyi eyerin altına kaydırdı, bunu öyle yapmıştı ki, eyerin üstündeki en küçük bir ağırlık bile zaten sinirli olan hayvanı iyice kızdıracak ama en küçük bir yara ya da sıyrık bırakmayacaktı.
Gözlerini devirerek yaptığını onaylayan bir sırıtışla, “İşte!” dedi, “yola getirdim!”
O anda Mrs. Shelby balkonda belirerek ona yaklaşması için işaret etti. Sam, St. James ya da Washington’da iş bulmuş bir talibin kur yapmayı kafasına koymuş tavrıyla yaklaştı.
“Neden bu kadar oyalandın Sam? Elini çabuk tutman için Andy’yi gönderdim.”
“Tanrı sizi korusun hanımım! Atlar öyle bi’dakkada yakalanmıyolar ki!.. Güney çayırında Tanrı bilir nereye doğru kaçıp gittiler!”
“Sam, kaç kez senden Tanrı sizi korusun ya da Tanrı bilir gibi şeyleri söylememeni istedim. Kötü bir şey bu.”
“Ah, Tanrı ruhumu korusun! Unutmuşum hanımım! Bi’ daha böyle şeyler söylemeyeceğim.”
“Ama şimdi yine söyledin işte.”
“Öyle mi? Tanrı’m! Yani amacım o değildi.”
“Dikkatli olmalısın Sam.”
“Biraz soluk alayım hanımım, sonra daha iyi çalışabilirim. Çook dikkatli olacağım.”
“Yolu göstermek, ona yardım etmek için Mr. Haley’le gideceksin. Atlara dikkat et, geçen hafta Jerry biraz topallıyordu, çok hızlı sürme sakın!”
Mrs. Shelby son sözcükleri alçak sesle, üstüne basa basa söylemişti.
Sam gözlerini yuvalarında çevirerek sesinde belirli bir anlamla, “İşi bu çocuğa bırakın siz!” dedi. “Tanrı bilir! Müthişşş! Denmez mi şimdi buna!” Bu sözler ağzından çıkar çıkmaz hanımı da kendini tutamayıp güldüren ani bir korkuyla soluğunu tutuverdi.
“Evet hanımım. Atlara dikkat ederim!”
Kayın ağaçlarının altındaki yerine dönen Sam, “Bak Andy,” dedi, “o beyefendinin bineceği yaratık yerinde güzel güzel dururken adam tam bineceği sırada ansızın dellenirse hiç şaşmam. Bilirsin, bu yaratıklar böyle şeyler yapar.”
Sözün tam burasında son derece imalı bir hareketle Andy’yi böğründen dürttü.
Andy hemen onaylar bir tavırla, “Müthişşş!” dedi.
“Evet, hanım zaman kazanmak istiyor, en sıradan adam bile bunu anlar. Ben, onun için biraz zaman kazanacağım. Şimdi sen git ne kadar at varsa sal, ormana gitsinler, efendinin o kadar acelesi yok nasılsa!”
Andy sırıttı.
“Yani Andy, Efendi Haley’in atı aksilik eder de yürümezse biz atlarımızdan inip ona yardıma gideceğiz ve ona yardım edeceğiz ya!” Sam ile Andy başlarını arkaya atıp boğuk kahkahalarla çılgınca gülmeye başladılar, bir yandan da parmaklarını şıklatıp topuklarını büyük bir keyifle birbirine vuruyorlardı.
O anda Haley verandada göründü. Birkaç fincan çok iyi kalite kahveyle iyice gevşemiş ve keyfi yerine gelmiş olarak güle konuşa dışarı çıktı. Sam ile Andy de şapka deme alışkanlığını bir türlü bırakamadıkları palmiye yapraklarından yaptıkları o lime lime şeyi kaptıkları gibi kafalarına geçirip efendilerine yardım etmek için (!) atların bağlı durduğu parmaklığa seğirttiler.
Sam’in palmiye yaprağı, saç örgüsü gibi örüldüğü tepe bölümlerinin ucuna doğru, özellikle de kenarlarında ustalıkla çözük bırakılmıştı, ince dilimler ayrık ve dik duruyor, Sam’e aynı bir Fejee Şefi gibi göz kamaştırıcı bir özgürlük ve meydan okuma havası veriyordu.
Andy’ninkinin kenarlarıysa hepten ayrılıp kopmuştu, tacını tepesine pat diye el çabukluğuyla oturttu, “Kim demiş şapkam yok diye?” diyormuş gibiydi.
“Ee çocuklar,” dedi Haley, “canlanın bakalım, zaman yitirmeyelim.”
Sam, “Hem de bir dakika bile efendim!” diyerek Andy öbür atları çözerken Haley’in atının dizginini kavrayıp üzengiyi tuttu.
Haley eyere dokunur dokunmaz zaten yerinde duramayan hayvan ansızın ok gibi fırlayıp havaya sıçradı, o anda binicisi de kendini ayakları bir yanda, kolları bir yanda, yumuşak, kuru otların üstünde buldu. Sam çılgın gibi bağırıp çağırarak dizginlere doğru atıldı ama tek başarabildiği, daha önce sözünü ettiğimiz palmiye yaprağıyla atın gözünü sıyırtmak oldu ki, bu da hiçbir biçimde hayvanın sinirlerini yatıştıracak bir hareket değildi. Böylece at müthiş bir hırsla Sam’i devirdikten sonra küçümsermişçesine burnundan birkaç gürültülü soluk koyverdi, arka ayaklarını hızla havaya kaldırdı ve çayırlığın öte yanına doğru dörtnala bir koşu tutturdu, peşinden müthiş bir hızla Andy’nin çözdüğü Bill ile Jerry gidiyordu. Herkesin başka bir şey yaptığı bir kargaşa başladı. Sam ile Andy bağırarak koşuyorlar, orada burada köpekler havlıyor, Mike, Mose, Mandy, Fanny, kadın-erkek ne kadar hizmetli varsa açık saçık sözlerle kahve dövücünün hınk deyicisi misali yorulmak bilmez bir coşkuyla koşuşup ellerini çırpıyor, naralar atıp bağırıyorlardı.
Kır donlu, çok çevik ve canlı olan Haley’in atı, sahnenin en can alıcı noktasına olanca “havasıyla” girdi ve kendine yaklaşık bir buçuk kilometre uzunluğunda, her yanı tatlı bir eğimle ormanda biten bir çayırlığı koşu alanı olarak belirledi. Peşindekilerin ne kadar yaklaşacaklarına izin vereceğini görmekten özel bir haz duyuyor gibiydi, derken tam bir kol boyu uzaklıktayken, burnundan salıverdiği homurtuyla çılgın gibi öne doğru fırlayıp uzakta, orman yolunda gözden yitti haylaz canavar. İstediği gibi bir durum olmadıkça arkadaki güruhtan birini yanına almak kadar hiçbir şey Sam’in düşüncesine uzak değildi, gösterdiği çabaysa gerçekten kahramancaydı. Aslan Yürekli Richard’ın savaşın hep önünde ve en yoğun yerinde parladığı gibi Sam’in palmiye yaprağı da atın yakalanması en az olası yerde görülüyor, oradan avazı çıktığı kadar, “Şimdi! Yakalayın! Yakalayın!” diye bağırdığı duyuluyor, bir anda herkes birbirine giriyordu.
Haley bir oraya bir buraya koştu, sövdü, saydı, haylaz çocuklar gibi tepindi. Mr. Shelby boş yere balkondan emirler yağdırdı, Mrs. Shelby’yse dairesinin penceresinden tüm bu kargaşanın altında yatan nedenin yarattığı kuşkuyu da göz ardı etmeksizin önce güldü, sonra düşündü.
Sonunda, on iki sularında Sam, Jerry’ye binmiş, yedeğine de buhar tütecek kadar sırılsıklam terli, şimşek çakan gözleriyle genişlemiş burun deliklerine bakılırsa özgürlük duygusu hâlâ yatışmamış görünen Haley’in atını katmış, zafer kazanmış gibi döndü.
Gururla, “Yakalandı işte!” dedi. “Ben olmasaydım bunu yakalamak uğruna peşinde koşmaktan tıkanırlardı ama ben yakaladım!”
Hiç de şaka kaldıracak halde olmayan sabrı tükenmiş Haley, “Sen!” diye kükredi. “Sen olmasaydın bu iş asla böyle zıvanadan çıkmazdı!”
Sam sesinde derin bir kaygıyla, “Tanrı bizi korusun efendi,” dedi, “kan ter içinde kalıncaya kadar kovaladım onu!”
“Yaa, senin o boktan saçmalıkların yüzünden üç saate yakın zaman kaybettim. Hadi yola koyulalım artık, daha fazla salaklık istemiyorum.”
Sam şiddetle karşı koyarak, “Ama efendim,” dedi, “sizin atları da bizi de öldürmeye mi niyetiniz var? Burada hepimiz yere düşüp ölmek üzereyiz, hayvanlardan da terden buğu tütüyor. Yemekten sonraya kadar efendi yola çıkmayı düşünmez herhalde. Efendinin atı kurulanmak ister, baksanıza nasıl sırılsıklam, Jerry de topallıyor, hanımım bu halde yola çıkmamızı asla istemez. Tanrı sizi korusun efendim, dinlenirsek yetişebiliriz. Lizzy hızlı yürüyemez zaten.”
Şimdi sıra, verandadan kulak misafiri olduğu bu konuşmayla müthiş eğlenen Mrs. Shelby’ye gelmişti. İlerledi ve incelikli bir tavırla Haley’in kazasıyla ilgilendi, öğle yemeğine kalması için üsteledi, aşçı, yemeği sofraya getirmek üzereydi.
Böylece Haley biraz da kendini naza çekerek lütfeder gibi bir tavırla salona girdi, bu arada Sam arkasından tuhaf mimikler yapıyordu, sonra da ağırbaşlılığını takınıp atları ahıra götürdü.
İçeri girdi, iyice uzaklaşıp atı direğe bağladıktan sonra Andy’ye döndü.
“Gördün mü onu Andy ha? Gördün mü onu? Tanrı’m, onu öyle hoplayıp sıçrarken, yumruklar savurup söverken görmek, bizim akşam toplantıları kadar eğlenceliydi. Duymadım mı sanki? İstediğin kadar söv moruk herif (dedim kendi kendime), atınızı şimdi mi istersiniz yoksa yakalayana kadar bekleyecek misiniz (dedim ben).” Sam ile Andy ahırda bir yere dayanıp yüreklerinden gelen tüm keyifle güldüler.
“Atı getirdiğimde nasıl deli gibi olmuştu, görmeliydin. Tanrı’m o anda beni öldürecek gibiydi, bense suçsuz ve alçakgönüllü, orada öylece duruyordum işte.”
“Tanrı’m, seni gördüm,” dedi Andy, “sen de kaşarlanmış bir beygirsin zaten, öyle değil mi Sam?”
“Öyleyimdir herhalde. Hanımı üst kat penceresinde gördün mü? Gülerken gördüm ben onu.”
“Elbet gülüyordur, ben koşuyordum, hiçbir şey görmedim,” dedi Andy.
Ciddiyetle Haley’in tayını yıkama işine koyulan Sam, “Eh, görüyorsun ya gözlem diyebileceğin çok önemli bir yeteneğim var Andy. Senin de bunu geliştirmeni salık veririm, daha gençsin. Biliyor musun Andy, zencilerin bunca farklı olmasının tek nedeni gözlem yapmalarıdır. Bu sabah rüzgârın ne yana estiğini görmedim mi sanıyorsun? Hiç söylemese de hanımın ne istediğini görmedim mi sanki? İşte bizim gözlemimiz budur Andy. İstersen buna bir yetenek diyebilirsin. Yetenek dediğin şey insana göre değişir ama yetenekli olmak insana çok yol aldırır.”
Andy de, “Bence bu sabah gözlemine yardım etmeseydim, önünü bu kadar iyi göremezdin,” dedi.
Sam, “Andy,” dedi, “sen gelişme umudu veren bir çocuksun, buna hiç kuşku yok. Senin için epey kafa yordum. Senden fikir almaya da hiç utanmıyorum. Bizim kimseye kulak asmamamız gerek Andy, tepemizdekilerin en akıllısı bile bazen yanılabiliyor. Hadi bakalım Andy, artık eve gidelim. Kalıbımı basarım ki bu kez hanım bize yemekte dişe dokunur bir şeyler verecek.”




7
Annenin savaşı
Tom Amca’nın kulübesinden yola çıkıldığından beri Eliza’dan daha yalnız, terk edilmiş ve umutsuz bir insanoğlu düşlemek olanaksızdı.
Kocasının çektiği acılar ve karşılaştığı tehlikelerle çocuğunun karşı karşıya bulunduğu tehlike, kafasında bildiği tek evi terk etmek ve sevdiği, saydığı bir dostun korumasından ayrılmakla girdiği badirenin karmaşık ve sersemletici duygusunun etkisindeydi. Sonra bir de alıştığı nesnelerden, büyüdüğü evden, altında oynadığı ağaçtan, mutlu günlerinde kocasının yanı başında akşam yürüyüşleri yaptığı korulardan ayrılmak vardı. Her şey açık, beyaz bir gecede ona sitem ediyor, öyle bir evi nasıl bırakabildiğini soruyor gibiydi.
Yine de her şeyin en güçlüsü, korkutucu bir tehlikenin yaklaşmasıyla yoğrulup çılgınlık nöbetine dönüşmüş ana sevgisiydi. Oğlu yanı başında yürüyebilecek yaştaydı, değişik bir durumda elinden tutar giderdi ama şimdi onu kollarından bir an bile bırakma düşüncesi kadını ürpertiyor, tüm gücüyle ona sarılıp bağrına basmış, hızla ilerliyordu.
Donmuş toprağın ayağının altında çıtırdarken çıkardığı ses kadını ürpertiyor, her hışırdayan yaprak, her kımıldayan gölgeyle yüreği ağzına geliyor, adımlarını daha da sıklaştırıyordu. Kendi kendine ansızın tüm bedenini kaplayan o müthiş gücü düşündü, oğlunun ağırlığı tüy gibi geliyor, her korku dalgası o olağanüstü gücü daha da artırıyor, soluk dudakları sık sık büzülerek arasından yukarıdaki Dost’a bir dua fırlatıyordu.
“Tanrı’m yardım et! Tanrı’m kurtar beni!”
O çocuk sizin Harry’niz, anneniz olan bir kadın ya da Willie’niz olup da acımasız bir satıcı tarafından ertesi sabah zorla koparılıp alınacak olsaydı, siz de o adamı görmüş, kâğıtların imzalanarak alınıp verildiğini duymuş olsaydınız, üstelik de kaçıp kurtulmak için yalnızca gece on ikiden sabaha kadar süreniz olsaydı ne kadar hızlı yürüyebilirdiniz? Ciğerpareniz göğsünüzde, küçük, uyuklayan kafası omzunuzda, küçücük yumuşak kolları güvenle boynunuza sarılmış olarak o birkaç saatte topu topu kaç kilometre yapabilirdiniz?
Çocuk uyuyakaldı. Önceleri alışılmışın dışında korku onu uyanık tutuyordu ama annesi duydukları her sesi ve soluğu çabucak def etti, oğlana da yalnızca uslu durursa onu kurtarabileceği güvencesini verdi, o da sessizce annesinin boynuna asıldı, uykusu gelince de annesine, “Anne, uyanık kalmak zorunda değilim, değil mi?” diye sordu.
“Hayır bir tanem, uyumak istiyorsan uyu.”
“Ama anne, uyursam o adamın beni almasına izin vermezsin değil mi?”
Annesi, solgun yanaklarında ve iri, koyu gözlerinde daha da parlak bir ışıkla, “Hayır! Tanrı yardımcım olsun!” dedi.
“Eminsin, değil mi anne?”
“Evet, elbette eminim!” dedi annesi kendini bile irkilten bir sesle. Ses, içinde onun olmayan bir ruhtan geliyor gibiydi, çocuk küçük yorgun kafasını annesinin omzuna dayadı, çok geçmeden uyuyakaldı. O sıcacık kolları ve usul usul alınıp verilen solukları boynunda duyumsayışı nasıl da hareketlerine bir ateş ve canlılık katmıştı!
Teskin olmuş, uyuyan çocuğun her yumuşacık hareketi ve dokunuşuyla içine elektrik ırmaklarıyla güç doluyor gibi geliyordu Lizzy’ye. Bu üstün durum beynin beden üstünde etkin olmasından kaynaklanıyordu, bu da bir süre için eti ve sinirleri çelik gibi güçlendirip yenilmez kılıyor, sonuçta da zayıf olan bile çetin cevize dönüyordu.
Yürümeyi sürdürdü. Çiftliğin sınırları, koru ve orman uykudaymışçasına yanından geçip gitti, o hep yürüdü, tanıdık nesneleri birbiri ardına arkasında bırakarak, gevşemeden, durmadan ta kızıllaşmaya başlayan gün ışığı onu otoyolda bildiği her şeyden uzaklarda buluncaya dek.
Hanımıyla sık sık Ohio Nehri’nden pek uzakta olmayan küçük T. köyünde bazı yerlere gittiklerinden yolu iyi biliyordu. Ohio Nehri’nden geçip oraya gitmek kaçış planının aceleyle çizilmiş ilk rotasıydı, ondan ötesiniyse ancak Tanrı’dan umut edebilirdi. Atlar ve arabalar otoyolda görülmeye başladığında içinde bulunduğu heyecanlı duruma has, bir tür esin diyebileceğimiz uyanık bir kavrayışla, o başı önünde her şeye kayıtsız hızlı yürüyüşüyle soyutlanmış tavrının dikkat ve kuşku çekeceğinin farkına vardı. Oğlanı yere bıraktı, kendi giysisiyle başlığını düzeltti, görüntüsüne uyan bir hızda yürümeye başladı. Küçük çıkınına çocuğun hızını artırmak için kekle elma koymuştu, elmayı yuvarlıyor, çocuk yakalamak için arkasından koşarken, bir kilometreye yakın yol alıyorlardı.
Bir süre sonra içinden bir çayın mırıl mırıl aktığı sık bir ormanlık araziye ulaştılar. Çocuk açlık ve susuzluktan yakınınca, annesi onunla bir çiti aşıp yoldan görünmeyen büyük bir kayanın arkasına oturdu, küçük çıkınlarından çıkardığı kahvaltıyı verdi. Çocuk, onun yemeyişine şaşırmış, üzülmüştü, kollarını boynuna dolayarak kekin bir kısmını annesinin ağzına sokmaya çalıştı, çocuk böyle yaptıkça kadının boğazından bir şey yükseliyor, onu boğacak gibi oluyordu.
“Hayır hayır, Harry canım! Sen güvencede oluncaya kadar anne yiyemez! Devam etmeliyiz, ta nehre gelinceye kadar…” Sonra yine aceleyle yola çıktı, aralıksız, tüm gücüyle yürümek için kendini zorladı. Tanınabileceği bölgeleri geçeli çok olmuştu. Onu tanıyacak birine rastlayacak olursa Mr. ve Mrs. Shelby’nin herkesin bildiği iyi yürekliliği kuşkuları uzaklaştırıp bir kaçak olma olasılığını sıfırlardı. Ayrıca zenci soyundan denemeyecek kadar beyazdı, çocuğu da öyle olduğu için kuşku uyandırmaksızın geçip gitmesi daha kolay olurdu.
Bu zanla, öğle zamanı hem çocuğuna ve kendisine yiyecek bulabilmek hem de dinlenebilmek için temiz görünümlü bir çiftlik evinde durdu. Uzaklaştıkça tehlike küçülüp sinir sistemi üstündeki doğal olmayan baskı da azalınca çok acıkmış ve yorulmuş olduğunu duyumsadı.
Kadın, iyi yürekli, dedikoducu biriydi, konuşacak birinin gelmesinden hoşnut, onu pek de sorgulamadan kabul etti. Eliza biraz bunaldığını, arkadaşlarıyla bir hafta geçirmeye gittiğini söyledi, içinden de bunun gerçekleşmesini diliyordu.
Günbatımından bir saat önce yorgun, ayakları yara bere içinde ama yüreği hâlâ pek, Ohio Nehri üstündeki T. köyüne girdi. İlk olarak, kendisiyle diğer kıyıdaki özgürlük olan Kenan ülkesini ayıran, Ürdün Nehri gibi akan nehre baktı.
İlkbaharın başları olduğundan nehir kabarmış, girdaplar yaparak akıyor, burgaç gibi sularda koca buz tabakaları yüzüyor, oradan oraya olanca ağırlıklarıyla savruluyorlardı.
Kentucky yakasındaki kıyı, suyun içine doğru uzayarak bir kıvrım yapıyordu, burada bolca buz birikmişti, kıvrımı çevreleyen dar kanal birbiri üstüne yığılmış buzlarla doluydu, bunlar en alttaki buza kadar merdiven gibi iniyor, neredeyse Kentucky kıyısına kadar uzanan koskoca, dalga dalga bir yükselti biçiminde tüm nehri dolduruyordu.
Eliza nehrin öte yakasına geçişi engelleyen elverişsiz görüntüyü durup bir an izledi, sonra da biraz araştırma yapmak için kıyıdaki küçük bir hana gitti.
Ateşin başında bir şeyleri fışırdatarak, kaynatarak akşam yemeği hazırlığındaki kadın, Eliza’nın tatlı kederli sesi dikkatini çekince çatal elinde durdu.
“Ne var?” diye sordu.
“Yolcuları B.ye götürecek bir gemi ya da tekne falan yok mu?”
“Hiç öyle bir şey yok,” dedi kadın. “Hiçbir tekne çalışmıyor.”
Eliza’nın hayal kırıklığıyla umutsuzluğu kadını etkiledi, soruştururcasına, “Neyiniz var, birisi mi hasta? Çok kaygılı görünüyorsunuz?” dedi.
“Çocuğum tehlikede. Dün gece haberim oldu, bugün de epey yürüdüm, bir tekne bulurum diyordum.”
“Yaa, bu şanssızlık işte,” dedi kadın. Analık duyguları kabarmıştı. “Size gerçekten üzüldüm. Solomon!” diye pencereden arkadaki küçük bir eve doğru bağırdı. Deri bir önlük takmış, elleri kir içinde bir adam kapıda göründü.
“Bak ne diyorum Sol, bizim adam bu akşam varilleri götürmeyecek mi?”
“Bir yolunu bulursa götüreceğini söyledi.”
Kadın, “Buralarda bir adam var, uygun olursa bu akşam kamyonla yola çıkacak, yemeğe de buraya gelecek. Siz en iyisi hazır olup bekleyin. Bu pek tatlı bir küçük,” diye sözlerine son bir cümle ekleyerek oğlana bir dilim kek uzattı.
Ne var ki iyice tükenmiş olan çocuk yorgunluktan ağlamaya başladı.
“Zavallıcık, yürümeye alışkın değil, ben de biraz zorladım,” dedi Eliza.
Kadın, “Eh öyleyse onu şu odaya götürün,” diyerek rahat bir yatağın olduğu küçük bir yatak odasının kapısını açtı. Eliza yorgun çocuğu yatağa bıraktı, uykuya dalıncaya kadar da ellerini, kendi ellerinin içinde tuttu. Onlara dinlenmek yoktu. Peşindekinin düşüncesi, kemiklerinde yanan bir ateş gibi zorluyordu onu, özgürlükle arasında için için kaynayan, kabarıp yuvarlanan sulara gözünü dikip özlemle baktı.
Peşindekilerin ne yaptığını görmek için burada şu an için onu bırakmamız gerekiyor.
Mrs. Shelby yemeğin hemen yeneceğini söylediyse de, az sonra görüleceği, daha önce de pek çok kez görüldüğü gibi bir anlaşma yapmak için bir kişiden fazlası gerekir. Bu nedenle de emir, Haley’in duyacağı biçimde verilmiş ve en az beş-altı genç haberciyle Chloe Teyze’ye taşınmış olmasına karşın hazret, huysuz homurtular koyverip başını sallamakla yetinmiş, elinin altındaki her işi her zamankinden daha kılı kırk yararak, daha özene bezene yapmayı sürdürmüştü. Çok özel bir nedenle, hizmetçiler arasında gecikmeler için hanımın gücenmeyeceğine ilişkin bir izlenim hüküm sürmekteydi ve olayların gecikmesi için peş peşe kazaların inadına oluşuvermesi harikaydı. Şansı yaver gitmeyenlerden biri sosu bozunca, büyük bir dikkat ve ciddiyetle yeni baştan sos yapmaya giriştiler. Gözünü ayırmadan bin bir itinayla sosu karıştıran Chloe Teyze acele etmesini söyleyen herkesi kısaca, “Birilerini yakalama uğruna çiğ sosu sofraya koyamam ya,” diye yanıtlıyordu. Biri elinde suyla yuvarlandı, berikinin gidip biraz daha su alması gerekti, bir başkası pişmiş aşa soğuk su kattı, bu arada kıkırdaşarak ikide bir mutfağa “Mr. Haley’in çok tedirgin olduğu, iskemlesinde rahat oturamayıp verandada yerinde durmaksızın bir yandan kasıla kasıla yürürken bir yandan çene çaldığı” yolunda haberler geliyordu.
Chloe Teyze kızgınlıkla, “Oh olsun ona!” dedi. “Kendine çekidüzen vermezse birileri gerçekten onu tedirgin edecek. Tanrı’nın önünde hesap vereceği zaman izle onu!”
Küçük Jane, “Hak ediyor başına gelecekleri!” dedi. “Çok ama çok ah aldı, haberiniz olsun.”
Bunu söylerken tuttuğu çatalla birlikte elini havaya kaldırarak durdu. “Efendi George’un Vahiy Kitabı’nda okuduğu gibi, mihrabın altına çağrılan ruhlar! Köle satıcılarından öç almak için Tanrı’ya yapılan çağrı, bir-iki derken Tanrı onları duyacaktır, evet duyacaktır!”
Artık yemek içeri gönderildiğinden, herkes mutfakta çok saygı gören, ağız açık dinlenen Chloe Teyze’nin düşüncelerini öğrenmek ve onunla dedikodu etmek için fırsat bu fırsat çevresini sardı.
“Köle satıcıları sonsuza dek yanacaklar kuşkusuz, değil mi?” dedi Andy.
“Yemin ediyorum ki, bunu görmek hoşuma giderdi,” dedi küçük Jake.
Hepsini irkilten bir ses, “Çocuklar!” dedi. İçeri giren Tom Amca’ydı, kapıda durmuş konuşmayı dinliyordu.
“Çocuklar, korkarım ne söylediğinizi bilmiyorsunuz. Sonsuza dek korkunç bir sözcüktür, düşünmek bile korkunç. Hiçbir insanoğlu için böyle bir şey dilememelisiniz.”
Andy, “Can kardeşlerimizi hayvan gibi güdenlerden başka kimse için dilemeyiz. Kimse onlar için bunu dilememezlik edemez, öylesine kötüler ki…”
Chloe Teyze, “Doğa da onlar için gözyaşı dökmüyor mudur? Meme emen bebeği anasının göğsünden koparıp da satmıyorlar mı, o çocuklar ağlayarak analarının eteklerine yapışmıyor mu, onlar da çekip satmıyorlar mı onları? Karıkocayı ayırmıyorlar mı?” diyerek ağlamaya başladı. “Onların özündeki yaşamı koparıp almak değil mi bu? Bunlar olurken bir nebze bile bir şey hisseden var mı aralarında? Onlar yiyip içip sigaralarını tüttürürken her şeye akıl almaz bir biçimde boş vermiyorlar mı? Tanrı’m, şeytan onları da almayacaksa başka ne işe yarar ki?”
Chloe Teyze ekose desenli önlüğünü yüzüne kapattı, tüm içtenliğiyle hıçkırmaya başladı.
“Sizi kullananlar için dua edin, der kitap,” dedi Tom.
“Onlar için dua etmek ha? Tanrı’m, bu çok acımasız olmuyor mu? Onlara dua edemem.”
“Doğa bu, Chloe ve doğa güçlüdür,” dedi Tom, “ama Tanrı’nın lütfu daha güçlüdür, ayrıca zavallı yaratığın o yaptıkları için ruhunun ne berbat bir durumda olduğunu düşünmelisin ve ona benzemediğin için Tanrı’ya şükretmelisin Chloe. O zavallı yaratığın yanıtlaması gerekenlerin bana sorulmasındansa bin kez satılmayı yeğleyeceğimden hiç kuşkum yok.”
Jake, “Benim de yanıtlamam gereken şeyler var, hem de yığınla. Tanrı’m, yoksa atı yakalamasa mıydık Andy?”
Andy omuzlarını silkti, onaylayan bir ıslık koyverdi.
“Efendinin bu sabah tasarladığı gibi uzaklaşmadığına sevindim,” dedi Tom. “O beni satılmaktan daha çok üzerdi. Onun için doğal olabilir ama bebekliğinden beri onu tanıdığım için buna katlanmam zor olurdu. Efendiyi gördükten sonra Tanrı’nın iradesiyle daha uzlaşmışım gibi geliyor. Başka türlüsü elinde değildi, doğrusunu yaptı ama ben gittikten sonra işlerin sarpa saracağından korkuyorum. Efendinin benim gibi her yerde gözü kulağı olması, dizginleri elde tutması beklenemez. Çocuklar iyi niyetli ama çok dikkatsiz. Bu beni kaygılandırıyor.”
Tam o anda zil çaldı, Tom salona gitti.
Efendisi yumuşak bir tonda, “Tom,” dedi, “bu beyefendiye, istediği anda seni yerinde bulamazsa kaybedeceğim bin dolarlık bir kefalet ödediğimi bilmeni isterim; bugün başka işlerini halletmeye gidecek, sen de istediğini yapabilirsin. İstediğin yere git evladım.”
“Teşekkür ederim efendim,” dedi Tom.
Tüccar, “Aklını başına topla da, efendine o zenci numaralarını çekme sakın, yoksa seni yerinde bulamadığım an her senti çatır çatır alırım ondan. Bana kulak verirse hiçbirinize güvenmemeli, yılanbalığı gibi kaygansınız hepiniz!”
Tom, “Efendim,” dedi. Dimdik duruyordu. “Hanımefendi sizi kollarıma verdiğinde sekiz yaşındaydım, siz de bir yaşında bile yoktunuz. ‘İşte,’ demişti, ‘genç efendin, ona iyi bak.’ Şimdi size sormak istiyorum efendim, size verdiğim bir sözü hiç tutmadığım ya da ters düştüğüm bir durum oldu mu, özellikle Hıristiyan olduktan sonra?”
Mr. Shelby çok etkilenmişti, gözleri yaşlarla doldu.
“Benim iyi oğlum,” dedi, “doğruyu söylediğini Tanrı biliyor, yapabileceğim bir şey olsaydı dünya bir araya gelse seni alamazdı.”
Mrs. Shelby de, “Ben de bir Hıristiyan kadını olduğumdan emin olduğum kadar eminim ki, tutarı bir araya getirir getirmez bedelini verip seni geri alacağız,” dedi.
Sonra da Haley’e dönerek, “Beyefendi, onu kime satacağınız konusunda ince eleyip sık dokuyun ve bana haber verin,” diye ekledi.
“Tanrı’m, öyleyse bir yıl içinde onu geri getirip fazla yıpranmadan size geri satabilirim.”
“Ben de o zaman sizinle alışverişimi yapar, yararınıza da olmasını sağlarım,” dedi Mrs. Shelby.
“Elbette,” dedi köle tüccarı. “Benim için fark etmez. Alıp satmak iyi bir iş de olabilir, kötü bir iş de. Ben kötü bir iş yapmıyorum. Benim tek istediğim ekmek paramı kazanmak biliyorsunuz hanımefendi, sanırım, hepimizin istediği de bu.”
Mr. Shelby de Mrs. Shelby de köle tüccarının yüzsüzce teklifsizliği karşısında kendilerini alçalmış ve çok rahatsız hissediyorlar, yine de duygularına gem vurmanın kesin gerekliliğini görebiliyorlardı. Adamın yola gelmez bir çıkarcı ve duygu yoksunu olduğu ne kadar ortaya çıkarsa, Mrs. Shelby’nin, Eliza’yla çocuğunu yeniden ele geçirmeyi başarabileceği korkusu o kadar büyüyor, beri yandan onu engellemek için başvurduğu kadınca hileler de o kadar çoğalıyordu. Bu nedenle zarif bir gülümseyişle, onu onaylayarak yakın bir tavırla sohbet etti ve zamanın geçtiğini fark etmemesi için elinden geleni yaptı.
Saat ikide Sam ile Andy sabahki kaçışın ardından dinlenmiş, zindeleşmiş, canlanmış atları getirdiler.
Sam istekli, herkesin bir dediğini iki etmemek için her an hazır beklediği bir işgüzarlığın tadını alabildiğine çıkardığı yemekten “yakıtını almış”, yenilenmişti.
Haley ona doğru gelirken başlamaya bunca yaklaştığı harekâtın tartışmasız ve üstün başarısı için kibirli el kol hareketleri yaparak böbürleniyordu.
Tam ata bineceği sırada düşünceli düşünceli, “Efendinin köpeği yok sanırım,” dedi.
“Yığınla var,” dedi Sam zafer kazanmış gibi. “Bruno var, müthiş havlar, ayrıca her birimizin huyları farklı değişik köpekleri vardır.”
Haley, “Pöh!” dedi, ardından da sözü edilen köpeklere ilişkin Sam’in mırıldanarak yanıtladığı bir şeyler daha söyledi.
“Onlara sövmeye ne gerek var,” dedi Sam.
“Efendin zencileri kovalamak amacıyla köpek yetiştirmemiş de ondan!”
Sam, adamın ne demek istediğini çok iyi anlamıştı ama yüzünde içtenlik ve umutsuz bir saflıkla ona baktı.
“Bizim köpekler çok iyi koku alır. Bu konuda hiç eğitimleri yok ama bu bence cinslerinin iyi oluşundan kaynaklanıyor. Her şeyin en iyisini yaparlar, siz bir kez kovalamacayı başlatmayagörün. Bakın şimdi, Bruno!” diye hantal Newfoundland’ı ıslık çalarak çağırdı, o da paldır küldür onlara doğru koşmaya başladı.
Haley ata yerleşirken, “Sen git bak oralara!” dedi.
“Hadi, elini çabuk tut!”
Sam elini çabuk tutarken iki arada Andy’yi gıdıklayıverdi, o da kendini tutamayıp Haley’in gazabını üstüne çeken bir kahkaha koyverdi ama Haley kamçısıyla kahkahasını hemen susturdu.
Sam, “Beni hayal kırıklığına uğrattın Andy,” dedi müthiş bir ağırbaşlılıkla. “Bu ciddi bir iş Andy. Oyun oynanacak zaman değil. Efendiye böyle yardım edemezsin.”
Haley kararlılıkla, “Nehre varan düz yoldan gideceğim,” dedi. Bu arada malikâne arazisinin sınırındaydılar. “Bu yolların tümünü de bilirim. Yeraltına giden yolları bile.”
Sam, “Elbette. İşin aslı bu işte. Efendi Haley hedefi tam ortadan vuruyor. Şimdi, nehre giden iki yol var, bozuk olan, bir de anayol. Efendi hangisini seçmek ister?”
Andy saflıkla Sam’e baktı, bu yeni coğrafik durumu duymak onu şaşırtmıştı ama ateşli bir yinelemeyle berikinin söylediğini onayladı.
“Bence Lizzy, en az geçilen yol olduğu için bozuk yolu yeğlemiştir.”
Haley her ne kadar eski kulağı kesiklerdense ve en sıradan sözden bile kuşku duysa da bu bakış açısı aklına yatmış gibiydi.
Bir an düşündükten sonra dalgınca, “İkiniz de kahrolası yalancılarsınız!” dedi.
Adamın sesinin dalgın, düşünceli tonu Andy’yi öylesine eğlendirmişti ki, biraz arkada kalıp atından düşme pahasına şöyle bir silkelenir gibi yaptı, bu arada Sam’in yüzünü hiçbir mimik olmaksızın ciddi bir üzüntü kaplamıştı.
“Elbette,” dedi, “efendi ne isterse onu yapar, en iyisi budur diyorsa düzgün yoldan gider, bizim için hepsi bir. Şimdi düşününce anlıyorum ki cidden düzgün yol en iyisi.”
Haley, Sam’in sözüne kulak asmaksızın yüksek sesle düşünerek, “Tenha yoldan gitmiş olmalı,” dedi.
Sam, “Kimse bilemez,” dedi, “kadınlar gariptir, asla yapacağını sandığın şeyi yapmaz, çoğunlukla tam aksini yaparlar. Doğaları bile zıt yaratılmıştır, yani siz hangi yoldan gittiğini düşünüyorsanız, yapacağımız en iyi şey öbür yoldan gitmektir, o zaman bulursunuz. Şimdi benim kişisel kanıma göre Lizzy bozuk yolu seçmiştir, öyleyse bence düzgün yoldan gitmeliyiz.”
Kadın cinsinin bu engin ve kapsamlı incelemesi, Haley’in düzgün yola sapması için yeterince inandırıcı olmuşa benzemiyordu, kararlı bir sesle öbüründen gideceğini söyledi ve ne zaman varacaklarını sordu.
Sam, Andy’den yana olan gözünü kırparak, “Az ötede,” dedikten sonra ciddiyetle ekledi, “ama bu konuyu düşündüm de oradan gitmemeliyiz. Oradan hiç geçmedim, tenha bir yol olduğundan yolumuzu kaybedebiliriz, nereye çıkacağımızı Tanrı bilir.”
“Yine de o yoldan gideceğim,” dedi Haley.
“Şimdi aklıma geldi, o yola kaya düşmüş, geçişi kapatmış diyorlardı, değil mi Andy?”
Andy emin değildi, yola ilişkin duyduklarını yineledi ama kendisi geçmemişti oradan. Yani söyledikleri hiç de umut verici değildi.
Haley daha büyük ya da küçük yalanlar arasındaki olasılık dengesini kestirmeye alışıktı, önce bozuk yoldan gitmek istediklerini sandı, sonra istemeden bozuk yoldan söz ettiklerini, aslında düzgün yoldan gitmek istediklerini düşündü. Bu nedenle bozuk yoldan gitme kararına umutsuzca sarıldı.
Sam yolu gösterdiğinde Haley şevkle ileri atıldı, peşinden Sam ile Andy geliyordu.
Aslında yol eskiydi, bir süre önce nehre inen kestirme yol olarak kullanılmış, yenisinin yapılışından sonra da terk edilmişti. Bir saatlik gidişi açıktı, ondan sonra türlü çiftlikler ve çitlerle kesiliyordu. Sam bunu çok iyi biliyordu, yol o kadar uzun süre kapalı kalmıştı ki, Andy’nin yoldan haberi bile olmamıştı. Bunun için de görevine bağlı bir uysallıkla gidiyor, arada bir homurdanıyor ya da yüksek sesle, “Berbatmış, Jerry’nin ayakları için çok kötü”, falan gibi bir şeyler söylüyordu.
“Şimdi sizi uyarıyorum,” dedi Haley, “sizi bilirim, bu sızlanmalarla beni bu yoldan vazgeçiremezsiniz nasılsa, o yüzden susun!”
Sam acıklı bir boyun eğişle, “Efendi istediği yoldan gider,” derken bir yandan da bir olayın haberciliğini yaparcasına Andy’ye göz kırptı, Andy’nin sevinci patlama noktasına yaklaşmıştı.
Sam’in keyfi çok yerindeydi, canla başla araştırma işine girişmiş, arada bir uzakta, yüksek bir yerde bir kadın başlığı gördüğünü söylüyor ya da Andy’ye bağırarak o aşağıdaki çukurdakinin Lizzy olup olmadığını soruyor, bu telaşlı uyarıları da hep yolun en kötü, sarp kayalık, uçurumlu, hızlanmanın mümkün olmadığı yerlerinde yapıyor ve sürekli Haley’in aklını karıştırıyordu.
Böyle bir saat gittikten sonra büyük bir çiftliğin avlusuna hızlanarak karmakarışık bir “iniş yaptılar”. Görünürde tek canlı yoktu, herkes tarlalardaydı ama çiftliğin ambarı yolun tam ortasında, yalın, kare biçimiyle dikilirken o yöndeki seyahatlerinin bir sona ulaşmış olduğu kesindi.
Sam incinmiş saf bir adam havasında, “Efendiye söylemiştim,” dedi. “Hem bir yabancı nasıl olur da orada doğup büyümüş yerlilerden çok bir ülkeyi bilebilir?”
“Seni rezil!” dedi Haley. “Tüm bunları biliyordun.”
“Bildiğimi söylememiş miydim? Siz de bana inanmadınız. Efendi, oralar kapalı, çitlerle dolu, geçemeyiz, dedim, Andy duydu işte.”
Her şey tartışmaya gerek kalmayacak kadar doğruydu, talihsiz adam elinden gelen en incelikli biçimde öfkesini yutmak zorunda kaldı ve üçü de yüzlerini sağa dönüp anayola doğru atlarını sürdü.
Tüm gecikmelere karşın Eliza’nın köydeki handa çocuğu uyutmasından üç çeyrek saat sonra aynı yere geldiler. Eliza pencerede durmuş başka bir yöne bakarken Sam’in cin gibi gözleri onu hemen seçti. Haley ile Andy yaklaşık iki metre arkadan geliyorlardı. Böylesine tehlikeli bir durumda Sam şapkasını havaya atıp yüksek, garip bir sesle bağırmak gibi bir çıkar yol buldu, sesi Eliza’yı yerinden sıçrattı, hemen pencereden geri çekildi. Arama ekibi de bu arada pencerenin önünden geçip ön kapıya geldi.
Eliza için o bir anda binlerce yaşam yoğunlaşmış gibiydi. Odası bir yan kapıyla nehre açılıyordu. Çocuğu kaptığı gibi merdivenlere fırladı. Tüccar onu kıyıda gözden yiterken bir an için gördü, kendini atından aşağı attı ve bağırarak Sam ile Andy’yi çağırdı, bir geyiğin peşindeki av köpeği gibiydi. O baş döndürücü anda kadının ayakları yere değmiyordu sanki, bir an sonra kendini suyun kıyısında buldu. Hemen peşinden gelirlerken Eliza, Tanrı’nın ancak umutsuzlara verdiği bir güçle yüreklenmiş olarak vahşi bir çığlık attı ve uçarcasına kıyıda anafor yapan akıntının üstünden sıçrayarak ötedeki buz yığınının üstüne atladı. Umutsuzca çılgınlık ve umarsızlık hali olmasaydı olanaksız bir atlayıştı bu. Haley, Sam ve Andy içgüdüsel olarak bağırarak ellerini kaldırdılar.
Üstüne atladığı kocaman yeşil buz kütlesi, kadının ağırlığıyla çalkalanıp çatırdadı ama o orada bir dakika bile kalmadı. Çılgınca feryatlar ve umutsuzluğun verdiği güçle öbürüne, oradan da bir başkasına atladı, sendeleyerek, atlayarak, kayarak ama yine hemen ayağa sıçrayarak ilerledi. Ayakkabıları gitmiş, çorapları yırtılmıştı, kan her adımını işaretliyordu ama o hiçbir şey görmüyor, hissetmiyordu, ta ki düşteymişçesine bulanık da olsa Ohio kıyısını görene dek…
Bir adam kıyıdan yukarı tırmanmasına yardım etti.
“Her kimsen, yürekli bir kızsın,” dedi adam bir küfür sallayarak.
Eliza eski evinden pek uzakta olmayan bir çiftliği olan adamın sesini ve yüzünü tanıdı.
“Ah Mr. Symmes! Kurtarın beni, lütfen beni kurtarın, lütfen beni saklayın!”
“Neden, neler oluyor? Bu Shelby’nin kızı değilse n’olayım!”
“Çocuğumu, bu oğlanı, sattı o! İşte o da efendisi,” diyerek Kentucky kıyısını gösterdi. “Ah Mr. Symmes, sizin de küçük bir oğlunuz var!”
“Evet var,” dedi adam ve sert ama iyi yürekli bir tavırla kadının dik kıyıdan tırmanmasına yardım ederek. “Ayrıca da sen yürekli bir kızsın. Yiğitliği nerede görsem hoşuma gider.”
Eliza tırmanmasını bitirince adam durdu.
“Senin için bir şey yapmak hoşuma giderdi ama seni götürebileceğim bir yer yok. Senin için yapabileceğim en iyi şey oraya gitmeni söylemek,” diyerek köyün anayolunun yanında tek başına göze çarpan büyük, beyaz bir evi işaret etti.
“Oraya git, onlar iyi insanlardır. Orada bir tehlike yoktur, hem yardım da ederler, bu tür şeylere de alışkındırlar.”
“Tanrı sizden razı olsun,” dedi Eliza.
“Hiçbir durumda, dünyadaki hiçbir durumda, senin için yaptığımın önemi yok,” dedi adam.
“Bir de… elbet kimseye söylemezsiniz değil mi efendim!”
“Ağzından yel alsın! Sen beni ne sanıyorsun? Asla! Hadi şimdi aklı başında iyi bir kız gibi git. Özgürlüğünü hak ettin ve bana göre almalısın da, tıpkı benim gibi.”
Kadın çocuğunu göğsüne bastırdı, sağlam adımlarla kayarcasına uzaklaştı. Adam durup ardından baktı.
“Shelby, bunun dünyanın en iyi komşuluğu olmadığını düşünebilirsin ama bir insan başka ne yapabilir ki? O da benim kızlardan birini aynı durumda yakalarsa böyle yapar. Peşinde köpekler olan, canını dişine takmış, soluk soluğa kendini kurtarmaya çalışan hiç kimseyi görmeye dayanamam. Hem, avcı olup da öbür insanları yakalamam için bir neden görmüyorum.”
Temel insan ilişkileri konusunda hiç eğitilmemiş, bunun sonucunda da Hıristiyanca davranışlara sırtını dönmüş, daha okumuş, daha aydınlanmış olsa farklı davranacak olan bu garip barbar tavırlı Kentucky’li işte böyle biriydi.
Haley olup bitenlere nutku tutulmuş bir izleyici olarak bakakalmıştı, Eliza kıyıya tırmanıp gözden yitince anlamsız, soran bakışlarını Sam ile Andy’ye çevirdi.
“Bu katlanılabilir hakça bir iş darbesi,” dedi Sam.
Haley, “Bu kızın inanıyorum ki yedi tane şeytanı var! Nasıl da yabankedisi gibi sıçradı!” dedi.
“Şimdi,” dedi Sam kafasını kaşıyarak, “umarım efendi o yolu seçtiğimiz için kusurumuza bakmaz. Öyle bir yolculuktan sonra pek yoruldum!” Ve boğuk bir sesle kıkır kıkır güldü.
Tüccar, “Sen gül bakalım,” diye homurdandı.
“Tanrı sizi korusun efendim ama kendimi tutamıyorum,” dedi Sam. Ruhundaki baskı altında kalmış sevinci dışa vurmuştu. “Atlayıp sıçrarken, buz da bir yandan çatırdarken öyle garip görünüyordu ki, tek duyduğumuz onun sesi bir de plof, çank, floşş, atla gibi seslerdi. Tanrı’m! Nasıl da gitti ama!”
Sam ile Andy yaşlar yanaklarından süzülünceye kadar güldüler.
Tüccar, “Ağızınızın tersiyle güldüreceğim sizi!” diyerek başlarına doğru kamçısını savurdu.
İkisi de başlarını çabucak eğerek kıyıdaki bayırdan yukarı koştular, adam atına bininceye kadar onlar atlarına yerleşmişlerdi bile.
“İyi akşamlar efendi!” dedi Sam müthiş bir ciddiyetle. “Sanırım artık hanımım, Jerry için kaygılanmaya başlamıştır. Efendi Haley’in de bize gereksinimi kalmadı zaten. Hanımım hayvanları tüm gece Lizzy’nin peşinden koşturduğumuzu duymak istemezdi,” diyerek Andy’nin böğrünü şakacıktan dürttü ve atını mahmuzladı, Andy son hızla Sam’i izlerken kahkahaları rüzgârda boğuldu.




8
Eliza’nın kaçışı
Eliza son bir umutla nehrin öte yanına kaçtığında tam akşamın loş alacakaranlığıydı. Nehirden yavaş yavaş yükselen, gri sis kıyının eğiminde gözden yittiğinde onu sarıp sarmaladı ve kabarmış akıntıyla batıp çıkan buz kütleleri peşindekiyle arasında umut kırıcı bir barikat oluşturdu. Haley de hoşnutsuzlukla daha sonra ne yapılması gerektiğini düşünmek için ağır ağır küçük hana döndü. Kadın partal bir kilimle kaplı küçük salonun kapısını açtı, bir köşede çok parlak kara muşamba örtülü bir masa, değişik biçimlerde ince uzun arkalı tahta iskemleler, şöminenin rafında hafifçe tüten bir ızgaranın yukarısında göz alıcı renklerde alçı süsler, bir de ahşaptan yapılma uzun ve sert, rahatsız görünümlü, şöminenin önü sıra boydan boya uzanan bir sıra vardı.
Haley insanoğlunun umut ve mutluluğunun genelde ne kadar değişken olduğunu düşünmek için buraya oturdu.
“Bana böyle aşağılık zenciler gibi davranılmasını hak etmek için şu küçük yaratıktan ne istedim sanki?” deyip pek de seçkin sayılamayacak bir dizi küfrü sıralayarak rahatlamaya çalıştı, çoğunu doğru saymak için pek çok nedenimiz olsa da, bu bir beğeni sorunu olduğundan, yapmayacağız.
Kapıda atından inen birinin tiz, kaba saba sesiyle irkildi. Hemen pencereye seğirtti.
“Şu işe bakın! Bu bizim Tom Loker değilse n’olayım!”
Haley aceleyle dışarı çıktı. Barın yanında, odanın köşesinde güçlü kuvvetli, kaslı, iki metrelik boyu ve geniş gövdesiyle bir adam duruyordu. Saçı sakalı birbirine karışmış olmasının yanı sıra, öküz derisinden paltosu ona dış görünümüne çok uyan sert “kıllı” bir hava veriyordu. Her organından, özellikle yüzünün ifadesinden kaba, ölçüsüz şiddet uygulayacak biri olduğu anlaşılıyordu. Okurlarımız bir buldoğun insan kılığında bir palto ve şapkayla dolaştığını düşleseler, adamın genel görünümüne ve yarattığı etkiye hiç de aykırı bir şey yapmış olmazlar. Kendisine hiç benzemeyen bir yol arkadaşı vardı; kısa, ince, hareketleri kıvrak, kedimsiydi; bir fare gibi sinsi, keskin, siyah gözleri ve yüz hatları, karşısındakinin duygularını paylaşmak için yontulup hazırlanmış gibiydi, uzun burnu her şeye girmeye bayılırmışçasına dışa doğru uzamıştı; kaygan, parlak, ince ve kara saçları alnına düşüyordu. Tüm hareketleri su katılmamış sakıngan bir zekânın göstergesiydi.
Koca adam büyük bir bardağa yarısına kadar saf ispirto boşalttı, tek söz etmeksizin tek yudumda yuvarladı. Küçük adamsa ayak parmaklarının ucunda duruyordu, başını önce bir yana, sonra öbür yana çevirerek şişeleri oradan buradan kokladı; sonunda ince, titreyen bir ses ve büyük bir dikkatle naneli, buzlu bir içki söyledi. İçkisi konulduğunda alıp titiz, beğenmiş bir havayla, en doğrusunu yaptığını, turnayı gözünden vurduğunu düşünen bir adam tavrıyla küçük, tedbirli yudumlarla içmeye koyuldu.
Haley yaklaştı, elini koca adama uzatarak, “Eh şansımın sonunda kapıyı çalacağı kimin aklına gelirdi? Eee, Loker nasılsın bakalım?” dedi.
Nazik yanıt, “Şeytan seni!” oldu. “Neden buradasın Haley?”
Adı Marks olan fare adam ansızın içkisini yudumlamayı bıraktı, başını öne uzatarak cin gibi yeni gelene bakmaya başladı, o anda kuru bir yaprağı ya da avını gözleyen bir kediyi andırıyordu.
“Rastlantının böylesi Tom. Bir sorunum var, bana yardım et!”
Durumundan hoşnut arkadaşı, “Ooo? Yaa? Öyle görünüyor!” diye homurdandı. “Hiç kuşkun olmasın ki, birini görünce sevinmişsen onunla bir hesabın var demektir. Öt bakalım!”
Haley kuşkuyla Marks’a baktı.
“Arkadaşın mı? Ya da bir yol arkadaşı ha?”
“Evet, arkadaşım. İşte Marks, Natchez’deyken birlikte olduğum adam bu.”
Marks kuzgun pençesi gibi uzun, ince bir el uzatarak, “Tanıştığımıza memnun oldum,” dedi. “Mr. Haley değil mi?”
“Ben de memnun oldum efendim,” dedi Haley. “Eh, baylar böyle mutlu bir karşılaşmanın üzerine diyorum ki, bu salonda küçük bir iş çevirelim.”
Sonra bardaki adama dönüp, “Hadi bakalım ihtiyar zenci parçası, bize sıcak su, şeker, puro ve doğrudürüst bir şeyler getir de biraz eğlenelim.”
Derken, mumlar yakıldı, ızgaranın içindeki ateş iyice canlandırıldı ve bizim üç kafadar önceden tek tek özenle ısmarlanmış dostluk pekiştirici ne kadar malzeme varsa üstüne yayılmış olan masanın çevresine oturdular.
Haley garip sorunlarının acıklı beyanına başladı. Loker sustu, ters, asık suratlı bir dikkatle dinlemeye koyuldu.
Bir bardak punçu mızmızlanarak kendi garip damak zevkiyle buluşturmaya çalışan Marks, arada bir merakla kaldırdığı başı, Haley’in neredeyse burnuna soktuğu sivri burnu ve çenesiyle konuşmaya içten bir ilgi gösteriyordu. Sonuç, onu müthiş eğlendirmiş olacak ki, omuzlarıyla böğrü sessizce sarsılıyor, ince dudakları büzülerek içten içe ne kadar neşelendiğini gösteriyordu.
“Yani seni hallettiler öyle mi? He he! Temiz iş hani…”
Haley sıkıntılı bir tavırla, “Bu çocuklar ticarette çok sorun çıkarıyor,” dedi.
“Çoluk çocuğunu umursamayan bir kadın türü bulsak,” dedi Marks, “bugüne kadar bildiğim en büyük çağdaş gelişim olurdu.” Ortaya bir olta atarak yaptığı girişle üstünlük taslıyordu.
Haley, “Aynı dediğimiz gibi… Hiç anlamıyorum, şu çocuklar bir sürü dert açıyorlar başlarına, insan kurtulunca sevinecekler sanıyor ama sevinmiyorlar. Çocuğun en büyük sorunu da genelde ne kadar işe yaramazsa anasına o kadar yapışması.”
Marks, “Mr. Haley, şu sıcak suyu geçirir misiniz? Evet efendim, hepimizin ortak duygusunu dile getirdiniz. Bir zamanlar ticaret işindeyken bir kız almıştım, sıkı, hoş, enikonu da akıllı bir orospuydu, bir de insanın içini karartan hastalıklı bir çocuğu vardı, kamburdu; neyse, öyle ya da böyle birini bulup çocuğu kazıkladım, kızın onca sızlanacağı da aklımın köşesinden geçmemişti. Aman Tanrı’m, nasıl bastırdı görseniz. Oysa hastalıklı, huysuz, baş belası bir nesne olduğu için çocuktan kurtulmak işine gelir sanmıştım, üstelik numara da yapmıyordu, ağladı, ne kadar dostu varsa yitirmişçesine günlerce dalları budanmış ağaç gibi dolaşıp durdu. Düşününce bile gülünç geliyor. Tanrı’m, kadınların kafalarında olup bitenlerin anlaşılır yanı yok.”
“Eh, benimki de öyle,” dedi Haley. “Geçen yaz, Red Nehri’ndeyken bir kızla birlikte hoş görünümlü bir çocuk satın aldım, yıldız gibi parlak gözleri vardı ama gelin görün ki, taş gibi sağırdı. Gerçek, oğlanın taş gibi sağır olduğuydu. Ben onu elden çıkartmakta bir sakınca yok diye düşünmüş, kimseye sağır olduğundan söz etmemiştim; küçük bir fıçı viskiyle güzelce değiştokuş ettim ama iş annesinden ayırmaya gelince kız kaplan kesildi. Daha işe başlamamış olduğumuzdan köleleri zincirlememiştim, sen tut bir pamuk balyasının üstüne kedi gibi atla, güverte tayfalarının birinin elindeki bıçağı, bir dakikada havada uçarak kap, hiç kaçarı olmadığını görünce de, dön, çocuğu kafasından yakala, sonra ikisi birden doğru nehre! Lök gibi dibe gittiler, bir daha da çıkamadılar.”
Tüm bu öyküleri bastırılmış bir tiksintiyle dinleyen Tom Loker, “Breh breh!” dedi. “İkiniz de sümsüksünüz! Benim kızlarım asla böyle numaralar çekmez, duydunuz mu!”
“Yok canım! Nasıl engel oluyorsun peki?” dedi Marks ilgiyle.
“Engel olmak mı? Bak, bir kız satın aldığımda satılacak çocuğu varsa doğru kıza gider, yumruğumu yüzüne dayarım, ‘Bana bak, bana tek sözcük söylersen, suratını dağıtırım. Tek söz, sözcüğün ilk harfini bile duymayacağım!’ derim. ‘Bu çocuk da senin değil benim, senin onunla hiçbir ilişkin yok. İlk fırsatta satacağım haberin olsun, sakın bu konuda bir numara yapayım deme, yoksa doğduğuna pişman ederim seni!’ Kızlar da işi ele alış biçimimden hiç şakam olmadığını anlar Onları balıklar kadar suspus yapıveririm, biri hav diyecek olsa…” Mr. Loker durumu en iyi açıklayacak biçimde yumruğunu masaya indirdi.
Marks, Haley’in böğrünü dürterek, “Buna şiddet de diyebilirsiniz,” dedi, sonra da küçük bir kıkırtı daha koyverdi.
“Şu Tom garip değil mi? He he he! Ne diyorum biliyor musun Tom, bence sen onların anlamalarını sağlıyorsun, zencilerin kafaları örümcek ağı gibidir, bilirsin. Bir şeyden anlamazlar. Ne demek istediğin konusunda hiç kuşkuları olmamalı Tom. Sen şeytanın ta kendisi değilsen onun ikiz kardeşisin. Bunu söyleyebilirim!”
Tom övgüyü alçakgönüllülükle kabul etti ve John Bunyan’ın dediği gibi o köpeksi özelliklerine karşın tutarlı ve nazik görünmeye çalıştı. Akşam havasının tadını çıkartan Haley, ahlaki değerlerinde kabul edilebilir bir yükselmeyle genişleme duyumsamaya başladı. Beylerin durumlarını yeni koşullara uyarlayarak davranmaları yadırganacak bir şey değildir.
“Bak şimdi Tom, sen gerçekten kötüsün, bunu sana hep söyledim, biliyorsun Tom, Natchez’de de seninle bunları çok konuşmuştuk ve ben sana onlara iyi davranarak küpümüzü doldurabileceğimizi, bir yıl rahat yaşayacağımızı kanıtlamıştım. Ayrıca kötünün kötüsü olur da elimizde avucumuzda bir şey kalmazsa, bir şansımız daha olur demiştim.”
“Pöh!” dedi Tom. “Bilmiyor muyum sanki? Abuk sabuk konuşmalarınla benim kafamı bozma, midem şimdiden bulanmaya başladı.” Yarım bardak saf ispirtoyu yuvarladı.
Haley arkasına yaslanıp etkili olduğuna inandığı bir hareket yaptı.
“Diyorum ki… şunu söyleyeceğim, her zaman ticaretimi para kazanmak için yaptım, erkekler ticareti her şeyin önünde tutar ama ticaret her şey olmadığı gibi para da her şey değildir, hepimizin bir ruhu var, şu anda bunu kimin duyduğu umurumda bile değil, zaten üstümde bir kem göz var, o yüzden de baklayı ağzımdan çıkaracağım. Dine inanırım, bugünlerde her şeyi yerli yerine oturttuğumda, kendi içime dönmeyi tasarlıyorum, yani gerçekten gerekmedikçe daha çok kötülük yapmanın yararı ne? Bana hiç de akıllıca gelmiyor.”
Tom kibirli bir tavırla, “Kendi içine dönmek mi?” diye yineledi. “Özünde bir ruh bulmak için dikkatli bir gözle içini inceleyecek, sonra bu defterleri kapayacaksın. Şeytan seni kıl elekten geçirse bile saçının telini bulamayacak.”
“Ne o Tom, kızdın mı yoksa?” dedi Haley. “Biri senin iyiliğin için konuşuyorsa, neden tatlılıkla kabul etmiyorsun?”
Tom ters ters, “Kapa çeneni,” dedi, “dindarlık kisvesi altında yaptıkların dışında her tür konuşmana katlanırım, o tam anlamıyla canıma okuyor. Her şey bir yana, farkımız ne? Sen bir nebze daha mı duyarlısın ya da duyguların biraz daha mı fazla? Bu tam anlamıyla halis muhlis köpeklik, şeytan kandırıp paçayı kurtaracaksın, bunu görmüyor muyum sanki? Sonra da tutup senin deyişinle dine ‘sarılacaksın’. Ne kaypak bir davranış bu, ömrün boyunca şeytana borcun biriksin, sonra ödeme zamanı gelince sıvış! Peh!”
“Hadi, yapmayın beyler, iş böyle yapılmaz,” dedi Marks. “Tüm olaylara değişik bakış açıları vardır. Mr. Haley hiç kuşkusuz çok iyi bir adam ve onun da kendi vicdanı var, senin Tom kendi alışkanlıkların var, bazıları da çok iyi Tom; ama tartışma hiçbir amaca yanıt değildir. Şimdi işe gelelim. Bakın Mr. Haley, sizin şu kızı yakalamak için neyi üstlenmemizi istiyorsunuz?”
“O kız benim değil, Shelby’nin, ben yalnızca oğlanı istiyorum. Maymunu almakla enayilik etmişim!”
Tom aynı huysuz tavrıyla, “Sen çoğu zaman enayisin!” dedi.
“Yapma Loker, şu anda senin o babalanmalarına hiç gerek yok,” dedi Marks dudaklarını yalayarak, “gördüğün gibi Mr. Haley sanırım bize iyi bir iş öneriyor, sen de sakin ol biraz, benim asıl hünerim, senin iş anlaşmalarında ortaya çıkar. Şu sizin kız, Mr. Haley, nasıl biri?”
“Melez ve alımlı, iyi yetişmiş. Shelby’ye onun için sekiz yüz teklif ettim.”
“Melez, alımlı, iyi yetişmiş!” Marks’ın keskin gözleri, burun ve ağzı yatırım olasılığıyla canlanmıştı.
“Bak Loker, bu güzel bir açılış. Burada kendi hesabımıza bir iş yapacağız, çocuğu yakalayacağız elbette, o Mr. Haley’e gidecek, kızı da vurgun yapmak için New Orleans’a götüreceğiz. Güzel değil mi?”
Tom bu konuşma sırasında aralık duran kocaman, kaba ağzını büyük bir köpek bir parça etin üstüne kapatırmışçasına ansızın hızla kapattı, Marks’ın söylediği fikri acele etmeksizin hazmediyormuş gibiydi.
Marks, Haley’e, “Görüyorsunuz ya,” dedi, bu arada punçunu karıştırıyordu, “görüyorsunuz ya, her derde deva olmasını biliriz. Bu da bizim işimiz. Tom can alıcı darbeyi vurur, ardından ben iki dirhem bir çekirdek, parlayan çizmelerle falan devreye girerim. İş güven sağlamaya gelince üstüme yoktur.” Marks profesyonelliğinden gurur duyarak konuşmasını sürdürdü:
“Bu işte nasıl nabza göre şerbet verdiğimi görmelisiniz. Bir gün New Orleans’lı Mr. Twickem’dır, öbür gün yedi yüz zenci çalıştırdığım Pearl Nehri’nin kıyısındaki ekim alanlarından yeni gelmiş biri, derken Henry Cley’in uzaktan akrabası ya da Kentucky’li bir kart horoz olurum. Yetenek başka bir şey biliyor musunuz? Yumruklama ya da kavgada Tom bir kükrer, tamam ama yalana gelince hiç iyi değildir, Tom o işi beceremez, yani ona doğal gelmez ama Tanrı’m, bu ülkede her şey için ant içip söz verecek, tüm koşulları belirleyip benden daha ekşi bir suratla onları süsleyecek ve benden daha iyi taşıyacak biri varsa, beri gelsin! Yürekten inanıyorum ki, yasalar daha ayrıntılı olsaydı, boşlukları daha iyi değerlendirirdim. Bazen daha ayrıntılı olmalarını diliyorum, öyle olsaydı çok daha tatmin edici olurdu, daha çok eğlenirdik, biliyor musunuz.”
Daha önce de anlattığımız gibi Tom Loker ağır işleyen düşüncelerin ve ağır hareketlerin adamıydı, Marks’ın sözlerinin tam bu noktasında ağır yumruğunu her şeyi şangırdatacak hızda masaya indirdi.
“Öyle de olacak!” dedi.
Marks, “Tanrı seni korusun Tom, tüm bardakları kırmana gerek yok, yumruğunu gerekli olduğu zamana sakla,” dedi.
Haley, “İyi de beyler, kârı nasıl paylaşacağız?” diye sordu.
Loker, “Oğlanı yakalamamız yetmiyor mu? Ne istiyorsun?” dedi.
Haley, “Eh, ben size iş veriyorsam, bir değeri olmalı, kadını da satacaksanız, kârın yüzde onu diyelim, giderler ödenmiş olarak…”
Loker sunturlu bir küfür savurarak ağır yumruğunu masaya indirdi.
“Seni bilmez miyim Dan Haley? Sakın üstüme geleyim deme! Ne yani, kadını yakalayıp cebimiz boş mu dönelim? O kadar uzun boylu değil! Biz kızı alacağız, sen de sesini çıkarmayacaksın, yoksa ikisini birden alırız. Kim engelleyebilir ki? Sen mi oyunun kurallarını belirliyorsun yani? Sen ne kadar özgürsen biz de o kadar özgürüz! Shelby ya da sen izlemek isterseniz geçen yılki kekliklere bir bak bakalım, onları ya da bizi bulabilirsen, ne âlâ!”
Haley telaşlanmıştı.
“Eh, elbette canım, anlaşma böyle kalsın, siz oğlanı yakalayıp işinizi yapın, sizler ‘ya hep ya hiççiler’siniz, benimle de uzun süre ticaret yaptınız. Her şey senin istediğin gibi olurdu Tom.”
“Bunu biliyorsun. Ben senin o ağlama numaralarını yapmam ama şeytanla hesabımda da yalan söylemem. Dediğimi yaparım, yapacağım da, bunu biliyorsun Dan Haley.”
“Aynı dediğin gibi, evet aynı öyle, ben de bunu kastetmek istemiştim Tom,” dedi Haley. “Oğlanı bir hafta sonra söyleyeceğiniz bir yerde teslim etmeye söz verin, tek isteğim bu.”
“Ama benim tek istediğim o değil,” dedi Tom. “Seninle Natchez’de boşuna mı iş yaptım sanıyorsun Haley? Yakaladığımda balığı elimde tutmayı öğrendim. Elli doları hemen bastır, yoksa cebine davranmazsın, seni bilirim.”
“Elinde temizinden bin ya da altı yüz kâr getirebilecek bir iş varken, mantıksız davranıyorsun,” dedi Haley.
“Öyle. Gelecek beş haftayı elimizden geleni yapmak üzere bu işe ayırmadık mı? Diyelim ki, her şeyi bırakıp şu senin çocuğun peşinden taban tepeceğiz ama sonunda kadını yakalayamayacağız, kadınlar yakalanmak istemediklerinde şeytan olur, o zaman ne olacak? Bize tek sent öder miydin? Öder miydin ha? Seni gözümün önüne getiriyorum da… peh! Hayır hayır, sen ellini tosla bakalım. İşi yapar, para da alırsak, geri veririm, olmazsa girdiğimiz sıkıntının bedeli olur, tamam, değil mi Marks?”
Marks yatıştırıcı bir sesle, “Elbette elbette,” dedi, “yalnızca vekâlet ücreti he, he! Biz avukatlar, malum… Eh hepimiz iyi davranışlar içinde olmalı, işi kolaylaştırmalıyız biliyorsunuz. Tom istediğin bir yere çocuğu getirir, değil mi Tom?”
“Çocuğu bulabilirsem Cincinnati’ye getirir, Granny Belcher’in inişinde bırakırım,” dedi Loker.
Marks cebinden yağlı bir cep defteriyle uzun bir kâğıt çıkardı, oturdu, keskin kara gözlerini dikip yazdıklarını mırıldanmaya başladı. Barnes Shelby, eyaletten çocuk Jim, onun için üç yüz dolar, ölü ya da diri.
Edwards, Dick ile Lucy, karıkoca, altı yüz dolar, orospu Polly ve iki çocuğu, ona da altı yüz.
“Şöyle işlerin üstünden bir geçeyim de bakalım ne yapmışız bir göreyim, dedim Loker,” dedi biraz duraladıktan sonra. “Bu yılı kazasız belasız geçirebilecek miyiz diye işin bir kez daha üstünden geçiyorum,” dedi, ardından da, “bunları yakalamak için işe Adams ile Springer’ı da katmalıyız, onlarla daha önce iş yaptık,” diye ekledi.
“Çok pahalıya mal olurlar,” dedi Tom.
Marks, “Onu ben ayarlarım, onlar bu işte daha yeni, o yüzden işi ucuza yapabilirler,” dedi bir yandan da okumayı sürdürüyordu.
“Kolay işlerde üçü çalışır, sonuçta ya vuracaksınız ya da vurduğunuza yemin edeceksiniz. Ağır bir iş değil. Ücreti de düşük olacak elbette. Öbürleriyse,” dedi kâğıdı katlayarak, “bir belayı savuşturmayı üstlenenlerdir. O yüzden artık özel ayrıntılara girebiliriz. Şimdi, Mr. Haley bu kızın nerede karaya çıktığını gördünüz mü?”
“Hiç kuşkusuz, sizi gördüğüm kadar net, hem de…”
“Ve öbür yakada ona çıkması için yardım eden bir de adam ha?” dedi Loker.
“Hiç kuşkusuz, bunu da gördüm.”
Marks, “Akla en yakın olasılık, bir yere götürüldüğü ama asıl sorun nereye olduğu? Tom sen ne diyorsun?”
“Nehri bu gece geçmeliyiz, bunda hata olmamalı.”
Marks, “Ama kayık yok ki,” dedi. “Buzlar korkunç bir biçimde yuvarlanıyor Tom, tehlikeli olmaz mı?”
Tom kararlılıkla, “O konuda bir şey bilmiyorum, tek bildiğim yapılması gerektiği,” dedi.
Marks huzursuzca kıpırdanarak, “Hey Tanrı’m!” dedi. “Olacak da… diyorum ki,” dedi pencereye yürüyerek, “dışarısı kurt ağzı gibi karanlık Tom…”
“Sözün kısası sen korkuyorsun Marks ama bu konuda bir şey yapamam, gitmemiz gerek. Diyelim ki sen bir-iki gün yattın, kızı da sen işe başlamadan yeraltından bir yerden Sandusky’ye falan kaçırdılar…”
“Aa, hayır, zerre kadar korkmuyorum,” dedi Marks, “yalnızca…”
“Yalnızca ne?”
“Şu kayık işte. Hiç kayık yok da…”
“Kadının bu akşam bir tekne geleceğini söylediğini duydum, bir adam da onunla karşıya geçecekmiş. Ya hep ya hiç, onunla gitmeliyiz,” dedi Tom.
Haley, “Umarım iyi köpekleriniz vardır.”
“Birinci sınıf,” dedi Marks, “ama ne yararı var? Koklatacak bir şey yok ki!”
Haley zafer kazanmışçasına, “Evet var,” dedi. “Aceleyle çıkarken yatağın üstünde bıraktığı şalı var. Başlığı da var…”
Loker, “Şansımız yaver gidiyor,” dedi. “Şunları uçlan bakalım.”
“Uyarısız saldırırlarsa köpekler kadına hasar verebilir.”
Marks, “Bunu dikkate almalıyız. Bir kez Mobile’de adamın birini biz kurtarıncaya kadar bin parçaya ayırmışlardı.”
Haley, “Köle ticaretinde görünüş önemlidir. Böyle bir şey olsun istemem.”
Marks, “Bal gibi anlıyorum. Ayrıca çevresi sarıldığında da izlenmemeli. Bu eyalette o yaratıkların izlenmesinde köpek kullanmak pek akıl kârı değil, kaldı ki köpeklerin gittiği yoldan gidemezsiniz. Yalnızca geniş ekin alanlarında zenciler koştuğunda kovalar ki, onun da bize yararı olmaz.”
Loker, “Eh,” dedi. Bazı araştırmalar yapmak için bardan çıkmıştı. “Kayıkla bir adam gelecekmiş ha Marks?”
Sözü edilen değerli zat, ayrılacağı rahat ortama acıklı bir bakışla baktı ama yine de çağrıya uyarak ayağa kalktı. İşin ayrıntılarıyla ilgili birkaç söz daha söyledikten sonra Haley gözle görülebilen belirgin bir gönülsüzlükle elli doları Tom’a verdi ve saygın üçlü gece buluşmak üzere ayrıldılar.
Şimdi bizim seçkin, Hıristiyan okurlarımızdan birinin bu sahnenin tanıttığı toplum kesimine itirazları olursa zamanla bu önyargılarından kurtulmalarını rica edelim. Onlara anımsatmamıza izin versinler, bu yakalama işi yasal ve yurtsever bir mesleğin saygınlığını korumak içindir.
Mississippi ile Pasifik arasındaki geniş topraklar beden ve ruhlar için koca bir pazara dönüşürse, insan alınıp satılan bir nesne olarak on dokuzuncu yüzyılın önemli metalarından biri halini alırsa ve insanlar da bu ticarete eğilimli olursa, tüccarla avcı aristokrasimize bile girebilir.
Meyhanede bunlar olup biterken Sam ile Andy bir bayram kutlarcasına evin yolunu tuttular.
Sam’in etekleri öylesine zil çalıyordu ki, sevincini garip naralar, böğürmeler, tüm bedeninin gülünesi biçimde eğilip bükülmesiyle gösteriyordu. Arada ata ters ya da yan biniyor, derken hoop bir takla atıp yine yerine oturuyor, ciddi bir ifade takınarak ve Andy’yi güldürmek için saf taklidi yaparak yüksek sesle söylevler veriyordu. Ardından kollarıyla yanlarına vurarak bir kahkaha tufanına yakalanıyor, geçtikleri yaşlı ormanı çınlatıyordu.
Tüm bu taşkınlıklarla atları son hızla sürüyordu. Sonunda onla on bir arasında nalların sesi balkonunun alt ucundaki çakıllarda duyuldu. Mrs. Shelby parmaklığa neredeyse uçtu.
“Sen misin Sam? Neredeler?”
“Efendi Haley handa dinleniyor, müthiş yoruldu hanımım.”
“Ya Eliza ile Harry?”
“Eh onun Ürdün Nehri’ni geçtiğini kesin olarak söyleyebilirim. Vaat Edilmiş Topraklar’a vardığı bile söylenebilir.”
“Sen ne demek istiyorsun Sam?” dedi Mrs. Shelby soluğu tıkanarak. Sözlerin anlamını kavrayınca bayılacak gibi olmuştu.
“Eh hanımım, ulu Tanrı kullarını korur. Tanrı Lizzy’ yi çift atlı ateşten bir arabayla taşırcasına nehri aşıp Ohio’ya ulaştırdı.”
Sam’in Tanrı’ya duyduğu saygı hanımının huzurundayken olağanüstü artar, duvar kabartması gibi görüntüler çizerek konuşurdu.
Eşinin peşinden balkona çıkan Mr. Shelby, “Sam, buraya gel de hanımına istediği şeyi anlat,” dedi. Sonra da kolunu ona dolayarak, “Gelin, gelin Emily,” dedi. “Üşümüşsünüz, titriyorsunuz, kendinizi duygularınıza çok fazla kaptırıyorsunuz.”
“Duygularına çok fazla kaptırmak mı? Ben bir kadın, bir anne değil miyim? Bu zavallı kızcağız için Tanrı’ya karşı ikimiz de sorumlu değil miyiz? Tanrı’m, bu günah için bizi yargılama!”
“Ne günahı Emily? Siz de gördünüz ki, yalnızca yapmak zorunda olduğumuz şeyi yaptık.”
“Yine de bu iş yüzünden müthiş bir suçluluk duygusu var içimde. Aklımı kullanarak uzaklaştıramıyorum.”
Sam balkonun altından, “Hadi Andy, seni zenci, canlan bakalım, atları ahırlarına götür, efendi çağırıyor, duymuyor musun?” dedi ve elinde bir palmiye yaprağından yapılma bir şapkayla salonun kapısında belirdi.
Mr. Shelby, “Gel bakalım Sam, olayın nasıl olduğunu bize ayrıntısıyla anlat. Eliza nerede, biliyor musun?” diye sordu.
“Efendim, yüzen buzların üstündeydi, gözümle gördüm onu. Şaşılacak gibi aştı orayı, mucize falan da değildi hani, sonra da bir adamın Ohio yakasına tırmanmasına yardım ettiğini gördüm, sonra alacakaranlıkta gözden kaybettim.”
“Sam, bence bu hayal ürünü, mucize demek istiyorum. Yüzen buzun üstünden karşıya geçmek pek de kolay olmasa gerek.”
Sam, “Kolay mı! Tanrı’nın yardımı olmasaydı kimse yapamazdı. Bakın şimdi, aynen şöyle oldu. Efendi Haley, ben ve Andy, nehrin kıyısındaki küçük hana geldik, ben biraz daha gittim. Lizzy’yi yakalamaya öyle hevesliydim ki yerimde duramıyordum, tam hanın dibindeki asmanın oraya varmıştım ki, bir de ne göreyim, Lizzy ayna gibi karşımda, öbürleri de arkadan geliyor. Eh, ben de şapkamı fırlatıp ölüleri kaldıracak kadar bağırıp çağırdım. Lizzy duydu elbette ve Efendi Haley tam kapıdan girerken çabucak çekilip kaçtı, sonra da kapıdan çıkıp doğru nehrin kıyısına gitti, Efendi Haley onu gördü ve bağırdı, Andy, ben ve Efendi Haley arkasından koştuk. Lizzy nehre geldi, kıyıda beş metreye yakın genişlikte akıntı vardı, öbür kıyıda da koca adalar gibi buz kütleleri sallanıyor, suya batıp çıkıyordu. Tam arkasına geldik, ben de artık kesin yakalandı diyordum ki, kadın şimdiye kadar duymadığım bir çığlık koyverdi, bir de baktım akıntının öbür yanında buzun üstünde, derken bağıra sıçraya gitmeye başladı, buzlar çatırdıyor, suya batıyor ama o hiç aldırmadan huysuz bir atın sırtındaymışçasına gidiyordu! Tanrı’m, o kızın yaptığı atlayışı kimse yapamaz fikrimce.”
Sam öyküsünü anlatırken Mrs. Shelby hiç kımıldamadan heyecandan beti benzi atmış oturuyordu. Sonunda, “Şükürler olsun ki ölmemiş!” dedi. “Peki o çocukcağız nerede şimdi?”
“Ulu Tanrı onu koruyacaktır,” dedi Sam gözlerini huşu içinde devirerek. “Hep dediğim gibi bu Tanrı’nın bir lütfu ve hiç kuşkusuz hanımımın adamları bu lütfa göre davranır. Bu adamların sesi ulu Tanrı’nın iradesini yerine getirmek üzere çıkar. Bugün ben olmasaydım o kırk kere yakalanmıştı. Bu sabah atların peşine düşüp öğleye kadar kovalamadım mı? Bu akşam Efendi Haley’i yolun beş mil uzağına çekmeseydim tilkinin peşindeki tazı gibi Lizzy’yle çıkagelecekti. Bunlar hep Tanrı’nın lütfu.”
“Bir de olabildiğince kıt kullanman gereken bir lütuf daha var Sam Efendi. Evime gelen beylere böyle davranmana izin veremem.” Mr. Shelby koşullar elverdiğince emredebileceği kadar hoşgörüsüz konuşmuştu. Bir zenciye kızmış gibi yapmanın aynı bir çocuğa yapılmışçasına, hiçbir yararı yoktur, ikisi de aksi etkiyi yaratmak için tüm çabalamalarına karşın olayı farklı bir açıdan göremezler. Sam’in bu azardan zerre kadar umudu kırılmamış olmasına karşın ortada sıkıntılı bir tehlike havası sezdi ve ağzının uçları pişmanlıkla aşağı sarkmış, kalakaldı.
“Efendi çok haklı çok, ne çirkin bir şey yaptım, bunu tartışmaya gerek yok, elbette efendi de hanımım da bu tür davranışları onaylamaz. Bu konuda çok duyarlıyım ama benim gibi zavallı bir zenci bazen şaşılacak kadar çirkin şeyler yapabiliyor, Efendi Haley gibi kişiler de yağcılık yaptıklarına göre beyefendi olamazlar, benim gibi yetişmiş birinin bu gözünden kaçmaz.”
Mrs. Shelby, “Pekâlâ Sam, hatalarını anlayacak kadar saygın duyguların olduğuna göre gidip Chloe Teyze’ye bugünkü öğle yemeğinden artan soğuk domuz etinden vermesini söyleyebilirsin. Andy’yle aç olmalısınız,” dedi.
Sam neşeli bir tavırla çabucak eğiliverdi, “Hanımım bize karşı layık olmadığımız kadar iyi,” dedikten sonra çıktı.
Daha önce de sözünü etmiştik, Sam’in doğal bir politika yeteneği vardır ve bu onu doruğa taşıyacaktır. Bu, ortaya çıkan her şeyden özel böbürlenme ve ününe ün katmada kullanılmak üzere sermaye yaratma yeteneğidir. Salondakileri mutlu ederek hem dindar hem de alçakgönüllü davranmıştı; başındaki palmiye yaprağından şapkayı eğlence düşkünü ve kolay bir adam tavrıyla şöyle bir düzelttikten sonra mutfakta canına can katma kararıyla Chloe Teyze’nin egemenliğine yollandı. Kendi kendine, “Bu zencilere bir söylev çekmeli,” diyordu, “şimdi fırsat ayağıma geldi işte. Ağzımdan öyle bal damlayacak ki, apışıp kalacaklar!”
Sam’in özel zevklerinden birinin ne olduğu şimdiye dek anlaşılmış olmalı. Efendisiyle her tür politik toplantıda bulunmak… Ya bir parmaklığa ya da bir ağaçta gözden uzak bir yere tüneyerek o konuşmacıları dinler, sonra da kendi renginden din kardeşlerinin arasına inerek aynı konu üstünde onları çevresine toplayıp en gülünesi taşlamalar ve yansılamalarla bir yandan eğitip bir yandan eğlendirir, üstelik bunların tümünü de son derece vakur bir içtenlik ve ciddiyetle yapardı. Çevresindeki dinleyicilerin hemen tümünün kendi renginden olmasına karşın çoğunlukla, dinleyen, gülen, arada Sam’in müthiş öz kutlamasına göz kırpan kendilerinden çok daha açık renk tenli olanlara da rastlanırdı. Aslında Sam konuşmacı olmayı kendi mesleği gibi görür ve hiçbir fırsatı kaçırmazdı.
Sam ile Chloe Teyze arasında çok eski zamanlardan beri süregelen taşlaşmış bir düşmanlık, daha doğrusu kararlılıkla sürdürülen bir soğukluk vardı ama Sam ne yapacağı üzerine derin düşüncelere daldığı o anda son derece sakin davranmaya karar verdi çünkü her ne kadar “hanımın emirleri”nin tartışmasız sonuna kadar izlenmesi gerekiyorsa da Sam buna ruhunu da gönüllü katarak epey kazanç sağlayabilirdi. Böylece Chloe Teyze’nin yanına acıklı bir biçimde boynu eğik, uysal bir ifadeyle eziyet görmüş yakın bir dostunun adına ölçüsüz sıkıntı çekmiş biri gibi girdi ve hanımın dosdoğru Chloe Teyze’ye gidip istediği gibi karnını doyurması yolunda verdiği buyruğu son derece abartarak aktardı. Ardından da Chloe Teyze’nin bir aşçı olarak üstünlüğünden söz ederek kadına yağ çekti.
Etki, hemen görüldü. Hiçbir yoksul, basit, erdemli kişi, seçim kazanmak için çalışan bir politikacı tarafından Sam Efendi’nin tatlı dili sayesinde Chloe Teyze’yi kazandığı kadar kolay kazanılmamıştır. Sam yaşamı ciddiye almayan mirasyedi bir oğul bile olsaydı bu anaç eli açıklıkla daha çok sarılıp sarmalanamazdı. Çok geçmeden kendini mutlu, şen şakrak, masanın başında, önüne koca bir teneke tepsi dolusu iki-üç gündür sofraya çıkan her şeyden oluşmuş bir yemek ziyafetiyle oturur buldu. Baharatlı, lezzetli domuz eti parçaları, kocaman altın renkli mısır ekmeği dilimleri, akla gelebilecek her geometrik biçimde pasta ve börekler, tavuk kanatları, taşlıklar ve butlar, tümü de resim gibi karmakarışık önüne yayılmıştı, Sam’se, başındaki palmiye yaprağı şapkası neşeyle yana yatmış, sağındaki Andy’yi denetleyerek oturuyordu.
Mutfak günün sonuçlarını öğrenmek için öbür kulübelerden koşup üşüşen arkadaşlarıyla doluydu. Şimdi Sam’in şan ve şeref saatiydi. Sam, modaya uygun sanatseverlerimiz gibi bazı öykülerin elinden geçerken yaldızlarının dökülmesine asla izin vermeyeceğinden günün öyküsü, etkisini artırmak için gerekli her tür süs ve cilayla aktarıldı. Anlatıya kahkaha gürültüleri karışıyor, bu gülüşler, yerde orada burada değişik sayılarda yatan ya da köşelerde tünemiş ufaklıklarca uzatılıyordu. Kahkahaların en çınladığı anlarda bile Sam hareketsiz ağırbaşlılığını koruyor, arada bir gözlerini yuvalarında devirerek konuşmanın duygusal yükselişini bozmaksızın dinleyicilerine anlatılması olanaksız maskaralıkta bakışlar fırlatıyordu.
Bir hindi budunu olanca coşkusuyla havaya kaldırarak, “Gördüğünüz gibi dost ve hemşerilerim,” dedi, “gördüğünüz gibi bu evladınız sizi savunmak için nelere katlandı, evet, her şey sizin içindi. O adam açısından birimizi almak, hepimizi almakla eşanlamlıydı, sonuçta ilke aynı, bu gayet açık. O iz sürücülerden biri benim insanlarımdan birini koklayarak peşine düşerse, karşısında beni bulur. Kozunu paylaşacağı kişi benim, hepinizin başvuracağı adam benim, ben sizin haklarınız için direneceğim, son nefesime kadar da savunacağım onları!”
“İyi ama Sam, bana bu sabah Lizzy’yi yakalamak için efendiye yardım edeceğini söyledin, konuşmaların birbirini tutmuyor gibime geliyor,” dedi Andy.
Sam dehşet bir üstünlükle, “Bak sana ne diyeceğim Andy,” dedi, “hakkında hiçbir şey bilmediğin bir şeyden sakın söz edeyim deme, senin gibi delikanlılar Andy, iyi niyetlidir ama böylesi büyük işler söz konusu olunca tuzağa düşmemeleri beklenemez.”
Topluluğun daha genç üyeleri tuzağa düşmek sözcüğünü durumu pekiştiren bir sözcük olarak almışlardı ama Andy bu sert yorumdan rahatsız görünüyordu, bu arada Sam konuşmayı sürdürdü:
“Lizzy’nin peşindekileri düşündüğümde efendinin bu konuda inatçılık ettiğine karar verdim. Hanımın tam aksi düşüncede inat ettiğini görünce de işe vicdanım karıştı, neden derseniz hanım hep bizim tarafımızı tutar, ben de hem vicdanımın sesini dinledim hem de ilkelerime sarıldım.”
Sam elindeki tavuk boynuna coşkulu bir hamle yaparak, “Evet ilkeler,” dedi. “Üstünde diretilmeyecekse ilkelerin yararı ne bilmek isterdim. İşte Andy, şu kemiği alabilirsin, tam kemirilmemiş.”
Sam’in dinleyicileri ağızları bir karış açık dinliyorlardı, Sam de konuşmayı sürdürmekten başka çaresi yok havalarındaydı. Anlaşılması zor bir konuya giren birinin havasıyla, “Bu diretme konusuna gelince zenci dostlar,” dedi, “bu diretme sözcüğü kimsenin çok iyi anlayamadığı bir şey. Şimdi bakın, biri bir gün bir şeyi, gece de tam aksini savunursa, el âlem ne der? Haklı olarak neden sözünde direnmedi demez mi! Şu mısır ekmeğini ver bakayım bana Andy. Yine de işin temeline inelim. Umarım hanımlar beyler kullanacağım benzetmenin basitliğini bağışlarlar. Diyelim ki bir saman yığını var, üzerine çıkacağım. Merdivenimi sağa sola, dört bir yöne dayıyorum. Demek ki ne yaptım? Bu işte sebat ettim. Yukarı çıkmak uğruna merdivenimi ne yana olursa dayadım. Görmüyor musunuz, her şey size bağlı!”
Chloe Teyze, “Bugüne kadar direndiğin tek şeyin ne olduğunu Tanrı bilir!” diye mırıldandı. Sabırsızlanmaya başlıyordu, akşamın neşesi ona Kutsal Kitap’taki “güherçilenin üstündeki sirke”yi anımsatıyordu.
Sam geceyi kapatmak için son bir çaba göstererek midesi yemek, içi gururla dolu ayağa kalkarken, “Evet, ne demezsin!” dedi. “Evet dost ve hemşehrilerim, benim ilkelerim var, onlarla gurur duyuyorum, bu günlerde ilkeli olmak ayrıcalıktır, hep öyle olagelmiştir. Benim ilkelerim var, ben de kırkındaymışım gibi yapışmışımdır onlara, dört elle sarılırım, yaşamımı yangına çevirseler bile umurumda olmaz, dosdoğru belaya yürürüm ve işte kanımın son damlasını ilkelerim için, ülkem için, toplumun hayrı için akıtmaya geldim derim.”
Chloe Teyze, “Eh, ilkelerinden biri de bu gece artık şu yatağına girip herkesi sabaha kadar ayakta tutmamak olmalı, siz de çocuklar, gülmekten çatlamadan toparlansanız iyi olur.”
Sam, palmiye yaprağı şapkasını sevecenlikle sallayarak, “Zenciler! Tümünüze sesleniyorum, hayırdualarım sizinle, şimdi gidin yatın ve iyi çocuklar olun.”
Bu yürek sızlatıcı takdis duasıyla topluluk dağıldı.




9
Senatörün de bir insan oluşunun

ortaya çıkışı
Senatör Bird uzaklarda, siyasi gezilerinde olduğu sırada karısının onun için elleriyle yaptığı bir çift yeni, şık terliği ayaklarına geçirme hazırlığında çizmelerini çıkarırken, neşeyle yanan ateşin ışığı loş salondaki irili ufaklı halılara vuruyor, fincanların ve iyice parlatılmış çaydanlığın ateşten yana olan yüzlerinde ışıldıyordu. Mrs. Bird göze müthiş hoş gelen bir resim gibiydi, bir yandan sofranın hazırlanışını denetliyor, bir yandan da Nuh Tufanı’ndan beri anneleri şaşkına çeviren, her saniye bin bir türlü oyun ve haylazlık icat eden, neşe içindeki çocuklara arada bir karışıyor, uyarılarda bulunuyordu:
“Tom, kapı tokmağını bırak, orada içeri girmek isteyen biri var! Mary Mary! Kedinin kuyruğunu çekme, zavallı pisicik! Jim masanın üstüne tırmanmamalısın, hayır ha-yır!”
Sonunda kocasına bir şeyler söyleme fırsatını bulduğu an, “Bu akşam seni burada görmek bizim için ne sürpriz oldu, bilemezsin canım!” dedi.
“Evet, öyle, bir koşu gelip geceyi geçireyim, evimde azıcık rahat edeyim, dedim. Ölesiye yorgunum, başım da ağrıyor!”
Mrs. Bird, kapağı yarı açık dolapta duran kâfur şişesine bir göz attı, tam ona yaklaşmak için bir hareket yapacaktı ki, kocası araya girdi:
“Hayır hayır Mary, doktorluk yok. İstediğim şöyle demli sıcacık bir çayla evimizin güzel havası. Yasa yapmak yorucu iş!”
Senatör, kendini ülkeye kurban ettiğini düşünmek hoşuna gitmişçesine gülümsedi. Çay sofrasının hazırlanma işi biraz yoluna girince karısı, “Eee, senatoda neler yapıyorlar bakalım?” diye sordu.
Tatlı Mrs. Bird’ün kafasını mecliste olup bitenlere yorması hiç de olağan bir olay değildi, kendi işine bakmasını gerektirecek kadar yapacak şeyi olduğunu düşünmek daha akıllıcaydı. Bu nedenle Mr. Bird şaşkınlıkla gözlerini kocaman açtı ve, “Pek önemli şeyler değil,” dedi.
“Zavallı yeni gelen zencilere halkın yiyecek içecek vermesini yasaklayan bir yasa geçirmeye çalıştıkları doğru mu? Böyle bir yasadan söz edildiğini duydum ama hiçbir Hıristiyan millet meclisi üyesinin bunu onaylayacağını düşünemem!”
“Ne o Mary, ansızın politikacı kesildin?”
“Hayır, saçmalama! Sizin politikanız zerrece umurumda değil ama bunun hepten acımasız ve asla Hıristiyanlara yaraşmayan bir şey olduğunu düşünüyorum. Umarım sevgilim, böyle bir yasa geçmemiştir.”
“Kentucky’den gelen kölelere yardımı yasaklayan bir yasa geçti canım, olayın büyük bölümünden de şu pervasız kölelik karşıtları sorumlu, Kentucky’deki din kardeşlerimiz çok heyecanlandılar, bu durumda Hıristiyanca ya da değil, bu heyecanı yatıştıracak gibi davranmalıydık.”
“Peki ya yasa ne diyor? Bu zavallıcıkları bir gece barındırmayı, içlerini ısıtacak bir şeyler yedirmeyi, birkaç da eski giysi verip sessiz sedasız yollarına göndermeyi yasaklamıyor, değil mi?”
“Canım biliyorsun ki bu, yasadışı yardım etmek ve kışkırtıcılık anlamına gelir.”
Mrs. Bird çekingen, yüzü hemen kızarıveren, kısa boylu, tatlı mavi gözlü bir kadındı; şeftali gibi bir teni vardı, sesiyse dünyadaki en nazik, en tatlı sesti; yüreklilik konusuna gelince; orta boy bir baba hindinin ilk bağırışında Mrs. Bird’ün ödünü koparıp onu telaşla kaçırdığı, yeteneği orta çapta, irice bir ev köpeğininse yalnızca dişlerini göstererek ona boyun eğdirdiği biliniyordu. Kocasıyla çocukları tüm dünyasıydı, onları daha çok rica ederek ve ikna ederek yönetirdi. Onu uyarabilecek tek bir şey vardı, kötülükten nefret ederdi. Kötülük nadir bulunur tatlılığını ve cana yakınlığını siler atar, onu şaşırtıcı ve acı bir öfkeye boğardı. Genelde annelerin en hoşgörülüsü ve en kolay bir şey istenileniydi ama yine de oğulları bir kez onları döverek cezalandırdığını olayın şiddetli etkisi hiç azalmamış olarak anımsıyorlardı, nedeni de komşu mahalleden birkaç arsız çocukla birleşip savunmasız bir kedi yavrusunu taşa tutmuşken yakalanmalarıydı.
Efendi Bill, “Biliyor musunuz, önce korktum. Annem yanıma geldi, ne olduğunu bile düşünmeye kalmadan dayağı yedim, yemek de yemeden yatağa devrilip kaldım, ondan sonra da kapının önünde ağladığını duydum, biliyor musunuz bu beni hepsinden beter etti. Ondan sonra da bir daha hiçbir kediye taş atmadım,” derdi.
Gelelim bugünkü duruma; Mrs. Bird hemen ayağa kalktı, yanakları kıpkırmızı olmuş, bu da genel görünümünü epey değiştirmişti, azimli bir tavırla kocasına doğru geldi, kararlı bir sesle, “Bak John, böyle bir yasanın doğru ve Hıristiyanca bir şey olduğunu düşünüp düşünmediğini bilmek istiyorum,” dedi.
“Evet dersem beni vurmayacaksın ya Mary?”
“Senden asla böyle bir şey beklemem John, oy verdin mi?”
“Verdim benim güzel politikacım.”
“Kendinden utan John! Yoksul, evsiz barksız insancıklar! Bu utanç verici, kötü amaçlı ve nefret uyandıran bir yasa, ben de karşıma çıkan ilk fırsatta bu yasaya karşı geleceğim, umarım bir fırsatım da olur, yapacağım bunu! Bir kadın yalnızca köle oldukları için açlıktan ölen yoksul insancıklara sıcak bir yemekle yatak veremiyorsa, işler iyice sarpa sarmış demektir, üstelik ömürleri boyunca aşağılanmış, baskı altında tutulmuş zavallıcıklar açısından!”
“Mary, beni dinle. Duyguların doğru canım, hem de ilginç, ben de seni bu duyguların için seviyorum ama cancağızım, duygularımızın yargılarımızı etkilemesine izin vermemeliyiz, bunun duygu işi olmadığını anlamalısın, burada toplumun büyük çıkarı söz konusu, öyle bir toplumsal sıkıntı dalgası oluştu ki, duygularımızı bir yana atmamız gerekti.”
“Bak John, politikayı bilmem ama İncil okuyabiliyorum, orada açları doyur, çıplakları giydir, yalnızları rahatlat, diyor, benim de izlemek istediğim bu, İncil.”
“Ama öyle durumlar vardır ki, senin bu tavrın büyük bir toplumsal belayı ortaya çıkarır…”
“Tanrı’ya itaat asla toplumsal bela getirmez. Getiremeyeceğinin ayırdındayım. O’nun bize emrettiğini yapmak her zaman, her açıdan en güvenlisidir.”
“Şimdi dinle beni Mary, sana son derece açık bir biçimde karşı çıkıp gösterebilirim ki…”
“Aman saçmalama John! Gece boyunca konuşsan da bunu yapamazsın. Sana açıkça soruyorum John, bir kaçak olduğu için yoksul, titreyen, aç birini kapıdan çevirebilir misin? Çevirebilir misin şimdi söyle!”
Doğruyu söylemek gerekirse senatörümüzün insancıl ve kolay kandırılabilir bir yapıya sahip olma gibi bir şanssızlığı vardı, başı belada olan birini geri çevirmek asla özelliği olmamıştı, karısının da bildiği gibi bu küçük tartışmada onun için en kötüsü, karısının savunulması olanaksız bir noktaya saldırmasıydı. Adam da böyle durumlarda zaman kazanmak için bulunmuş yöntemlere başvurarak “ehem” diye birkaç kez öksürdükten sonra mendilini çıkardı, gözlüğünü temizlemeye koyuldu. Düşman topraklarındaki savunmasız koşulları sezen Mrs. Bird için üstünlüğünü sürdürmekten daha bilinçli bir şey olamazdı.
“Bunu yaparken seni görmek isterdim John, gerçekten isterdim! Örneğin kar fırtınasında kalmış bir kadını kapıdan çevirirken… Ama belki de onu yakalayıp hapse bile atarsın, değil mi? Belki de bu konuda çok başarılı olursun!”
Mr. Bird ılımlı bir sesle, “Elbette çok acı bir görev olurdu…” diye söze başladı.
“Görev mi John! O sözcüğü kullanayım deme! Bunun bir görev olmadığını biliyorsun, bir görev olamaz bu! İnsanlar kölelerini kaçırmak istemiyorlarsa onlara iyi davranmalarını sağla, benim ilkem budur. Benim kölem olsa, ki umarım asla olmaz, benden ya da senden kaçmak istemelerini göze alırdım. İnsanlar mutlu olduklarında kaçmaz, zavallıcıklar kaçtıklarında soğuk, açlık ve korkudan yeterince acı çekmişler demektir, herkes onlara karşı da çıksa, yasal olsun olmasın ben asla yapmayacağım, Tanrı yardımcım olsun!”
“Mary Mary, canım bırak seni ikna edeyim!”
“Ben ikna edilmekten nefret ederim John, özellikle de bu tür konularda. Siz politikacıların durmadan basit bir doğrunun çevresinde dolanmak gibi bir yöntemi var ama iş uygulamaya gelince kendiniz de inanmıyorsunuz. Seni iyi tanırım John. Sen de bunun doğruluğuna benden çok inanmıyorsun, benden çabuk harekete geçemeyeceğini de biliyorum!”
Bu önemli anda her işi yapan yaşlı zenci Cudjoe kafasını içeri uzattı ve, “Hanımım mutfağa gelse iyi olur,” dedi.
Senatörümüz enikonu rahatlamış, ufak tefek karısının arkasından hoşnutluk ve sıkıntının garip karmaşasıyla baktı, sonra koltuğuna gömülüp gazeteleri okumaya başladı.
Bir an sonra karısının sesi kapıdan duyuldu, aceleci, ciddi bir tonda, “John John, bir dakika buraya gelebilir misin?” diyordu.
Adam gazetesini bırakıp mutfağa gitti, karşısına çıkan görüntüyle şaşırarak irkildi: İnce yapılı, üstü başı yırtılmış, tek ayakkabısı kaybolmuş, kesilmiş kanayan ayağında yırtılmış çorabıyla soğuktan donmuş genç bir kadın iki iskemlenin üstüne ölü gibi baygın uzatılmıştı. Yüzünde hor görülen bir ırkın damgasının okunmasına karşın, kimse acı dolu, insanın içini ezen güzelliğini görmezden gelemiyor, taş gibi sertliği, soğuk bir noktaya yoğunlaşmış, ölümcül görünüşü senatörü ciddi bir biçimde tepeden tırnağa ürpertiyordu. Mr. Bird soluğunu içine çekip sessizce olduğu yerde durdu. Karısıyla tek zenci hizmetçileri yaşlı Dinah Teyze kadıncağıza bir şeyler yapmaya çabalıyorlardı, yaşlı Cudjoe’ysa çocuğu dizlerine oturtmuş, ayakkabılarıyla çoraplarını çıkartarak küçük, soğuk ayaklarını ovuşturmaya koyulmuştu.
Yaşlı Dinah, “Tam görülecek şeydi doğrusu!” dedi olanca sevecenliğiyle. “Bence sıcak bayılttı onu. İçeri girdiğinde bitkindi, azıcık ısınabilmek için izin istedi, tam nereden geldiğini soruyordum ki, düştü bayıldı. Ellerine bakılırsa pek iş görmemiş.”
Tam Mrs. Bird şefkatle, “Zavallıcık,” derken kadın kocaman, koyu renk gözlerini yavaşça açtı ve boş bakışlarla ona baktı. Ansızın yüzünden bir acı ifadesi geçti ve sıçrayarak oturdu.
“Ah Harry’m! Götürdüler mi onu?” dedi.
Bunu duyan çocuk Cudjoe’nun dizlerinden sıçrayıp ona doğru koşarak kollarını kaldırdı.
“Ah burada! Burada!” diye bağırdı kadın. Sonra da Mrs. Bird’e çılgın bir sesle, “Ah hanımefendi! Lütfen bizi koruyun! Onu almalarına izin vermeyin!” dedi.
Mrs. Bird, onu yüreklendirerek, “Burada kimse size zarar veremez, zavallı kadın, burada güvendesiniz, korkmayın,” dedi.
Kadın yüzünü kapatıp ağlayarak, “Tanrı sizi kutsasın!” dedi. Onun ağladığını gören küçük oğlan kucağına tırmanmaya çalışıyordu.
İnce ve kadınca görevler konusunda karşılık vermek dendi mi kimsenin aşık atamayacağı Mrs. Bird tarafından çok geçmeden kadıncağıza istediği karşılık verilip sakinleştirildi.
Ateşin yanında yere geçici bir yatak serildi, az sonra ondan daha az yorgun olmayan çocuğu kolunda horuldayarak uyurken Lizzy de ağır bir uykuya daldı. Küçüğü almak için yapılan en sevecen denemelere bile sinirli ve kaygılı karşı çıkışlarla direnmişti, şimdi uyurken bile, çocuğunu kucaklayışı tetikteydi, ondan asla vazgeçmeyeceğini göstermek istercesine kolu, gevşemeyen bir kavrayışla çocuğu sarmalamıştı.
Mr. Bird ile Mrs. Bird salona döndüler, gariptir ki ikisi de önceki konuşmaya ilişkin tek söz etmedi, Mrs. Bird örgüsüyle oyalanmaya çalıştı, Mr. Bird de gazete okuyormuş gibi yaptı.
Sonunda Mr. Bird pes etti.
“Kim olduğunu merak ediyorum,” dedi.
Mrs. Bird, “Uyandığında, kendini biraz daha dinlenmiş hissettiğinde anlayacağız.”
Gazetesinin arkasında daldığı derin düşüncelerin ardından, “Ne diyorum biliyor musun hanım!” dedi Mr. Bird.
“Evet, canım?”
“Kadıncağızın ağırına gitmezse senin giysilerinden birini versek giymez mi ne dersin? Senden epey iri ama…”
Her şeyi anladığını gösteren hafif bir gülümseme Mrs. Bird’ün yüzünü aydınlattı ve, “Düşünürüz,” dedi.
Bir duralama oldu, sonra Mr. Bird yine, “Biliyor musun ne diyorum hanım!” dedi.
“Evet, şimdi ne var?”
“Öğle uykularında üstüme örtmek için sakladığım şu yün ipek karışımı pelerin var ya, onu da verebilirsin, giysi gereksinimi var.”
O anda Dinah kadının uyandığını ve hanımı görmek istediğini söylemek için kafasını kapıdan uzattı.
Mr. ve Mrs. Bird, peşlerinde iki büyük oğullarıyla mutfağa girdiler, küçüğü sağ salim yatağa gönderilmişti. Kadın ateşin yanında yerde oturuyordu. Yüzünde önceki sıkıntı dolu çılgınlıktan çok farklı, sakin, yürek burkan bir anlamla kımıldamadan alazlara bakıyordu.
Mrs. Bird tatlı bir sesle, “Beni mi istediniz?” dedi. “Şimdi kendinizi daha iyi hissettiğinizi umarım, zavallı kadın!”
Uzun ve titrek bir iç çekiş tek yanıt oldu ama koyu renk gözlerini kaldırıp Mrs. Bird’ün gözlerine öyle umutsuz, öyle yakarırcasına baktı ki, küçük kadının gözleri doldu.
“Hiçbir şeyden korkmanıza gerek yok, burada hepimiz dostuz, zavallı kadın! Nereden geldiğinizi, ne istediğinizi söyleyin bana.”
“Kentucky’den geldim.”
Mr. Bird soruşturmayı üstlenerek, “Ne zaman?” diye sordu.
“Bu gece.”
“Nasıl geldiniz?”
“Buzların üstünden karşıya geçtim.”
Herkes, “Buzların üstünden karşıya mı geçtiniz?” dedi.
Kadın yavaşça, “Evet,” dedi, “öyle yaptım. Tanrı’nın yardımıyla buzlardan geçtim, arkamdaydılar, tam arkamda ve başka yolu yoktu!”
Cudjoe, “Tanrı’m! Hanımım, buzlar kırılmış koca bloklardı, suda sallanıyor, durmadan batıp çıkıyorlardı,” dedi.
Kadın çılgın gibi, “Öyleydi biliyorum, biliyorum!” dedi, “Ama yine de atladım! Yapabilir miyim, diye düşünemezdim, başarabileceğimi ummuyordum ama hiç aldırmadım! Yapamasaydım ölebilirdim. Tanrı yardım etti, kimse elinden geleni yapmadan Tanrı’nın ona ne kadar yardım edeceğini bilemez.” Gözlerinde şimşekler çakıyordu.
Mr. Bird, “Köle miydiniz?” dedi.
“Evet efendim, Kentucky’li bir adamın kölesiydim.”
“Size kötü mü davranıyordu?”
“Hayır efendim, çok iyi bir efendiydi.”
“Hanımınız kötü müydü?”
“Hayır efendim hayır! Hanımım bana hep iyi davranmıştır.”
“Öyleyse bir evi bırakıp kaçmanızın ve bu tehlikelere atılmanızın nedeni ne?”
Kadın başını kaldırıp Mrs. Bird’e keskin, inceleyen bir bakışla baktı, onun da gözünden kadının ne kadar derin acılara gömülmüş olduğu kaçmadı.
Ansızın, “Hanımefendi, siz hiç çocuğunuzu kaybettiniz mi?” dedi.
Beklenmeyen bir soruydu ve taze bir yarayı deşmişti, ailenin gözbebeğini mezara bırakmalarının üstünden bir ay yeni geçmişti.
Mr. Bird döndü, pencereye yürüdü, Mrs. Bird gözyaşına boğuldu ama, “Neden bunu sordunuz? Bebeğimi kaybettim,” dedi.
“O zaman benim duygularımı anlarsınız. Birbiri ardına iki çocuk yitirdim, buraya gelirken onları orada gömülü bıraktım, elimde bir bu kaldı. Bir gece bile onsuz uyumadım, benim olan tek şeydi. Gece gündüz huzurum, gururumdu ve hanımefendi onlar çocuğumu benden alacaklardı… Satmak için… Güney’e satacaklardı hanımefendi, tek başına hem de, ömründe anasından uzak kalmamış bir çocuğu!.. Buna dayanamazdım hanımefendi. Bunu yapsalardı ben artık iflah olmazdım, biliyordum, kâğıtlar imzalanıp da satıldığını anlayınca onu kaptığım gibi gece kaçtım, peşime düştüler, onu satın alan adam, efendinin adamlarından birkaç kişi, tam arkamdaydılar, ayak seslerini duyuyordum. Buzun ortasına atladım ama karşıya nasıl geçtiğimi hiç bilmiyorum, tek anımsadığım kıyıdaki bir adamın tırmanmama yardım ettiği.”
Kadın ne hıçkırdı ne de ağladı. Gözyaşların kuruduğu noktadaydı ama çevresindeki herkes kendilerine özgü kişiliklerince yürekten cana yakınlık gösteriyorlardı. İki küçük oğlan ceplerini umutsuzca annelerinin asla orada olmadığını bildiği mendillerini bulmak için didik didik aradıktan sonra hiç avutulamayacakmışçasına kendilerini annelerinin eteğine atıp burunlarını çeke çeke, içli içli ağladılar.
Mrs. Bird yüzünü hafifçe mendiliyle gizlemişti, yaşlı Dinah siyah, dürüst yüzünden aşağı yuvarlanan yaşlarla dinî bir zenci toplantısındaymışçasına olanca coşkuyla, “Tanrı bize acısın!” diye bağırıyor, yaşlı Cudjoe’ysa yumruklarıyla gözlerini sık sık siliyor, yüzünü ekşiterek biçimden biçime sokuyor, Dinah’la aynı tonda bağırarak kıyameti koparıyordu.
Senatörümüz bir devlet adamıydı, elbette öbür ölümlüler gibi ağlaması beklenemezdi, herkese sırtını döndü, pencereden dışarı bakmaya başladı, boğazını temizlemek ve gözlük camlarını silmek işine kendini iyice kaptırmış görünüyor, arada bir de eleştirilmeyi göze alarak burnunu siliyordu.
Ansızın boğazında yükselen duyguyu yutarak son derece kararlılıkla kadına doğru döndü.
“Nasıl oluyor da iyi bir efendiniz olduğunu söyleyebiliyorsunuz?”
“Çünkü iyi bir efendiydi, söyleyecek başka bir şeyim yok, ayrıca hanımım da çok iyiydi ama başka çareleri yokmuş. Borçları varmış, nedenini bilmiyorum ama onlara boyun eğdiren biri vardı. Efendim o adamın istediğini vermeye zorunluymuş. Konuşmalarını dinledim gizlice, hanımımın benim için rica edip yakardığını duydum, efendi de yapabileceği bir şey olmadığını, kâğıtların imzalanmış olduğunu söyledi, sonra da çocuğu alıp evi terk ettim, buralara geldim. Başarsalardı, yaşamaya çalışmam boşuna olacaktı, bu çocuk yaşamımda benim olan tek şey.”
“Kocanız yok mu?”
“Var ama o da başka bir adamın. Efendisi ona çok sert davranıyor, beni görmeye gelmesine pek izin vermiyor, gün geçtikçe bize daha sert davranmaya başladı, kocamı Güney’e satmakla gözdağı veriyor, onu bir daha hiç göremeyecekmişim gibi geliyor!”
Kadının bu sözcükleri ne kadar sakin bir sesle söylediğini duyan sıradan bir gözlemci onun duygusuz biri olduğunu düşünebilirdi ama iri, koyu renk gözlerinde sakin, çaresiz bir acının yerleşmişliğinin derinliği vardı.
Mrs. Bird, “Nereye gitmeyi düşünüyorsunuz zavallı kadıncağızım?” dedi.
“Kanada’ya. Bir de nerede olduğunu öğrenebilsem. Çok uzak mıdır dersiniz?”
Mrs. Bird’ün yüzüne saf, güvenen bir ifadeyle bakıyordu.
Mrs. Bird’ün ağzından, “Zavallıcık!” sözü kaçtı.
Kadın içtenlikle, “Sizce çok uzakta mıdır?” diye sorusunu yineledi.
Mrs. Bird, “Düşündüğünden çok daha uzak, zavallı çocuk! Ama senin için ne yapabileceğimizi düşüneceğiz. Haydi Dinah, odanda ona bir yatak yap, mutfağa yakın olsun, sabah ne yapacağımıza karar vereceğim. Bu arada hiç korkma kadıncağızım, Tanrı’ya güven, O seni korur.”
Mrs. Bird’le kocası yine salona döndüler. Kadın ateşin başındaki küçük sallanan iskemlesine oturdu, düşünceli düşünceli öne arkaya sallanmaya başladı. Mr. Bird kendi kendine homurdanarak odayı arşınlıyordu.
“Hımm… Karmakarışık saçma sapan bir iş!” Sonunda uzun adımlarla karısının yanına geldi.
“Bak hanım, o buradan bu gece gitmek zorunda. Yarın iz sürücüler kokuyu alır. Kadın yalnız olsa, her şey duruluncaya kadar yatıp ses seda çıkarmayabilirdi ama o küçük, bir manga askerle yerinde tutulmaz, hiç kuşkum yok ki, kapının ya da pencerenin birinden kafasını çıkaracaktır. Onlarla birlikte burada yakalanmak demek, benim de işimin bitmesi demektir, hayır, bu gece yola çıkmak zorundalar!”
“Bu gece mi? Nasıl olur? Nereye giderler?”
“Eh, ben nereye gideceklerini biliyorum!” dedi. Senatör bir yandan da düşünceli bir tavırla çizmelerini giyiyordu, tam bacağının yarısını sokmuşken iki eliyle dizini kavrayıp öylece kalakaldı. Sonra yine ayağını çizmeye sokmaya devam ederek, “Karmakarışık, yakışıksız, çirkin bir iş ama gerçek!” dedi.
Çizmesinin birini giydikten sonra öbürü elinde oturdu, dalgın dalgın halının süsünü inceliyor gibiydi.
“Ne kadar istemesem de, yapılması gerekir, Tanrı hepsinin cezasını versin!”
Kaygıyla öbür çizmesini de çekerek pencereden bakmaya başladı.
Ufak tefek Mrs. Bird sağduyulu bir kadındı, ömründe kocasına “ben söylemiştim” dememişti, kocasının ne düşündüğünü az çok sezebildiğinden sabrediyor, kendini efendisinin hizmetine adamış sadık bir kişi olarak iskemlesinde hiç sesini çıkarmadan oturmuş, söylemeyi uygun bulacağı zamanda kocasının ağzından çıkacak kararları duymaya hazır, bekliyordu.
“Şimdi bak, şu benim eski davacım Van Trompe, Kentucky’den gelmiş ve tüm kölelerini azat etmiş, sonra da burada koyağın yedi mil ötesinde ormanın içinde kimsenin özellikle amaçlamadan gitmediği, kolay kolay da bulunamayacak bir bölgede bir yer almış. Orada güvende olur ama işin çetrefilli yanı bu gece oraya benden başka kimsenin arabayla gidemeyecek olduğu.”
“Neden? Cudjoe harika bir sürücüdür.”
“Kesinlikle ama olay şu: Koyak iki kez aşılacak, ikincisi benim gibi bilen bilir, oldukça tehlikeli. At sırtında yüzlerce kez geçtim, dönemeçleri ezbere bilirim, yani gördüğün gibi bu konuda kimse bana yardım edemez. Cudjoe saat on ikide olabildiğince ses çıkarmadan atları hazırlasın, kadını oraya götüreyim, sonra da olaya doğalmış izlenimi vermek için Cudjoe beni birahaneye götürsün ki oraya üç ya da dörtte gelen Colombus’un dikkatini çekeyim, arabaya oraya gitmek için bindim sansınlar. Sabaha da giyinip kuşanıp işe giderim. Tüm bu olup bitenlerden sonra sanırım kendimi azıcık suçlu hissedeceğim ama, elimde değil!”
“Bu durumda yüreğin kafandan iyi John,” dedi karısı. Küçük beyaz elini onunkinin üstüne koymuştu. “Seni kendimi tanıdığımdan daha iyi tanımasaydım, sever miydim sanıyorsun?”
Küçük kadın gözlerinde parlayan yaşlarla öyle güzel görünüyordu ki, Senatör böylesine güzel bir yaratığı tutkuyla kendisine hayran bıraktığı için kesinlikle çok akıllı bir adam olduğunu düşündü ve arabayla ilgilenmek için dışarı çıktı. Kapıda bir an durdu sonra geri döndü, hafifçe duraladıktan sonra, “Mary, ne düşünürsün bilmem ama o çekmece… küçük Henry’ciğin eşyalarıyla dolu,” dedi. Söyler söylemez de topukları üstünde çabucak döndü, kapıyı arkasından kapattı.
Karısı, odasına bitişik küçük yatak odasının kapısını açtı, şamdanı masanın üstüne koydu, sonra küçük bir gizli bölmeden bir anahtar çıkararak dalgın dalgın çekmecenin kilidine soktu, peşi sıra gelen iki oğlan suskun bakışları ona dikili izlerken ansızın duraladı.
Ah, bunu okuyan anne! Sizin evinizde, açtığınızda küçük bir mezarı yeniden açıyormuşsunuz duygusu veren bir çekmece ya da dolap hiç olmadı mı? Olmadıysa ah, ne mutlu bir anasınız siz!
Mrs. Bird çekmeceyi usulca açtı. Bir sürü değişik biçim ve desenli küçük paltolar, yığınla önlük, dizi dizi küçük çoraplar, hatta burunları sürtülüp eskimiş bir çift küçük ayakkabı bile vardı, kâğıt kıvrımların arasından dışarıyı gözetliyorlardı. Ayrıca bir oyuncak at ile araba, bir topaç, bir top, yanında da bir sürü gözyaşı ve bir sürü kalp kırıklığı yüklü anılar! Çekmecenin yanına oturdu, başını ellerine dayayarak gözyaşları parmaklarının arasından süzülüp çekmecenin içine akıncaya kadar ağladı, sonra ansızın başını kaldırdı ve sinirli bir ivedilikle en sade, en uygun olanları ayırıp bir çıkın yaptı.
Oğlanlardan biri yavaşça koluna dokunarak, “Anne, onları verecek misin?” dedi.
Kadın yumuşak bir ses ve içtenlikle, “Canım oğullarım, sevgili can Henry’miz cennetten bize bakıyorsa, bunu yaptığımız için mutlu olur. Herhangi birine vermeye gönlüm razı olmazdı, mutlu biri içime sinmezdi ama onları benden daha kalbi kırık ve daha acılı bir anneye verdim, Tanrı’nın da rahmetini o eşyalarla birlikte göndereceğini umut ediyorum.”
Bir dünyada üzüntüleri başkalarının sevinçlerine dönüşen kutsanmış insanlar vardır, bu kişilerin gözyaşları içinde mezarda yatan dünyevi umutları, yalnızlar ve dertliler için iyileştirici kokulu merhemler ve ilkbahar çiçekleri açan tohumlardır. Bunların içinde lambanın yanında oturmuş kendi kaybının anılarını toplumdışı bir evsiz barksız için hazırlarken usul usul gözyaşı döken narin bir kadın vardı.
Bir süre sonra Mrs. Bird gardırobu açtı, birkaç tane düz, kullanışlı giysi seçti, dikiş masasının başına geçip yüksük elinde, iğne ve makasla sessiz sedasız kocasının önerdiği “ağırına gitmeme” işlemine başladı, köşedeki eski saat on ikiyi çalıncaya kadar da başını kaldırmadan işini sürdürdü, o sırada kapıda hafif bir tekerlek sesi duyuldu. Elinde paltosuyla kocası içeri girerek, “Mary,” dedi, “artık uyandırsan iyi olur, yola çıkmalıyız.”
Mrs. Bird toparladığı çeşitli şeyleri küçük, basit bir sandığa alelacele koydu, kilitledi, kocasının sandığı arabada görmesini diliyordu, hemen kadını çağırmaya gitti. Çok geçmeden kadın, velinimetinin pelerini, başlığı ve şalıyla donanmış, çocuğu kollarında, kapıda belirdi. Mr. Bird onu çabucak arabaya götürdü, Mrs. Bird de arkalarından arabanın merdivenine doğru seğirtti. Eliza dışarı sarktı, kendisine uzatılan el kadar yumuşak ve güzel elini uzattı. İri, kara gözlerini içtenlikle Mrs. Bird’e dikti, bir şey söyleyecek gibiydi. Dudakları oynadı, bir-iki kez denedi, sesi çıkmadı, yüzünde asla unutulmayacak bir anlamla yukarıyı göstererek gerisingeri kanepeye yığıldı ve yüzünü elleriyle kapattı. Kapı kapandı, araba hareket etti. Kaçaklar, bir limana sığınanlar ve onların suç ortaklarına karşı daha zorlu yasaları geçirmek için bir hafta boyunca eyalet meclisinde ter döken yurtsever bir senatör, nasıl da garip bir durum!
Bizim iyi senatörümüz söz söyleme sanatı konusunda kendilerine ölümsüz bir ün sağlayan Washington’daki meslektaşlarınca bile aşılamamıştı. Nasıl da olanca soyluluğuyla elleri cebinde oturmuş, birkaç sefil kaçağa yapılacak yardımı büyük eyalet sorunlarından öne alanların duygusal zayıflıklarını küçümsemişti!
Bu konuda aslanlar kadar yürekliydi, yalnız kendi değil, onu dinleyen herkes “tümüyle ikna edilmişti”. Ne var ki kaçaklara ilişkin tek bildiği, sözcüğü oluşturan harflerden ya da elinde bohçasıyla bir gazete resminden ve resmin altındaki kölelikten kaçış yazısından ibaretti. Gerçek bir tehlikenin verdiği gerginliğin büyüsünü, yani yakaran bir göz, kolayca kırılabilecek gibi titreyen bir insan eli ya da umarsız acıların kederinin ortaya çıkması türünden şeyleri hiç yaşamamıştı. Kaçağın birinin bahtsız bir ana ya da yitirdiği oğlunun o çok iyi tanıdığı şapkasını giyen çocuk gibi korumasız bir çocuk olabileceği hiç aklına gelmemişti, yani zavallı senatörümüz ne taştı ne de çelik, bir erkekti; üstelik tümüyle yüreği soylu biriydi ve herkesin görmesi gerektiği gibi yurtseverliği açısından da üzüntü verici bir olayın içindeydi. Size gelince Güney eyaletlerinin iyi yürekli kardeşleri, hiç de boşuna övünmeyin. Benzer koşullarda daha iyisini yapamayacağınız kuşkusunu taşıyoruz. Mississippi’de de Kentucky’de olduğu gibi acı çekmenin boş bir masal olarak algılanmadığı soylu yürekler olduğunu biliyoruz. Siz olsaydınız karşılık vermeden durabilir miydiniz? Bizden bunu yapmamızı nasıl bekleyebilirsiniz ki?
Bizim iyi senatörümüz, politik bir günahkâr idiyse, gece boyunca çektikleriyle kefaretini ödemek için iyi bir yoldaydı. Uzun süredir yağan yağmurlardan Ohio’nun yumuşak, verimli toprağı herkesin de bildiği gibi çamura yenilmiş ve yol, eski güzel zamanların Ohio demiryoluna dönüşmüştü.
Düzgün oluşu ve hızı dışında hiçbir düşünceyi bir demiryoluyla bağdaştırmaya alışık olmayan Doğulu bir gezgin olsa bu yol için, “Tanrı’m, bu nasıl yol?” derdi.
Öğren öyleyse masum Doğulu arkadaş, çamurun dipsiz ve inanılmaz derinlikte olduğu Batı’nın ilgisiz kalmış yörelerinde, yollar yan yana dizilmiş, üstü de toprak, kesek, ele ne geçerse onunla kaplanmış yuvarlak, kaba yontulmuş kütüklerden yapılır, sonra da oralılar buna yol deyip dosdoğru üstünden geçerlerdi. Zamanla, yağmurlar keseği, otu yıkayıp atar, kütükleri hoş görüntüler oluşturacak biçimde oraya buraya, yukarı, aşağı, çapraz oynatır, kara çamur oluşan derin yarıklardan içeri dolardı.
İşte böyle bir yolda senatörümüz sürçe tökezleye ilerliyor, beklenileceği gibi durumu aralıksız kınıyor, araba, çamura bata çıka sekiyor, senatör, kadın ve çocuk daha yerlerine tam yerleşmeden oturuş biçimleri öyle çabuk değişiyordu ki, kendilerini arabanın arka penceresine yapışmış buluyorlardı. Araba bir anda saplanıyor, dışarıda Cudjoe’nun atları toparlamak için didindiği duyuluyordu. Dizginleri çekiştirip duruyor ve tam senatör tüm sabrını yitirmek üzereyken araba ansızın bir zıplamayla dikiliyor, ön tekerlekler başka bir dipsiz çukura dalıyor ve senatör, kadın ve çocuk karmakarışık ön koltuğa yuvarlanıyorlar, senatörün şapkası teklifsizce gözleriyle burnuna düşüyor, o da kendini enikonu tükenmiş duyumsuyor, çocuk ağlıyor, dışarıda Cudjoe, kamçının yinelenen vuruşları altında çifte atan, çamurun içinde bata çıka debelenen ve çok zorlanan atları canlandıracak bir şeyler haykırıyordu. Araba bir kez daha sıçrıyor, arka tekerlekler batıyor, senatör, kadın, çocuk bu kez arka koltuğa uçuyor, adamın dirsekleri kadının başlığına çarpıyor, kadının iki ayağı adamın şiddetli sarsıntıdan uçan şapkasına takılıyordu. Birkaç dakika sonra batak aşıldı ve atlar soluyarak durdu, senatör şapkasını buldu, kadın başlığını düzeltti, çocuğu pışpışladı ve kendilerini gelecek olana hazırlamak için soluklandılar.
Bir süre yalnızca başka seslere, yan tekerleklerin çamura batışının ve tüm arabanın sarsılışının sesine karışmış olarak, “Bomb bomb!” sesleri duyuldu yalnızca, içindekiler durumun o kadar da kötü olmadığını düşünmeye başlamıştı. Sonunda önce tümünü bir anda havaya fırlatıp ardından da yerlerine çarpan müthiş bir saplanmayla araba durdu, dışarıdaki kargaşanın ardından Cudjoe kapıda göründü.
“Lütfen efendim, burası berbat bir yer. Nasıl çıkacağız bilmem. Raylara çıksak, diye düşünüyorum.”
Senatör umutsuzca adımını dışarı attı, sakınarak tutunacak sağlam bir şey arandı, ayağını derinliği belirsiz çamura uzattı, onu geri çekmek isterken dengesini yitirerek çamurun içine yuvarlandı ve çok umut kırıcı bir durumdan Cudjoe tarafından çekip çıkarıldı.
Ama biz okuyucularımızın duygularına seslenerek onları kandırmaktan kaçınıyoruz.
Gece yarıları arabalarını çamur çukurlarından kaldıraçla çıkartmak için raydan yapılmış parmaklıkları sökmek gibi ilginç bir yöntem icat eden Batılı gezginler bizim bahtsız kahramanımızın durumunu çok iyi anlayacaklardır. Onlardan sessiz bir damla gözyaşı döküp geçmelerini rica ediyoruz.
Gece geç saatlerde araba her yanından sular damlayarak, çamur içinde koyaktan çıktı ve büyük bir çiftlik evinin kapısında durdu.
İçeridekileri kaldırmak için bir süre uğraştılar, sonunda saygın mal sahibi görünüp kapıyı açtı. İriyarı, uzun boylu, her yanı kıllarla kaplı bir devdi. Çoraplarıyla rahatça bir seksenden uzundu, üstünde kırmızı faniladan bir avcı gömleği vardı. Arapsaçı gibi karmakarışık çok gür, kum rengi saçları özellikle öyle bırakılmış gibiydi, birkaç günlük sakalın bu değerli zata verdiği görünüş en hafif deyişle pek alımlı sayılmayacağıydı. Şamdanı yukarıda tutarak birkaç dakika durdu, gezginlerimize gözlerini kırpıştırarak insana gülünç gelen kasvetli ve şaşkın bir ifadeyle baktı. Olayı tam olarak kavramasını sağlamak senatörümüzün epey çabasını gerektirdi, o bu konuda elinden geleni yaparken biz, okuyucularımıza dostumuzu biraz tanıtalım:
İhtiyar dürüst John Van Trompe, Kentucky eyaletinde hatırı sayılır bir toprak ve köle sahibiydi. Kürkünden başka şeyi olmayan ayı misali, devasa görünüşüne uyan yüce, dürüst, haktanır bir yürekle ödüllendirilmiş olan Trompe, yıllardır baskı altında tuttuğu bir tedirginlikle zulüm yapan için de yapılan için de eşit oranda kötü çalışan bir sistemi gözlemlemekteydi. Sonunda günün birinde John’un koca yüreği öylesine büyüdü, şişti ki, çalışma masasından çek defterini aldığı gibi Ohio’ya gitti, iyi, zengin toprağı olan bir ilçenin dörtte birini satın alıp kadın, erkek, çocuk, kölelerinin tümünü azat ettiğini gösteren kâğıtları hazırladı, sonra da onları vagonlara doldurdu, yerleşecekleri yerlere gönderdi, ardından da “dürüst John” yüzünü koyağa dönüp kendi halindeki çiftliğinde vicdanının emrettiğinin gereğini yerine getirmiş olarak rahat, sessiz sedasız, kendi halinde bir yaşam sürmeye başladı.
Senatör açık açık, “Zavallı bir kadıncağızla çocuğu köle avcılarından kurtaracak biri olduğunuz doğru mu?” diye sordu.
Dürüst John dikkat çekici bir vurguyla, “Öyle olduğumu düşünmeyi yeğlerim,” dedi.
“Tahmin etmiştim.”
İyi adam uzun kaslı kolunu kaldırarak, “Gelen olursa, onu karşılamaya hazırım, her biri bir seksen boyunda yedi de oğlum var, onlar da hazır. O adamlara selamımızı söyleyin, ne zaman isterlerse gelsinler, bizim için fark etmez,” dedi ve parmaklarını sazdan bir dam gibi başını örten o şaşırtıcı saçlarından geçirerek müthiş bir kahkahaya boğuldu. Yorgun, tükenmiş ve canı çekilmiş Eliza, kucağında derin derin uyuyan çocuğuyla kapıya kadar adeta süründü. Sert adam şamdanı yüzüne yaklaştırıp şefkatle bir şeyler homurdandı, sonra bulundukları büyük mutfağa bitişik küçük bir yatak odasının kapısını açarak kadına içeri girmesini işaret etti. Bir şamdan aldı, yakarak masanın üstüne koydu, sonra Eliza’ya, “Şimdi beni iyi dinle kızım, zerre kadar korkmana gerek yok, kim gelirse gelsin. Ben öyle şeylere alışkınım,” dedikten sonra şöminenin rafında duran iki-üç tane tüfeği gösterdi, “beni tanıyan pek çok insan, ben istemeden evimden birini çıkarmaya çalışmasının hiç de sağlıklı olmayacağını bilir. Onun için siz şimdi anneniz sizi sallıyormuşçasına rahat uyuyun,” dedi ve kapıyı kapattı.
Senatöre, “Vay vay, bu kız az rastlanır güzellikte,” dedi, “eh zaten, temiz bir kadında olması gereken duyguları varsa, en haklı kaçış nedenleri güzeller içindir. Bunları iyi bilirim.”
Senatör birkaç sözcükle Eliza’nın öyküsünü kısaca özetledi.
İyi yürekli adam acımayla, “Ah ah, duymak bile istemezdim! Vah vah! Doğa böyledir işte, zavallıcık geyik gibi avlanmış! Bir annenin elinden başka türlüsü gelmediği ve doğal duyguları olduğu için! Biliyor musunuz, böyle şeyler görünce sövesim geliyor, hem de her şeye,” dedi ve çilli kocaman sarı elinin tersiyle gözlerini sildi. “Bakın size ne söyleyeceğim yabancı, bizim oralarda papazlar çok önceleri İncil’den bir sürü şeyin kesilmiş olduğunu vaaz ederlerdi, onun için de ben İncil’e uzun yıllar önce boş vermiştim, Yunanca ve İbranice de bilmiyordum nasılsa, ben de İncil mincil hepten boş verdim. Yunanca İncil’i anlayan bir papaza rastlayıncaya kadar da kiliseye adımımı atmadım. O papazın anlattıklarından sonra bu işe biraz asılmaya karar verip kiliseye gittim, olay bu işte.” Tüm bu konuşma süresince böyle önemli anda sunmak için çok süslü şişelenmiş bir elma şarabının mantarını açmakla uğraşmıştı.
Senatöre “Gün ışıyıncaya kadar burada kalsanız iyi olur,” dedi içtenlikle, “şimdi emektarı çağırıp bir saniyede yatağınızı hazırlatırım.”
“Teşekkür ederim sevgili dostum,” dedi senatör, “gidip bu gece Colombus’ta görünmemde fayda var.”
“Eh, pekâlâ, gitmeniz gerekiyorsa ben de sizinle biraz gelirim, oraya varmak için geldiğiniz yoldan daha iyi bir dörtyol ağzı gösteririm. Öbürü pek berbattır.”
John giyindi, az sonra bir elinde fenerle senatörün arabasının önünde, evin arkasından yokuş aşağı inen yoldaydı. Ayrılacakları zaman senatör adamın avucuna on dolarlık bir banknot koydu. Kısaca, “Onun,” dedi.
John da aynı biçimde kısa ve öz, “Baş üstüne,” dedi.
El sıkışıp ayrıldılar.




10
Mal taşınıyor
Şubat sabahı, Tom Amca’nın kulübesinin penceresinden gri görünüyor, ince bir yağmur çiseliyor, kederli yüzlere, acılı yüreklere yansıyordu. Ateşin önünde ütü beziyle kaplı küçük bir masa duruyordu, kaba saba ama temiz bir-iki gömlek yeni ütülenmiş, ateşin başındaki iskemlenin arkasına asılmış, Chloe Teyze’yse önüne bir yenisini yaymıştı. Son derece titiz bir özen göstererek her kıvrımla her dikiş payını önce eliyle düzeltip sonra da dikkatle ütülüyor, arada bir yanaklarından yuvarlanan yaşları silmek için elini kaldırıyordu.
Tom, dizinde açık İncil’le yanı başında oturuyordu, başını eline dayamıştı, ikisi de konuşmuyordu. Henüz erkendi, çocuklar küçük tekerlekli yatakta hep birlikte uyuyorlardı.
Her dirhemi iyilikle dolu, şefkatli, evine düşkün bir yüreği olan Tom, bu mutsuz ırkın tipik bir örneği olarak kalktı, çocuklarına bakmak için sessizce yaklaştı.
“Son kez,” dedi.
Chloe Teyze hiç sesini çıkarmadı, elle düzelebilecek kadar düzelmiş olan kaba gömleği, sıvazladı da sıvazladı, sonunda da ütüsünü umutsuzlukla ansızın kumaşın kıvrımları arasına bastırıverdi ve masanın başına oturup yüksek sesle ağlamaya başladı.
“Diyelim ki boyun eğmemiz gerekiyor ama ah Tanrı’m, nasıl yapabilirim bunu! Nereye gittiğini ya da sana nasıl davranacaklarını bilsem neyse! Hanımım bir-iki yıl içinde seni geri almaya çalışacağını söylüyor ama Tanrı’m, oralara giden geri gelmez ki! Öldürüyorlar! Onları o ekim alanlarında nasıl çalıştırdıklarını duydum ben!”
“Orada da buradaki Tanrı var Chloe.”
“Eh, diyelim ki öyle ama Tanrı bazen korkunç şeylerin olmasına izin veriyor. Öyle düşünmek içimi hiç de rahatlatmıyor.”
Tom, “Tanrı’nın elindeyim,” dedi, “hiçbir şey onun izninden öteye geçemez, bir tek şey için O’na hep şükredeceğim. Satılan ve giden sen ya da çocuklar değil de ben olduğum için. Siz burada güvendesiniz, olan yalnızca bana olacak ve Tanrı, O bana yardım eder, edeceğini biliyorum.”
Ah gözüpek, yiğit yürek, sevdiklerini rahatlatmak için kendi acını nasıl da örtüyorsun! Tom kalın bir tonda, boğazında zehir gibi bir tıkanmayla konuşmuştu ama sesi yine de yürekli ve güçlüydü. Titreyerek, “Bize lütfedilenleri düşünelim,” diye ekledi. Onların üstünde çok iyi düşünmenin gerektiğinden en küçük bir kuşkusu yokmuş gibi konuşmuştu.
“Lütuf mu? Ben bunda lütuf görmüyorum, doğru değil, böyle olması doğru değil! Efendi onun borçlarını ödemen için alınmana asla izin vermemeliydi. Senin için verdiği parayı iki katıyla kazanarak geri ödedin. Sana özgürlüğünü borçlu, yıllar önce vermesi gerekirdi. Belki şu anda efendinin elinden başka bir şey gelmiyor ama bunun yanlış olduğunu hissediyorum. Bu duyguyu hiç kimse içimden çıkartamaz. Sen hep sadık davrandın, onun işlerini kendinden çok önemsedin, onu karınla çocuklarından daha çok düşündün! Kendi açmazlarından çıkmak için yürek sevgisiyle yürek kanı satıyorlar, Tanrı da bunun hesabını soracak!”
“Chloe! Beni seviyorsan, böyle konuşmayacaksın, son kez birlikte oluyor olabiliriz! Bak sana söyleyeyim Chloe, efendi aleyhine tek söz bile duymak zoruma gidiyor. O benim kollarıma bebekken verilmedi mi? Onun için iyi düşünmem doğal. Ayrıca zavallı Tom’u çok da fazla düşünmesi gerekmez. O kendisine böyle davranılmasına alışık, bana fazla kafa yorduğunu sanmam. Bu hiçbir biçimde beklenemez zaten. Onu öbür efendilerle kıyasla da söyle bakalım, kimde benim yaşamım oldu, kime benim gibi davranıldı? Önceden görebilseydi bunun başıma gelmesine asla izin vermezdi. Vermeyeceğini biliyorum.”
İnatçı bir doğruluk duygusunu başta gelen özelliklerinden biri olarak taşıyan Chloe Teyze, “Her neyse, yine de bir yerlerde bir yanlış var,” dedi, “tam olarak nerede olduğunu çıkaramıyorum ama bir yerde bir yanlış var, ondan hiç kuşkum yok.”
“Yukarıdaki Tanrı’ya bakmalısın, O her şeyin üstünde, O’ndan izinsiz tek serçe düşmez.”
“Bu beni pek rahatlatmıyor ama umarım öyledir,” dedi Chloe Teyze, “yine de bunu konuşmanın yararı yok, mısır ekmeğini ıslattım, sana da güzel bir kahvaltı için bir tane vereceğim, bir daha ne zaman kahvaltı edeceğini kimse bilemez.”
Güney’e satılan zencilerin çektikleri acıları kavrayabilmek için bu ırkın içgüdüsel duygularının özellikle güçlü olduğunu anımsamak gerekir. Bir yere duydukları bağlılık son derece güçlüdür. Yaradılış olarak cüretkâr ve açıkgöz değillerdir ama evcimen ve duyarlıdırlar. Buna bir de bilgisizlik ve bilinmeyenden duyulan korkuları eklerseniz, Güney’e satılmanın zencilerde çocukluktan beri cezalandırmanın son aşaması kabul edilmesini anlarsınız. Kırbaçlanmak ya da her tür işkence görmekten daha korkutucu bir gözdağı varsa, o da nehrin aşağısına gönderilmektir. Biz bu duyguyu onlar dile getirdiğinde duyduk ve dedikodu saatlerinde oturup “nehrin aşağısı” için korkunç öyküler anlattıklarında o içten korkuyu yüzlerinde gördük.
“O keşfedilmemiş ülke ki ırmaklarından
Dönmez giden hiçbir gezgin.”
Kanada’daki kaçaklar arasındaki çalışan bir misyonerin dediğine göre, kaçakların pek çoğu öbürlerine kıyasla daha iyi efendilerden kaçtıklarını ve kendilerinin, kocalarının, çocuklarının ya da karılarının tepelerinde asılı duran, “Kıyamet Günü” olarak niteledikleri Güney’e satılmanın umutsuz dehşetiyle kaçışın tehlikelerine göğüs germeyi kafaya koyduklarını itiraf etmişlerdir. Bu korku, yaradılış olarak sabırlı, çekingen, açıkgöz olmayan Afrikalıyı kahramanca bir yiğitlikle yüreklendiriyor ve onun açlığa, soğuğa, acıya, bilinmeyen toprakların tehlikelerine, yeniden ele geçirilmenin en korkunç yanı olan ceza paralarına katlanmasına neden oluyordu.
Mrs. Shelby, Chloe Teyze’nin büyük evdeki görevine izin verdiğinden, masanın üstünde basit bir sabah kahvaltısının dumanı tütüyordu. Zavallı kadıncağız kalan tüm gücünü bu veda şölenine harcamıştı, en iyi tavuğu kesip yolmuş, mısır ekmeğini olanca titizliğiyle tam kocasının damak zevkine göre pişirmiş, şöminenin rafından gizemli kavanozlar indirmiş, özel durumlar dışında ikram edilmeyen reçeller çıkarmıştı.
Mose zaferle, “Aziz Peter,” dedi, “ulan kahvaltının âlâsı yok mu bizde!” Bir yandan da bir parça tavuk kaptı.
Chloe Teyze onun kulağına bir tokat patlatarak, “Durun bakalım! Zavallı babacığınızın evde edeceği son kahvaltıya leş kargaları gibi üşüşmeyin!” dedi.
Tom yumuşak başlılıkla, “Aaa Chloe!” diye uyardı karısını.
Chloe Teyze, “Eh, elimde değil,” diyerek yüzünü önlüğüne gömdü. “Öyle altüst oldum ki, çirkin davranıyorum.”
Çocuklar kımıldamadan duruyordu, önce babalarına, sonra annelerine baktılar, bebek emredici, zorbaca bir ağlama tutturarak annesinin eteklerine tırmanmaya başladı.
“Gel!” dedi Chloe Teyze, gözlerini silerek bebeği aldı. “Tamam, şimdi iyiyim sanırım, hadi bir şeyler ye. Bu en iyi tavuk. Siz de çocuklar, siz de yiyeceksiniz, zavallıcıklar! Anneniz bir de kızdı size.”
Çocuklar daveti ikiletmeden büyük bir istekle yiyeceklerin başına geçtiler, iyi ki de öyle yaptılar, yoksa ortada eğlenti adına bir şey kalmayacaktı.
Kahvaltıdan sonra telaşla oradan oraya koşmaya başlayan Chloe Teyze, “Şimdi, giysilerini yerleştirmeliyim,” dedi. “Ne var ne yoksa almalısın yanına. Oradaki durumu tahmin edebiliyorum! Şimdi bak romatizman için fanilalar şu köşede, dikkat et artık kimse sana fanila dikmeyecek. Bunlar eski gömleklerin, bunlar da yeniler. Çoraplarının burunlarını dün gece ördüm, örme topunu da içine koydum. Aman Tanrı’m! Kim örecek artık onları senin için?” Yine duygularına yenilerek başını kutuya dayadı ve ağlamaya başladı. “Düşününce… iyi de olsan kötü de olsan hiçbir yaratık senin için hiçbir şey yapmayacak artık! Gerçekten iyi olman için artık bir neden yok!”
Kahvaltı masasının üstünde ne var ne yok silip süpüren oğlanlar, yavaş yavaş durumu kavramaya başlamışlardı, annelerini ağlar, babalarını da onca üzgün görünce sızlanmaya, ellerini gözlerine götürmeye başladılar. Tom Amca, bebeği dizine oturtmuştu, istediğince sınırsız eğlenmesine ses çıkarmıyordu, o da onun yüzünü tırmalıyor, saçını çekiyor, arada iç dünyasına yansıyanların bir göstergesi olarak gürültülü çığlıklar atıyordu.
“Ah, hadi çekil bakalım oradan, zavallı yaratık!” dedi Chloe Teyze. “Sana da sıra gelecek! Sen de kocanın satıldığını görmek için yaşayacaksın, belki kendin de satılacaksın, oğulların da er geç satılacak, iyi de davransalar kötü de, zavallı zenciler için değişen bir şey yok.”
O anda oğlanlardan biri bağırdı:
“Hanımımız geliyor!”
“Bir yararı olmaz ki, neden geliyor?” dedi Chloe Teyze.
Mrs. Shelby içeri girdi. Chloe Teyze ona özellikle belirgin bir terslik, huysuzlukla bir iskemle koydu. Mrs. Shelby bu tavrı görmemezlikten geldi. Solgun, kaygılı görünüyordu.
“Tom,” dedi, “gelmemin nedeni…” Ansızın suskun oturanlara gözü ilişince, iskemleye çöktü, mendiliyle yüzünü kapatarak hıçkırmaya başladı.
Chloe Teyze, “Tanrı’m, aman hanımım, yapmayın, yapmayın!” dedi ve gözyaşlarına boğulma sırasını savdı, ardından birkaç dakika birlikte ağladılar. Birlikte azlı çoklu döktükleri yaşlar tüm yürek yangınlarının ve üstlerine yüklenen yükün öfkesini eritti.
Ah sen, üzgünü ziyaret eden, biliyor musun ki soğuk, başka yana dönük bir yüzle verilmiş parayla satın alabileceğin her şey, gerçek yürek yakınlığıyla dökülmüş tek bir içten gözyaşıyla boy ölçüşemez!
Mrs. Shelby, “İyi çocuğum benim, sana işine yarayacak bir şey veremem, para versem, elinden alınır ama sana ciddiyetle ve Tanrı’nın huzurunda söylüyorum ki, izini süreceğim ve parayı bulur bulmaz da geri alacağım, o zamana kadar Tanrı’ya güven!”
Bu noktada oğlanlar bağırarak Efendi Haley’in geldiğini haber verdi, az sonra selamsız sabahsız bir tekmeyle kapı açıldı. Haley eşikte bir gece önceyi at sırtında geçirmiş olarak, avını yeniden ele geçirmekte gösterdiği başarısızlık konusunda asla yatıştırılacak gibi görünmeyen aksi tavrıyla duruyordu.
“Gel, sen zenci, hazır mısın? Hizmetinizdeyim hanımefendi!” diyerek Mrs. Shelby’yi gördüğü an şapkasını çıkardı.
Chloe Teyze sandığı kapayıp iple bağladı, doğrulurken tüccara ters ters baktı, gözyaşları bir anda kıvılcım kesilmişti.
Tom yeni efendisini izlemek için uysallıkla ayağa kalktı ve ağır sandığını kaldırıp omzuna aldı. Karısı arabaya kadar Tom’un peşinden gelmek için bebeği kucağına aldı, hâlâ ağlayan çocuklar arkada dizildi.
Mrs. Shelby tüccara doğru yürüyerek, onunla içtenlikle konuşup birkaç dakika geciktirdi, bunu yaparken tüm aile de kapıda atları koşulmuş hazır duran arabaya yaklaştı. Çevrede ne kadar genç, yaşlı varsa onlar da eski dostlarına veda etmek için çevresine toplandı. Tom başhizmetli ve Hıristiyanlık öğreticisi olarak görülüyordu. O yüzden de bu olay özellikle kadınlar arasında büyük acı ve içten yakınlık uyandırmıştı.
Açıkça ağlayan kadınlardan biri, arabanın yanında duran Chloe Teyze’nin sıkıntılı soğukkanlılığını görünce, “Sen bizden iyi dayanıyorsun Chloe!” dedi.
O da yaklaşan tüccara bakarak zulüm altında gücünü yitirmemiş birinin tavrıyla, “Benim gözyaşlarım bitti. O ihtiyar için ağlamak artık içimden gelmiyor!” dedi.
Haley asık yüzleriyle ona bakan hizmetçilerin arasından geçip Tom’a, “Gir içeri!” dedi.
Tom içeri girdi, Haley arabanın oturacak yerinin altından ağır bir çift pranga çıkararak çabucak zencinin ayak bileklerine taktı.
Arabayı çevreleyenler arasından baskı altında tutulan öfke dolu bir karşı çıkma homurtusu yükseldi ve verandadan Mrs. Shelby’nin sesi duyuldu:
“Mr. Haley, inanın bana, bu önlem son derece gereksiz!”
“Bilemiyorum hanımefendi, sizin burası bana beş yüz dolar kaybettirdi, daha fazla tehlikeye girmek istemiyorum.”
Chloe Teyze öfkeyle, “Ondan başka ne beklenebilir ki?” dedi, bu arada babalarının yazgısını kavramaya başlayan iki oğlan şiddetle ağlayıp hıçkırarak analarının eteğine yapışmıştı.
“Efendi George’un uzakta olmasına üzülüyorum,” dedi Chloe Teyze.
George, komşu malikânedeki bir arkadaşıyla birkaç gün geçirmeye gitmiş, Tom’un kötü yazgısı duyulmadan, onun da kulağına gelmeden sabah erkenden çıkmıştı. Tom içtenlikle, “Efendi George’a sevgilerimi iletin,” dedi.
Haley atı kırbaçladı, Tom’un son âna kadar aile ocağına dikili kalan acı dolu bakışının ardından tekerlekler döndü ve Tom götürüldü.
Bunlar olurken Mr. Shelby evde yoktu. Tom’u korktuğu bir adamın elinden kurtulmak için zorunluluğun kışkırtmasıyla satmış, pazarlığın sonuçlanmasının ardından duyduğu ilk şey de ferahlık olmuştu ama karısının dostça uyarıları yarı uyuşuk pişmanlık duygularını canlandırmış, Tom’un bir erkeğe yaraşır, kendi çıkarını gözetmeyen tavrı Mr. Shelby’nin duygularının tatsızlığını katmerlemişti. Boş yere bunu yapmaya hakkı olduğunu kendi kendine söyleyip durmuş, bunu herkes yapıyor, bazısıysa zorunluluk bahanesi bile olmadan yapıyor falan demişti ama duygularını hoşnut edememişti, o da olayın gerçekleşeceği anın tatsız sahnelerine tanık olmamak için dönünceye kadar her şeyin biteceğini umarak kuzeye kısa bir iş gezisine gitmişti.
Tom ile Haley tozlu yolda takırdayarak ilerliyorlardı, Tom’un çok iyi tanıdığı eski bir yoldan malikâne gözden yitene ve iyice gerilerde kalana kadar gittiler, sonunda kendilerini geniş bir anayolda buldular. Bir mil kadar gittikten sonra Haley ansızın bir nalbant dükkânının önüne çekti ve küçük bir değişiklik yaptırmak için elinde bir çift kelepçeyle içeri girdi. Haley prangayı gösterip Tom’u işaret ederek, “Bunlar ona çok küçük geliyor,” dedi.
“Tanrı’m, yoksa bu Shelby’nin Tom’u mu? Satmadı ya onu?” dedi nalbant.
Haley, “Evet sattı,” dedi.
“Aa, yok canım! Eh yani… kim derdi ki! Onu böyle prangalamanıza gerek yok ki, o dünyanın en sadık, en iyi insanıdır.”
Haley, “Tamam tamam ama sizin iyi adamlarınız hep kaçmak isteyen yaratıklar oluyor. Aptal olanları nereye gittiğine aldırmıyor, sünepe sarhoşlarsa peşine takılacakları hiçbir şeyi umursamıyor, oraya buraya yük gibi taşınmaktan hoşnut bile oluyorlar ama sizin bu ‘as’larınız bundan günah kadar nefret eder. Onları palangalamaktan başka yolu yoktur, bacakları vardır ve kullanacaklardır, bundan kuşku duyma,” dedi.
Nalbant gereçleriyle uğraşırken bir yandan, “Eh, oradaki o ekim alanları Kentucky’li zencilerin gitmek isteyebilecekleri bir yer değil, oraya gider gitmez ölüyorlar, öyle değil mi?” dedi.
“Evet, öyle, gider gitmez ölüyorlar ya iklimden ya da başka şeyden, pazarı canlı tutmak için ölüyorlar işte,” dedi Haley.
“İnsan, Tom kadar sessiz, uysal ve iyi birinin o şeker tarlalarına gitmesinin ne kadar yazık olduğunu düşünmeden edemiyor.”
“Eh, o daha adil bir fırsat yakaladı! Ben ona iyi davranacağıma ilişkin söz verdim. İyi, eski bir aileye ev hizmetçisi olarak vereceğim, ateşe ve iklime dayanabilirse, her zencinin isteyebileceği bir işi olacak.”
“Karısıyla çocuklarını burada bırakıyor sanırım?”
“Evet ama orada başkasını bulur. Her yerde yeterince kadın var,” dedi Haley.
Bu konuşma sürerken Tom çok kederli ve üzgün, arabada oturuyordu. Ansızın arkasında bir at nalının çıkardığı hızlı, kesik tıkırtıyı duydu ve şaşkınlığından sıyrılamadan genç Efendi George arabaya atladı, kollarını paldır küldür Tom’un boynuna dolayarak olanca gücüyle hıçkırıp ilenmeye başladı.
“İşte açıkça söylüyorum ki, bu gerçek kötülük. Ne dedikleri umurumda bile değil, hiçbirinin! Bu berbat, kötü bir ayıp! Ben bir yetişkin olsaydım bunu asla yapamazlardı, yine de yapmamalılar!” George bastırılmış bir ulumayla konuşuyordu.
“Ah Efendi George! Buna çok sevindim! Sizi görmeden gitmeye dayanamazdım. Bana öyle iyi geldi ki, bunu anlatamam size!”
Sözünü bitirince Tom ayaklarını hareket ettirdi ve George’un gözü prangalara ilişti.
“Rezalet!” diye ellerini kaldırarak bağırdı. “O ihtiyarı gidip yumruklayacağım! Yapacağım bunu!”
“Hayır, yapmayacaksınız Efendi George, bu kadar yüksek sesle de konuşmamalısınız. Onu kızdırmanızın bana hiçbir yararı olmaz.”
“Eh, öyleyse senin hatırın için yapmam ama düşününce… rezalet değil de nedir? Bana haber vermediler, tek söz etmediler Tom, Lincon’a gitmeseydim, duymayabilirdim. Bak, sana söylüyorum, evde hepsinin ama hepsinin yuvasını yapacağım!”
“Korkarım bu doğru olmaz Efendi George.”
“Elimde değil! Bunun utanç verici olduğunu söylüyorum! Bak, Tom Amca,” diyerek sırtını dükkâna döndü, gizemli bir ses tonuyla, “sana dolarlarımı getirdim!” dedi.
“Oo, onları almayı aklımdan bile geçiremem Efendi George, dünyada olmaz!” dedi Tom. Son derece duygulanmıştı.
“Ama alacaksın! Bak, Chloe Teyze’ye bunu söyledim, o da ortalarını delip bir ip geçirmemi, senin de kimsenin görmemesi için boynuna asmanı söyledi, yoksa bu rezil adam müsveddesi elinden alır. Bak sana söylüyorum Tom, onun yuvasını yapmak istiyorum, bana iyi gelecek!”
“Hayır, yapmayın Efendi George, sonra bana iyi gelmez.”
“Eh, hatırın için yapmayacağım.”
Bunu söylerken bir yandan dolarları Tom’un boynuna asmaya çalışıyordu.
“İşte, şimdi paltonu üstünden iyice ilikle de görünmesin ve şunu unutma, onları her gördüğünde peşinden geleceğimi, seni alıp götüreceğimi anımsa. Chloe Teyze’yle bunu konuştuk. Ona korkmamasını söyledim, ben bu işle ilgileneceğim, yapmazsa da babamı canından bezdireceğim.”
“Oo, Efendi George, babanız için böyle konuşmamalısınız!”
“Tom Amca, ben kötü bir şey demek istemiyorum.”
“Şimdi, Efendi George,” dedi Tom, “iyi bir delikanlı olmalısınız. Kaç tane yüreğin size bağlı olduğunu unutmayın. Hep annenizin yanında olun. Delikanlıların annelerini unutacak kadar daldıkları o aptalca yollara dalmayın sakın. Bakın size ne söyleyeceğim Efendi George, Tanrı insana birçok iyi şeyi iki kez verebilir ama bir anneyi bir kez verir. Yüzyıl da yaşasanız ona benzer başka bir kadın bulamazsınız. Öyleyse ona sımsıkı sarılın, büyüyünce ona kol kanat gerin, böyle yapacaksınız değil mi?”
“Evet, öyle yapacağım Tom Amca,” dedi George ciddiyetle.
“Konuşmanıza da dikkat etmelisiniz Efendi George. Delikanlılar sizin yaşınızda bazen söz dinlemez olur, doğa böyledir, öyle de olmalıdırlar ama gerçek beyefendilerin, ki sizin de öyle olacağınızı umuyorum, ana babalarına karşı ağızlarından asla saygısız bir söz çıkmaz. Alınmadınız ya Efendi George?”
“Hayır, hem de hiç Tom Amca, sen bana hep iyi öğütler verdin.”
Tom, “Ben sizden yaşlıyım biliyorsunuz,” diyerek çocuğun güzel, kıvırcık başını kocaman, güçlü eliyle okşarken sesi kadın sesi kadar şefkatliydi. “İçinizde bunların olduğunu biliyorum. Ah Efendi George, her şeyiniz var, öğrenme, ayrıcalıklar, okuma, yazma… Büyüyünce de her şeyi öğrenmiş, büyük, iyi bir insan olacaksınız, evinizdeki tüm insanlar, anneniz ve babanız sizinle gurur duyacak! Babanız gibi iyi bir efendi, anneniz gibi de iyi bir Hıristiyan olun. Gençlik günlerinizde Yaratıcı’mızı unutmayın Efendi George.”
“Gerçek anlamda iyi olacağım Tom Amca, sana söz veriyorum,” dedi George. “Birinci sınıf bir insan olacağım ama sen de cesaretini yitirmeyeceksin. Seni yeniden eve götüreceğim. Bu sabah Chloe Teyze’ye de söylediğim gibi evini baştan aşağı yeniden yaptıracağım, büyüyüp adam olduğumda da halılı bir salonun olacak. Ah, güzel günler göreceksin daha!”
Haley elinde bir çift kelepçeyle kapıya çıktı.
George üstünlük taslayan bir havada, “Buraya bakın bayım, annemle babama Tom Amca’ya nasıl davrandığınızı anlatacağım!” dedi.
“Keyfiniz bilir,” dedi tüccar.
“Ömrünüzü kadınlarla erkekleri alıp satarak ve onları hayvan sürüleri gibi zincirleyerek geçirmekten utanıyor olmalısınız, diye düşünüyorum! Pek de matah biri olmadığınızın farkındasınızdır.”
“Pederinizle valideniz erkeklerle kadınları satın almak istedikleri sürece ben de onlar kadar iyiyim,” dedi Haley. “Satmanın almaktan daha kötü bir yanı yok ki!”
“Ben büyüdüğümde ikisini de yapmayacağım. Bugün bir Kentucky’li olmaktan utanç duyuyorum. Önceleri bundan hep gurur duymuştum.”
George atında dimdik oturarak ülkenin tümünün düşüncesinden etkilenmesini beklercesine çevresine bakındı.
“Eh hoşça kal Tom Amca, başını hep dik tut,” dedi sonunda.
Tom sevgiyle ve hayranlıkla ona baktı.
“Hoşça kalın Efendi George. Yüce Tanrı sizi korusun! Ah, Kentucky’de sizin gibilerden fazla yok!” dedi tüm yüreğiyle, çocuksu, dürüst yüz gözden yiterken. George giderek uzaklaştı, atının ayak sesleri duyulmaz oluncaya kadar Tom onun ardından baktı, evinin son sesi ya da görüntüsüydü o. Yine de yüreğinin üstünde genç ellerin o değerli dolarları taktığı yerde sıcacık bir nokta vardı. Tom elini kaldırıp yüreğinin üstüne koydu.
Haley arabaya gelip kelepçeleri içeri atarken, “Bak sana ne diyeceğim Tom,” dedi, “seninle şu işe doğru başlayalım, genelde zencilerimle böyle yaparım zaten, şimdi de başlangıç olarak sana söyleyeceğim şu: Sen bana doğru davranırsan ben de sana doğru davranırım, zencilerime asla kötülük yapmam. Onlar için olabildiğince en iyiyi hesaplarım. Şimdi anlıyorsun ya, en iyisi şöyle rahatça yerine yerleşmen. Öyle numara falan yapayım da deme, zencilerin her numarasını bilirim, hiç yararı olmaz. Zenciler sessiz sedasız oturur, kaçmaya çalışmazlarsa benle bir sorunları olmaz, öyle yapmazlarsa eh, bu da onların suçu olur, benim değil.”
Tom, Haley’i hiç kaçma niyetinde olmadığına inandırdı. Aslında ayaklarında koca bir çift prangası olan bir adama bu öğüt gereksizdi. Ne var ki Mr. Haley neşe, güven vermek ve kaçınılmaz olan tatsız sahneleri önlemek için ilişkilerine bu biçimde küçük abartılar, kendi deyimiyle ince hesaplarla başlamayı huy edinmişti.
Burada da şu an için öykümüzdeki öbür kişilerin yazgılarını izlemek üzere Tom’u bırakıyoruz.




11
Malın ruh halinin yersizliği
Kentucky’de N. köyündeki bir kır otelinin kapısında bir yolcu belirdiğinde sicim gibi yağmur yağan bir öğleden sonrasının geç saatleriydi. Barın olduğu odada, kötü havanın yarattığı tedirginliğin bu limana attığı her türden insanın toplanmış olduğunu gördü, bar da bu tür kavuşmaların olağan görüntüsünü sunuyordu. Av giysilerini kuşanmış iriyarı, uzun boylu, çıkık kemikli Kentucky’liler soylarına özgü o rahat, tembel tavırları ve gevşek bedenleriyle barı doldurmuşlardı. Engin topraklarda iz sürerken oraya uğramış gibi bir halleri vardı. Tüfeklerini, fişek torbalarını, çantalarını bir köşeye dayamışlardı. Yanlarında av köpekleri ve ufak tefek zenciler vardı.
Şöminenin bir yanında arkaya kaykılmış iskemlesinde uzun bacaklı bir beyefendi oturuyordu, şapkası başındaydı, çamur içindeki çizmelerinin topukları soylu bir tavırla şöminede dinleniyordu, bu konuda okuyucumuzu bilgilendirelim, bu duruş Batı’nın barlarında çok sevilir, burada yolcular statülerini yükselttiğine inandıkları bu oturuş biçimini kararlılıkla benimsemişlerdir.
Barın arkasında duran hancı, taşralıların çoğu gibi boylu boslu, iyi huylu, rahat tavırlıydı, başında inanılmayacak kadar çok saçı, onun üstünde de kocaman, yüksek bir şapkası vardı.
Aslında odadaki herkes başında bu erkek egemenliğinin tipik simgesini taşıyordu. İster şık, gerçek bir şapka olsun, ister palmiye yaprağı ya da yağlanmış kunduz kürkünden yapılma; şapka duygusu versin ya da vermesin, başlarına taktıkları gerçek bir cumhuriyetçinin özgürlüğünün güvencesiydi.
Gerçekte her özgür bireyin kendine özgü simgesiydi şapka. Bazısı şöyle yana eğerek takardı, bunlar okurlarımızın gülmeyi seven, neşeli, teklifsiz hizmetkârlarıydı, bazısı burunlarına doğru özgürce bastırırdı, bunlar da erkekler arasındaki çetin cevizlerdi ki, zaten taktıkları, takmak istedikleri şapkanın tüm amaçlarına uygun olmasını isterler.
Bir de şapkalarını iyice arkaya yatırmış olanlar vardır, bunlar da uyanıklardır, her şeylerinin ortada olduğu izlenimini vermek isterler, şapkalarının nasıl durduğunu bilmeyen ya da aldırmayan umursamazlara gelince; bunların şapkaları her yöne kayar. Değişik türde şapkalar aslında gerçek bir Shakespeare dönemi çalışmasıdır.
Divers zencileri bol, rahat pantolonları, çizgisinde tek bir pot olmayan gömlekleriyle, her şeyi efendiyle konukları yararına düzenlemek için istekliymiş gibi görünmenin dışında aslında pek de bir şey yapmadan oradan oraya seğirtiyorlardı. Bu resme neşeli çatırtılarla yanan ve dumanı kocaman geniş bacada tüten ateşi, ardına kadar açılmış dış kapıyla pencereleri, nemli, soğuk havadaki güzel sert rüzgârda uçuşan benekli patiska perdeyi de eklerseniz, bir Kentucky hanının hazlarını gözünüzde biraz canlandırmış olursunuz.
Okuduğunuz dönemin Kentucky’lisi kuşaktan kuşağa geçen içgüdüler ve özelliklerden oluşur. Babaları, ormanda yaşayan, yıldızları kandil olarak kullanan, özgür açık göğün altında uyuyan sıkı avcılardı, onların bugüne uzantısıysa evini kamp gibi kullanan, her saat şapka takan, düşe kalka yürüyen, topuklarını şömine ya da iskemlelere dayayanlardır. Aynı babasının çimenlerde yuvarlandığı, topuklarını ağaç ya da kütüklere dayadığı, koca ciğerlerine çekecek havayı ancak bulabileceği için yaz kış ne kadar kapı pencere varsa ardına kadar açık bıraktığı gibi. Bu insanlar umursamaz, iyi huylu, açıkyürekli ve geçinmesi kolay, neşeli tiplerdi.
İşte yolumuz böyle bir özgürlükler ve rahatlıklar bileşkesine girdi. Yolcumuz görünüşüne özen gösteren, yüzünde kendine özgü bir şeyler okunan, yuvarlak, iyi huylu bir yüzü olan, özenli giyinmiş, kısa boylu, tıknaz bir adamdı. Valiziyle şemsiyesine özel bir dikkat gösteriyordu, içeri kendi elleriyle getirdi ve direterek, inatla görevlilerin tüm rahatlatma önerilerini reddetti. Oldukça kaygıyla çevresine bakındı, değerli eşyalarıyla en sıcak köşeye yöneldi, onları iskemlesinin altına yerleştirerek oturdu, topukları şöminenin ucunu süsleyen ve sinirleri zayıf, titiz alışkanlıkları olan beyefendilere oldukça dehşet verici gelecek bir cesaret ve güçle sağdan sola tüküren değerli zata biraz da korkuyla baktı.
Sözü edilen beyefendi yeni geleni şerefle selamlarmış gibi çiğnediği tütünü tükürerek, “Eh, yabancı nasılsın bakalım?” dedi.
Berikinin yanıtı bu gözdağı veren şereflendirmeyi dehşetle savuşturarak, “İyi, sanırım,” oldu.
Yanıtı alan, cebinden bir tütün şeridi, koca bir de av bıçağı çıkararak, “Yeni haberler var mı?” dedi.
“Bildiğim kadarıyla yok.”
Beriki çok kararlı kardeşçe bir tavırla yaşlı beyefendiye bir parça tütün uzattı.
“Çiğner misin?” dedi.
Yeni gelen, “Hayır, teşekkür ederim, bana uymaz,” diyerek konuyu kapattı.
Adam rahatça, “Uymaz ha?” diyerek toplumun genel çıkarı uğruna tütün suyu çıkarmayı sürdürmek için parçayı kendi ağzına attı.
Yaşlı beyefendi yanındaki adam kendisine dönüp de tütün tükürmeye başlayınca irkildi, uzun boylu adam bunu fark edince son derece iyi huylu bir tavırla ağır silahını başka yöne çevirdi ve bir kenti almaya yetecek askerî yeteneğiyle şöminenin demirlerinden birine tütün saldırısını sürdürdü.
Büyük bir el ilanının başına toplananları gören yaşlı bey, “O ne?” diye sordu.
Adamlardan biri kısaca, “Zenci ilanları,” dedi.
Adı Mr. Wilson olan yaşlı bey ayağa kalktı, valiziyle şemsiyesini dikkatle düzelttikten sonra gözlüğünü çıkarıp burnunun üstüne yerleştirdi, bu işlem tamamlanınca aşağıdaki yazıyı okudu:
Kâğıtlarının altında imzası olan adamlardan kaçan melez George.
Sözü edilen kişi, bir seksen boyunda, çok açık renk, kahverengi kıvırcık saçları olan çok akıllı bir melezdir. Düzgün konuşur, okuyup yazar. George bir beyaz gibi davranabilir, sırtıyla omuzlarında izler vardır, sağ eli H harfiyle işaretlenmiştir.
Canlı getirene dört yüz dolar, öldüğünü kuşku bırakmayacak biçimde kanıtlayana da aynı parayı vereceğim.
Yaşlı bey bu ilanı baştan sona alçak sesle ve öğreniyormuşçasına okudu. Şöminenin demirini kuşatma altında tutan uzun bacaklı kıdemli asker, bacaklarını indirerek ayağa kalktı, boylu bosluydu, ilana doğru yürüdü, son derece kasıtla tam üstüne emdiği tütünü tükürdü. Sonra da kısaca, “Bunun için düşündüğüm işte bu!” diyerek yine oturdu.
Hancı, “Yabancı, neden yaptın bunu?” dedi.
Uzun boylu adam serinkanlılıkla tütün kesme işine dönerek, “O kâğıdı yazan burada olsaydı da aynı şeyi yapardım,” dedi. “Böyle bir çocuğa sahip olan biri, ona nasıl davranacağını bilemiyorsa onu yitirmeyi hak eder. Kentucky’de böyle ilanlar yüz karasıdır, bilmek isteyen varsa benim düşüncem bu!”
Hancı, giriş yaparcasına, “Bu bir bakış açısı,” dedi.
Şömine demirlerine ateş saldırısını yine başlatan uzun boylu adam, “Bende bir yığın çocuk var bayım. Onlara, çocuklar diyorum, kaçın, kazın, ne zaman isterseniz! Asla peşinize düşmeyeceğim! Öyle elimde tutuyorum onları. Her zaman kaçmakta özgür olduklarını bilsinler, bu onların hevesini kırar. Üstelik bir de bugünlerde düşüp kalırsam diye hepsi için kayıtlı azat kâğıtlarım var, onlar da bunu biliyor. Bak sana söylüyorum yabancı, bizim oralarda zencilerinden benden iyi yararlanan yoktur. Benim oğlanlar beş yüz dolarlık taylarla Cincinnati’ye gittiler, satıp parayı da olduğu gibi getirdiler. Mantıklı olanı da bu zaten. Köpek gibi davranırsan köpeğin işiyle köpeğin davranışlarını alırsın karşılığında. İnsan gibi davranırsan insan gibi karşılık verirler.”
Dürüst davar tüccarı olanca sıcakkanlılığıyla bu ahlaki duyarlılığı şömineye kusursuz bir şeref atışıyla imzaladı.
Mr. Wilson, “Bence söylediklerinizin tümünde haklısınız dostum,” dedi, “burada sözü edilen gerçekten de iyi bir delikanlıdır, sizi temin ederim. Benim dokuma fabrikamda altı yıla yakın çalışmıştı ve sağ kolumdu bayım. Yaratıcıdır da, bezlerin temizlenmesi için bir makine icat ettiydi, oldukça değerli bir makine. Hâlâ hem bizde hem de başka fabrikalarda kullanılmakta. Patenti de kölenin sahibinde.”

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «ЛитРес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/pages/biblio_book/?art=69476989) на ЛитРес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.